BİRİNCİ MEKTUP

Bazı vâkıaların, yüce manevi makamlara manevi seyri ile ona terettüb eden nübüvvetin, peygamberlik makamının kemâlâtı, kul cüz’i ihtiyari olduğu, kazâ ve kader hakkındaki son tetkik, bu konuda akâid imamlarına (Rahimehümullah) tâklid etmemiz (uymamız) lazım olduğu ve bu konu ile ilgili beyana ait validinin (Kuddise sirruh) halifesi ve kâtibi Bitlisli Molla Mustafa’ya yazılmıştır.

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla başlarım. Bütün hamdler, yaptığı işlerden sorumlu olmayan Allah’a mahsustur. Salâtü selâm, bütün âlemlere rahmet için Peygamber olarak gönderilen efendimiz Muhammed’in, din temellerini teyid eden âl ve ashabının üzerine olsun.

Besmele hamd, salatü selamdan sonra, bu mektûb, alem kutbu kaymakamının (radıyallahü anhüma) perverdesinden (ilim ve amelce nezdinde terbiye görmüş kimseden) doğruluk ve temiz kalb sahibi Seyda’nın (Kuddise sirruh) sır ve Ahfa manevi makamlarının kâtibi olan efendimiz Molla Mustafa’yadır. Allah, onu habibi Muhammed El-Mustafa’nın (ona, al ve ashabına salatü selam olsun!) Yüzüsuyu hürmetleri için, temenni ve dileklerine kavuştursun.

Cevahir ve kıymetli incilerle dolu, ondan muhabbet kokusu duyulan ve ondan iltifat ışığı parlayan şerefli mektubunuz, bu hakir kimseye ulaştı. Dolaysıyla gayet sevindi. Çünkü hatırınıza onun gibi kimsenin gelmesi, muhabbetle ona bir iltifatınız, kendisi için büyük ni’metlerdendir. Velilerin hatırlarına gelmekten daha kıymetli ve âlâ ne gibi bir şey vardır? Hatta bazı kimseler, bir şiirde:

“Benden çirkin sözlerle bahsetmen, eğer beni kötülese de hatırına geldiğimden dolayı gerçekten beni sevindirmektedir.”

Denildiği üzere, velilerden kendisi hakkında sadır olan sövme ve gıybetlerinden dolayı iftihar etmiştir.

Şüphesiz mektubunuzda zikir edilen konuların izahından, perverdenin kabiliyeti olmayan şeyleri sordunuz. Taşımasına takâtı olmadığı yükleri üzerine yüklediniz. Onların beyanından, birçok merhale uzak olan mes’elelerin cevabını kendisinden istediniz. Bu teklifiniz, ona karşı şiddetli sevginizden olduğunu zan eder; ki onu bu gibi nadir mes’elelere ikaz ettiniz. Ey kardeşim! Kendisi, bu mes’elelerin beyanından uzaktır. Lakin emriniz mucibince, izahları hakkında, aklına geleni söyleyecektir. Şayet mahalli kabule geçerse, son emelidir. Yoksa, ifrat eylediği beyanı için, onu uyarınız.

Perverde, üstad-ı a’zam (Şeyh Abdurrahman) ile şeyh-i Ekber’den (Şeyh Fethullah’dan) (Radıyallahü anhüma) istimdad etmekle, mes’elelerin tahkik yuları kudretinin elinde bulunan, yüce Allah’tan tevfik dileyerek sorduğunuz suallerin cevabına başlar, der ki: Mektûbda yazdığımız üzere, venabınıza tecelli eden göğe yükselip birbiri ardınca toprak unsurunuzun manevi makamlara doğru, seyrine alamettir. Zira Nakşibendi tarikatın sadatın (uluların) (Radıyallahü anhüm) nezdinde sabit olduğuna ve te’lif ettikleri kitablarda beyan ettiklerine, bilhassa İmam-ı Rabbani (Radıyallahü anh) da kendi kitabında beyan eylediğine göre, tasavvuftaki yüksek makamlara, manevi seyr, alem-i emirden (kün fe yekünden) alemül halka (kainata) gelen beş letaifte münhasır olmayıp, ancak latifelerin manevi seyrleri, tamam olup, makamlarına vasıl olduktan sonra, sıra unsurların seyrine gelir. Vilayet makamının kemalatı, letaifin seyrine terettüp eder. Veliliğin kemalatı, ilahi aşktan gelen tedrici bir şuursuzluk, nübüvvetin kemalatı ise, o aşkın şuursuzluğundan tedricen bir ayrılma haletidir. Allah, size ve perverdeye ulvi makamların manevi seyrini hasıl eylesin.

