Allah dostları bu topraklarda şehir şehir, köy köy hane hane dolaşıp maneviyatı, ilmi, hizmeti insanların kalbine nakşetmişlerdir. İslam topraklarının bereketi bu büyük evliyaların himmetiyle olmuştur. İslam dininin bugüne kadar Müslümanların arasında tatbik edilmesi, bu günlere gelmesi ve tüm dünyada neşv-u nema bulması gene bu büyük Allah dostları vasıtası, himmet ve bereketiyle olmuştur. Onlar canlarını Allah yolunda vermek suretiyle İslam’ın izzeti ve şerefini bu günlere kadar taşımışlardır.

Bu Allah dostları gittikleri yerlere ilk önce şeriat-ı ğarrayı anlatmışlar sonra nefis terbiyesine yönelmişlerdir. Şeriata muhalif hiçbir hareketleri olmadığı gibi bu minvalde hareket edenleri de asla barındırmamışlardır. Müritlerine azimetle hareket etmelerini tavsiye ederken hilaf-ı evla olan ruhsattan sakındırmışlardır. Bu zatlar Sünnet-i Seniyye’nin tümünü uygulayıp Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in, “Kim ümmetimin fesada uğradığı bir dönemde bir sünnetimi ihya ederse ona yüz şehidin ecri vardır” hadisine mazhar olmuşlardır. Bu evliyalardan biri de; Hazret namıyla maruf Şeyh Diyaeddin en-Norşinidir.

Hazret-i Şeyh Diyaeddin doğu bölgesinde ilimde ve irfanda büyük hizmet ederken, döneminde doğu Anadolu bölgesi Rusların işgalinde iken kendisinin gösterdiği kahramanlık tarihte unutulmayacak bir mücadele olarak hafızalara kazınmıştır. Hala bölgede Ruslarla nasıl savaştığı, maneviyatı harble nasıl mezc ettiği anlatılmaktadır. Kendisinin bu savaşta gösterdiği taktik ile saadet devrinin savaş taktikleri incelendiğinde arada tam bir benzerlik olduğu ortaya çıkmaktadır.

HAYATI

Şeyh Diyaeddin Hazretleri, Bitlis’in Hizan’a bağlı Üsp, köyünde 1855 tarihinde dünyaya geldi. Çocukluk dönemini Üsp sonra Tağ köylerinde geçirmiştir. Daha çocukluk döneminde iken babası şeyh Abdurrahman-ı Taği onu kendi şeyhi olan Seyit Sıbğatullah-i Arvasi’nin yanına götürürdü. Seyyit Sıbğatullah-i Arvasi, Hazret daha çocuk yaşında iken bile onda aşk-ı ilahiyi görüyordu. Seyyit Sıbğatullah-i Arvasi Şeyh Diyaeddin Hazretleri ile ilgili olarak “Diyaeddin benimdir. Onda Mevlana Halid’in aşk-ı ilahisini görüyorum”derdi.

Çocukluk dönemlerinde Tağ’da bulunan babasının medresesinde ilk tahsilini gördü. Babası Norşin’e taşınınca tahsilini babasının yanında, daha sonra babasının halifeleri olan Mele Ahmed-i Taş Keseni, Şeyh Fethullah-i Verkanisi’nin yanlarında tamamladı. Şeyh Fethullah-i Verkanisi, Hazret’i fıkıhta iyi bir şekilde yetiştirip fetva verecek duruma getirdi. Kendileri zaman zaman çok alim olan halifelerine şöyle derdi: “Ben fıkıhta hepinizden daha iyiyim, çünkü Üstadım Şeyh Fethullah fıkıhta bana özel bir alaka gösterirdi. O konuda beni iyi yetiştirdi.”

Hazret talebelik döneminde tasavvuf sülûkuna babasının yanında başladı. Babası tasavvufi sorularına cevap verirdi. Bazen de: “Tasavvufi sorularını üstadın Şeyh Fethullah’a sor” derdi. Hazret 30 yaşlarında iken babası şeyh Abdurrahman-ı Taği vefat eder. Babası ölüm döşeğinde iken kendisi hem babasının vefatına üzülüyor, hem de böyle büyük bir evliyaullahtan yeterince istifade edememenin hüznünü yaşıyordu. Babası onun hüznünü fark eder ve şöyle der: -Niye bu kadar üzgünsün? Hazret: -Birinin babası büyük bir tüccar ise oğlu babasından istifade etmezse ne büyük bir kayıptır. Babası Seyda-ı Taği : -Diyaeddin ! Ben seyr-u sülûkte seni başkasından, istifade açısından ayırt etmedim. Başkalarına ne emek vermişsem fazlasını sana vermedim. Ama benden sonra seni öyle birine teslim edeceğim ki o seni iyi yetiştirecek.” Babası Seyda-ı Taği, Hazret’i yarıda kalan seyru sülukünde Şeyh Fethullah Varkanisiye teslim eder. Şeyh Fethullah Varkanisi, Hazret’i gönlünce yetiştirir.

Hazret o kadar büyük yetişti ki kendisi nefy-ü ispat derslerini çektiği dönemde her yerde “Lâ ilâhe illallâh” görüyordu. Göklerde, yerde, dağlarda, ağaçlarda hasılı her yerde “Lâ ilâhe illallâh” görüyordu. Üstadından sorduğunda üstadı onun mahiyetini anlatırdı. Akabinde: “Diyaeddin çok iyi yetişti” derdi. Hazret’in huduru/adem-i ğafleti hiç yok olmazdı. Bu manevi halin sıkletini Hazret’in bedeni bazen kaldıramaz duruma geliyordu. Bu sıkleti bir nebze olsun hafifletmek için uzaktan gördüğü bazı şeyleri sayardı. Hazret-i Diyaeddin ilim tahsilini çok sevdiği gibi çok da önem verirdi. Vefatına kadar bizzat kendisi ağır hasta olmasına rağmen ders verirdi.

Rus savaşından dolayı iki sene bölge halkı hiçbir ekin ekmediği için kıtlık çekmekteydi. Rus savaşı bitince bu kıtlıktan dolayı halk Güneydoğu ve Akdeniz bölgesine hicret etmek durumunda kaldı. Hazret ailesi de Siirt’e bağlı olan Ğerzan mıntıkasına hicret etmek zorunda kaldılar. Hazret, savaşta şehit olan birkaç aile maiyetinde bulunan yetim, kimsesizler ve talebelerini de yanına alır. Çok kalabalık olmaları dikkatten kaçmıyordu. Hicret sırasında dört beş kimsesiz çocuk Hazrete gelerek: “Biz talebeyiz, bizi de yanına al” derler. Hazret’in yeğeni olan Şeyh Masum, Hazret’e dönerek: “Efendim! Bu zor durumumuzda bunları alacak mısınız? Diye sorar. Hazret: “Talib-i ilim olan bir insan hangi şartlarda olursa olsun geri çevrilmez. Bunların rızkını veren biz değiliz, yüce Allah’tır. Onları geri çevirmem. Buyurur. Hazret çocuklara bakarak şöyle devam eder: “Bakın çocuklar! Bu zor şartlarda sizi yanımıza alıp hicrete gidiyoruz. Siz de bunun hakkını verip iyi okuyacaksınız.” Bu da Hazret’in ilme olan teveccühünü göstermektedir.

Üstadı ona hilafet verdiği zaman ilk başlarda köy köy dolaşıp irşat faaliyetleri yapmak yerine Norşin’deki medresesinde ders vermeyi tercih eder. Seyr-u sülûk isteyen müritlerin Norşine gelip seyr-u sülûk almaları niyetindeydi. Ancak Hazret, bu niyetini gerçekleştirmeden bölgede bulunan babası Şeyh Abdurrahman-ı Taği’nin halifeleri ve müritleri, Hazret’in de babası gibi dışarıda köy köy dolaşıp irşat faaliyetlerinde bulunmasını ısrarla istemişlerdir. Bu ısrarlar neticesinde Hazret Muş’un Kosor bölgesinden başlayarak irşat faaliyetlerinde bulunmuştur. Ekim ayından Mayıs’a kadar, Kosor’dan başlayarak Bulanık, Malazgirt, Karaçoban, Hınıs, Karayazı, Tekman ve Erzurum’a kadar olan beldelerin çoğu köylerini dolaşıp irşat faaliyetlerini sürdürdüler. Babası şeyh Abdurrahman-ı Taği gibi senenin en az dört ayını irşat faaliyetleri için değişik değişik bölgelerde geçirirdi. Diğer kalan aylar ise Norşin ve yaylalarında talebelere ders okutup seyr-u sülûkte bulunan alimleri manevi olarak yetiştirirlerdi.