Vâkıada, ulvi makamdan, yükseldiğiniz yere dönmeniz, yükseldiğiniz manevi makamdan dönmeye ve ayrılmaya kabiliyetiniz olduğuna işarettir. Öyle ise, o kabiliyetin zahir olabilmesi için tâat ve ibadete çok çalışmanız gerekir.

Vâkıada, karnınızın büyüyüp, onun katiplerle dolu bir çarşı olduğunu ve bazıları mushaf şerhi ve bazıları da evliyaların eserlerini yazdıklarını gördüğünüzü demişsiniz. Bu haletiniz geçmiş zamanda, üstad-ı a’zamın başkalarına, size yazdırmış olduğu mektubların ve size yazdırıp da bitirmesine Allah’ın iradesi olmadığı ve onu tamamlamasına yakınıp çok heves ettiğinizdendir. Demek ki bu vakıa, mezkûr haletlere tam bir bağlılığınız ve size katib ismi verilmesine bir alamettir. Hem de mezkûr vakıada, mushafların yazıldığından anlaşıldığını göre, şeriatle amelin terk edilmemesine, hatta Kur’an’ın nisbeti hasıl olduğuna ve evliyanın eserlerinin yazılmasından da anlaşıldığı üzere, evliyanın izlerinin takip edilmesine işarettir. Yine onda, geçmiş zamanda işlediğiniz iyi ameller unutulmayıp terk edilmesine, hatta onlara çalışmak için günden güne hasretinizin artmasına işaret vardır.

Mektubda, bazı vakitlerde kul işlediği fiilde hiçbir cüz’î ihtiyari yes olmadığı belki hakiki faili,ancak Allahü teala olduğu, Kur’an Peygamberler ile hasımlarının arasında vaki olan mücadeleden haber vermiş olduğu, halbuki o Allah’ın ezeli kelamı olduğundan dolayı, haber verdiği olayların mutlaka vaki olacağı düşüncesi aklıma gelir diye sormuşsunuz. Hatta, maktulü ve eceli ile öleni öldüren ancak Allahü teala olduğu cihetle bu fiiller nasıl kula isnad edilip de dolaysıyla kul onlara karşı ya mükafatlanır veya cezalandırılır demişsiniz.

Sözünüzün hülasası: bütün vaki olan şeyler, hadiseler, Allahü tealanın kaza ve kaderiyle olup husûlünde kulların hiçbir muhtariyet hakkı olmadığını düşünüyorsunuz. Bu benim için geçici bir halet olmayıp daimî olduğunu da demişsiniz. Burada mektubda dediğiniz şeylerinin hülasası sona erdi.

Ey doğru ve şefkatli, bu geniş olarak izah edilmesi iktiza eder. Şâfii, Hanefi mezhebine mensub alimler ile diğer bütün taifelerin alimleri teker teker bu konudan konuşmuş, hatta bu konu bazı alimlerin helakine, diğer bazılarının kurtuluşuna sebeb olmuştur. Sadi El-Teftezani, Akaid ilmindeki Ömer El-Nesefi kitabının” Kulların ihtiyari fiilleri olup fiilleri tâat ise, sevablanır, masiyet (günah) ise ona karşı ikablandırılırlar (cezalandırılırlar)” metninin şerhinde, demiş ki, Cebriye taifesinin kul için asla fiil olmayıp ondan sadır olan hareketi, cansız mahlukattan sadır olan hareket gibi gayri ihtiyari olarak, onda hiçbir kudreti ve müdahalesi yoktur, dedikleri gibi değildir. bu davaları batıldır. Çünkü insanın iradesi ile kendisinden vaki olan hareketi, irade ve hareketi dışında kendisinden vaki olan hareketi, biribirine mugayır olduklarını, açıkça fark ederiz. Ki birincisi, kulun ihtiyariyesiyle, ikincisi ise, kendisinden gayri ihtiyari olarak, vaki olduğunu anlarız. Teftezani daha sonra demiş ki: ” Eğer, Allahü tealanın ilmi, genel olduğu kabul edildikten sonra, yani kendisi ezelden, halkın başına gelecek hadiselerini ve işleyecekleri fiillerini, bildiğine göre, kul, yapacağı fiilinde, mecburiyeti hasıl olması lazımdır. Çünkü ya ezelden Allah’ın ilmi, o fiilin olmasına taalluk etmiştir ki, vücuda gelmesi vacib olur. Veya vaki olmamasına taalluk etmiştir ki, vaki olması mümtenidir. Yani ilmi taalluk etmiş bir şey, ilmine muhalif olsa, cehaletle muttasıf olması lazım gelir. Halbuki yüce Allah, cehaletten münezzehtir. Vacib olan mümteni olan vasıflarla birlikte, kulu için, hiçbir ihtiyari ivasfı yoktur.”