Hazret’in bu köy köy , belde belde dolaşıp irşat etme metodunu, daha çok babası Şeyh Abdurrahman-ı Taği’den aldığı görülmektedir. Babası Şeyh Abdurrahman-ı Taği, gitmek istediği köylere gitmeden önce o köyün ileri gelenleriyle bağlantıya geçerdi. O ileri gelen kişiler, köylerine gelmelerine izin verdikten sonra o beldeye giderlerdi. İlk önce akaitten başlamak üzere ahlak, ibadet konularında irşatta bulunduktan sonra insanlara tevbe yaptırırlardı. Var olan bidat ve hurafeleri onlara terk ettirirlerdi. Bundan önce varsa kan davaları ve husumetleri halletmek üzere insanları bir araya getirir ve sorunlarını hallederlerdi. O insanlarla tam haşır neşir olduktan sonra köyün cami, çeşme gibi eksik olan ihtiyaçlarını gidermeye çalışırlardı. Hocaları yoksa onlara bir hoca bırakıp o beldeden ayrılıp irşat faaliyetlerinde bulunmak üzere başka başka beldelere giderlerdi. Özellikle müderris olan hocaları köylere yerleştirirlerdi. Bu vesileyle hemen hemen her köyde ilim tahsil eden talebeler bulunmuş oluyordu. O belde yalnız bırakılmaz periyodik aralıklarla mutlaka kontrol edilip İrşat faaliyetleri için ziyaret edilirdi. Görevlendirdikleri hocalar, medreselerinde ilm-i zahirî ve batınîde merhale kateden kişilerdi. Bu hocalar köylülere ilm-i zahiri tatbik ettikleri gibi Nakşibendi zikir ve hatmeleri de yaptırırlardı.

Seyda Şeyh Abdurrahman-ı Taği’yle başlayıp Hazret’le güçlendirilen bu irşat metodu daha sonra onların torunları olan Şeyh Takiyyettin, Şeyh Taha, Şeyh Maşuk, Şeyh Nasır, Şeyh Hafit, Şeyh Lutfi, Şeyh Halid ve Şeyh Bedrettin döneminde de devam etmiştir. Bu irşat neticesinde dinî ve dünyevî olarak iyi bir toplum meydana getirdi. Hazret şeriata göre amel ederdi. Hatta bu konuda o kadar hassastı ki, hilaf-ı evla olanı bile yapmıyordu. Alimlerden birisi Hazret (Kuddise Sirruh)’a intisap etmek için Norşin’e gelir. Fakat Hazret (Kuddise Sirruh)’un hareketleri şeriata muvafık mıdır değil midir diye, kendisine zaman ayırır. Bir aya kadar Hazret (Kuddise Sirruh)’un tüm hareketlerini takibe alır. Şeriata muhalif herhangi bir şey görmez. Bir gün Hazret (Kuddise Sirruh) abdest alırken, hilaf-ı evla olarak dört kere yüzünü yıkar. Bunun üzerine Hazret, hemen o şahsa dönerek şöyle der: Birinci seferinde özürlüydüm yani niyetim hasıl olmamıştı. (Bu aynı zamanda Hazret (Kuddise Sirruh)’un o şahsın niyetine vakıf olduğunun göstergesidir.) O şahıs da orada Hazret (Kuddise Sirruh)’un elini tutup ve ona beyat/ intisap edip teslim olur.

Hazret-i Diyaeddin ilim ve irşat hareketiyle sınırlı kalmıyordu. Ruslar doğu Anadolu bölgesini işgal ettiğinde, Osmanlı devletinin direktifiyle halkı Ruslara karşı organize ederek bir ordu oluşturmuş ve kendisi başta olmak üzere kahramanca savaşmıştır. Rus işgaline karşı halktan teşekkül eden birliği Mutki’ye bağlı Şeyh Ömer Dağı’nda eğitirken ilk önce onları manevi olarak eğitip sonra silah eğitimine geçerdi. Daima onlara tevbe istiğfar ettirip oruç tuttururdu. Askerlerine daima sohbet eder onlara Rusların teknik silahlarına karşı güçlü bir maneviyatla başarılı olunabileceğini telkin ederdi. Hatta bir gün Bitlis’e yaklaşıp taarruz hazırlığı içerisinde iken Hazret kendi yanlarında bulunan ancak kendisinin komutasında olmayıp Kazım adında bir komutanın emri altında olan bazı çadırlardan ezan sesi gelmeyince onların namaz kılmadıklarını düşünür ve Kazım komutanı çağırıp şöyle der: Biz bu vaziyette onlara saldıramayız. Çünkü sizin çadırlarınızdan ezan sesi gelmiyor der. Bunun üzerine o çadırların komutanı olan Kazım, Hazret’e askerlerinin namaz kıldıklarını söyler ve bir çadırı namaz için ayırdıklarını gösterir. Buna kani olan Hazret tüm askerlere üç gün oruç tutturup onları manevi olarak hazırladıktan sonra dördüncü gün sabah namazından sonra tüm askerleriyle beraber Bitlis’e taarruza geçer.

Ruslar daha önce ihtilalden dolayı bazı birliklerini çekmişlerdi. Bitlis gibi bazı illerde Rusların çok sayıda birlikleri mevcuttu. Hazret komutasındaki birlik Bitlis’e saldırınca Rus askerleri neye uğradıklarını şaşırdılar. Bu saldırı neticesinde geri çekilmek zorunda kaldılar. Sahih rivayetlere göre Ahlat, Adilcevaz güzergahında yapılan savaşlar neticesinde bir çok Rus askeri Van gölüne atılmıştır. Hazretin askerinin çoğu halifeleri, talebeleri ve müritlerinden müteşekkildi. Hazretin, Rus savaşının başlangıcında, Rusların çok kuvvetli olduğu bir dönemde şöyle dediği rivayet edilir: “İnşallah yakında Rusları mağlup edip Kars’da, Şeyh Ebu’l Hasan el-Harkani’nin camisinde namaz kılacağız. ” Ruslar bir taraftan çekilirken Hazret ve ordusu Ruslarla savaşıp onları Batum’a kadar kovaladılar. Hazret Şeyh Ebu’l Hasan el-Harkani’nin camisine geldiklerinde halifesi olan şeyh Alauddin Oğinî’ye dönüp bakar ve: “Dileğimiz kabul oldu ”der.

Hazret kendi ailesine: “Aile içerisinde bulunan 6 erkekten en az iki kişi daima savaşta bulunsun” emrini vermişti. Bazen de ailede bulunan tüm erkekler savaşa katılırlardı. Bulanık ve Mutki cephesi olmak üzere iki cephede savaşıyorlardı. Savaşın sonunda iki kardeşi şehit oldular. Kendisinin de mübarek kolları şehit oldu. Hazret hastanede iken bacağından yaralanan Van müftüsü Mele Ömer vardı. Mustafa Kemal, Diyarbakır-Muş-Bitlis Kolordu Komutanı olarak hastanede yatan Hazret’i ziyarete gelir. Hazret Mele Ömer’e Mustafa Kemal’i kast ederek: “Bunun gözünde büyük bir riyaset görüyorum. -Hazret Türkçe bilmediği için- Ona söyle şeriata sahip çıksın”der. Hazret ferasetiyle gerçekleşebilecek olayları önceden bildiği için şeriata sahip çıkılması hususunda uyarıda bulunmuştur. Mustafa Kemal, Erzurum Kongresine Hazret’i mektupla asıl üye olarak çağırmasına rağmen Hazret gitmemiştir.

Hazret-i Diyaeddin’in Rus savaşında gösterdiği cesaret ve fedakârlıkla beraber kolunun şehit olması Osmanlı Devletinin dikkatini celp etmiştir. Bu hizmetlerinden ötürü Osmanlı Devleti tarafından ona takma bir kol yapılıp kendisine gönderilmiştir. Ayrıca savaşta gösterdiği üstün mücadeleden dolayı kendisine nişan ve madalya gönderilmiştir. Aşağıda kendisine verilen nişan ve madalya ile ilgili vesikanın metni verilmiştir:

(TUĞRA) REŞAD – Muhammed Reşad Bin Abdülmecid Han Tâbe Serahu- Şân-i Şerîf-i âlîşân sâmiyi Mekân-i sultânî Ve Tuğrayı Gâzâ-yı Cihân-Sitân-i Hâkânî Norşîn’de mukîm ifti-haru’l-Emâcid ve’l-Ekârim Şeyh Ziyauddîn Efendi Bitlîs hadisesi zâilesi esnasında Hükûmet-i Seniyyeme karşı ibrâz eylediği hidemât-i hasene ve meâsir-i sadakatkârâneden nâşî şehriver-i âtıfet-i seniyye-i şâhânem olduğuna binaen bi’lİsti’zân şerefsâdır olan irâde-i seniyye-i mülûkânem mûcebince mumaileyhe Mecîdî Nişân-i Zîşânının Beşinci Rütbesi ‹inayet ve ihsan kılınmış olduğunu mutazammın işbu Berât-i Alîşânî ısdâr olundu. Hurrire Fi’l-Yevmi’s-Sadis Aşer Min Şehri Cemaziye’l-Ahire Senetu isna selasûn ve selâsemiete ve elf (16 Cemâziye’l-Ahir 1332) Gümüş Liyakat Muharebe Madalyası Beratı Elgazi (Reşad) Tuğra Mevki’i harpte fevkal’ade şecaat ve cesaret ibrâzı sûretiyle hizmet-i vataniyyede bulunan erkân ve ümera ve zabitân ile küçük zabitân ve efradı ve me’murîn-i askeriyye ve mülkiyyenin beyne’l-Emâsil bâis-i fahr ve mübahât olacak sûretde taltîf ve tesrîri emr u fermâ-i hümayûn-i padişâhânem iktizâ-yı celîlinden bulunduğuna ve Milis ruesâsından Kudvetu’l-Emâsil ve’l-Akrân Şeyh Hazret Ziyauddîn Efendi Mutki ve Huyût cihetlerindeki muharebâtda şuhûd olunan fedakârlığından nâşî (iki kelime yırtılmış) seniyye-i şâhânem olduğuna binaen bi’l-İsti›zân şerefsâdır olan irâde-i seniyye-i mülûkânem hükm-i münîfine ve nizamnâme-i mahsûsuna tevfîkan kendisine Gümüş Liyakat Muharebe Madalyası i’ta kılınmış olduğunu mutazammın işbu Berât-i Alîşânî ısdâr olundu. Hurrire Fi’l-Yev-mi’l-Hâdî Aşer Min Şehri Ramadâni’l-Mubarek Senetu Erba’a ve Selâsûn ve Selasemiete ve elf (11 Ramazan 1334)

Şeyh Alaattin Oğinî’nin oğlu Şeyh Asım (Kuddise Sirruh) hazretleri anlatıyor: “Ben babamdan Hazretin sohbetlerinin diğer ulema sohbetleri gibi olmadığını işittim. Yüce Allah (Celle Celâlüh) Hazret’in kalbine ne ilham ederse diline o gelirdi. Bir kolunu açar ve Yüce Allah (Celle Celâlüh) denizin dalgaları gibi onun kalbine anlatması gerekenleri akıtırdı. O da Allah’tan kalbine gelenleri anlatırdı. Sohbetinde bulunanlar aşk-ı ilahide ğark olup kendilerinden geçerlerdi. Şeyh Alaaddin (Kuddise Sirruh) anlatıyor: “Verkanis’de Hazret’in (Kuddise Sirruh) bir sohbetine katıldım. Bu sohbet, Harikulade olan iki meşhur sohbetten biriydi. Hazret (Kuddise Sirruh) öğle namazından çıktı, beraberinde kalabalık bir Ulema ve Hulefa topluluğu vardı. Köyün kenarında bulunan bir nehrin üzerinde bulundular. Hazret (Kuddise Sirruh) sohbete: “Bu köy, büyük evliyaların ve sülehaların bulunduğu bir yerdir” diyerek başladı. Hazret sohbeti bu konu üzerine sürdürdü. Sohbet öyle manevi bir hal aldı ki herkes sohbette gark oldu, herkes kendisine gelen aşk-ı ilahiden dolayı kendilerinden geçtiler. Hazret’i dinleyenlerden kimi yere yığıldı. Kimi o sohbetten göklere çıkan nurları müşahede etti. Şeyh Alaattin bu sohbet meclisinde olan harikulade olayları sadece kendisinin müşahede ettiğini zannediyordu. Ancak daha sonra şeyh Alaattin kendisi gibi o meclise gelen herkesin aynı olayları müşahede ettiğini anlıyor. İkinci meşhur sohbetini ise Tillo’da yapıyor.

Hazret-i Diyaeddin’in Halifeleri Ş

eyh Aladdin Oğinî (Şeyh Fethullah Verkanisi’nin oğlu)

Mele Muhammed Emin Hizani/Korsunci (Melayı Mezın)

Şeyh Mahmud-i Karaköyi (Şam’da medfundur)

Şeyh Mahmud-i Zukaydi (Şeyh Abdulkahhar’ın oğlu)

Şeyh Muhammed Selim Hezani (Şeyh Abdulkadir’in oğlu)

Şeyh Ahmed-i Haznevi – Suriye-Haseke

Mele Abdurrahman-ı Çoğreşi (Mele İbrahim Çoğreşi’nin oğlu)

Şeyh Şahbedin-i Tili

Şeyh Ubeydullah-ı Tili

Mele Yusuf –i Hiriti

Mele Halid-i Boği

Şeyh İbrahim-i Abiri Şeyh

Mele Abbas

Hazretin halifelik verip de sadece ilimle uğraşmasını istediği birçok halifenin mevcut olduğu bilinmektedir. Hazretin vefatından sonra cumhuriyet kurulduğunda medreseler yasaklandı. Hazret’in torunları, yeğenleri, aile efratları tüm olumsuz şartlara rağmen ilim ve irfan yuvası olan medrese tahsilini devam ettirdiler. Bu gün hala hizmetlerini devam ettirmektedirler.