Denilse, bu suale cevaben deriz ki: Allahü teala, ezelden kul ilerde kendi ihtiyarıyla (arzusuyla) fiili işleyip işlemiyeceğini bilir. Öyle ise bunda itiraz yoktur. Şayet durum böyle ise, kulun işlediği ihtiyari fiili, ya vacib veya mümteni olur. Bu ise ihtiyarilik vasfına aykırıdır denilse, bu suale cevab olarak Hayali (akaid ilmindeki, Sadi Teftezani’nin mezkûr şerhi olan kitabın haşiyesinde), demiş ki: Şüphesiz denilen bu itiraz da diğerleri gibi men edilmiştir. Çünkü ilim malum olan bir şey’e tabidir. Yani mutabakatta asıl malum (bilinen şey) olup ilim ise, onun bir gölgesi ve hikayesidir. Öyle ise, kulun fiili vacib olmasına, ondan kudret ve serbestliği selb etmesi için ilahi ilminin hiçbir müdahalesi yoktur. Burada Hayali ile, haşiyesi Abdülhakim’den nakl edilen ibareler sona erdi. Zira, kulun kendi ihtiyarıyla işlediği, fiilin vacib olması, onda ihtiyari vasfının muhakkıkidir, muhalifi değildir. Yine mezkûr mukaddimedeki itiraz, Bar-i tealanın yaptığı fiilleriyle de iptal olunur. Çünkü Allah’ın ezeli, ilim ve iradesi, işlediği fiillere de taalluk eder. Öyle ise, yapacağı fiillerin işlemesi üzerinde vacib olması lazım gelir. İmam-ı Rabbani (Kuddise sirruh) bu konuyu daha tamam bir beyanla izah ederek buyurmuşlar ki: ” Kaza ve kader, kuldan cüz’i ihtiyariyi selbetmez. Çünkü Allahü teala, kul, kendi cüz’i ihtiyariyesiyle o işi, yapacağına veya yapmayacağına hüküm etmiştir. Hülasa Allah’ın kazası (hükmü), kulda ihtiyari vasfı mevcud olduğuna ve onu isbat etmesine dair bir muhakkıkdır. Ona muhalif değildir. Bari tealadan sadır olan fiiller de bu cebir davasını iptal eder. Mezkûr batıl iddiaya göre, Allah’ın fiili, kazasına nisbetle ya vacib, veya mümteni olması lazımdır. Çünkü ezeli kazası yapacağı fiilin vücuda gelmemesine taalluk etmiş ise, vuku mümteni olur. Binaenaleyh eğer ihtiyari olan fiilin vücubu (sübutu) fiilin ihtiyariyet vasfına münafi olsaydı, Allahü teala yaptığı fiilinde muhtar (serbest) olmayıp, mecbur olması gerekirdi. Halbuki bu düşünce küfürdür.” Burada İmam-ı Rabbani’nin sözleri sona erdi.

Hayali yukarıda geçen Teftezani’nin ” ihtiyari vasıf ile beraber olan vücub vasfı, kulda ihtiyari vasfının, ispatçısı olup, ona münafi değildir.” dedikleri kavlinin beyanında, demiş ki, öyle ise, iradesi ile kuldan sadır olan fiilin, cansızların hareketlerine benzemez. Buradaki beyandan maksad da budur. Fakat kul hiçbir şey’i kendiliğinden icad etmeye kudreti olmadığı için, onda mevcut ihtiyari vasıf da Allahü tealadan olduğu ve dolaysıyla cebir lazım geldiği düşüncesi, Ebu-El-Hasan El-Eş’arinin mezhebidir. Yani söz konusu olan kulun ihtiyari vasfı, ehl-i sünnetin görüşüne göre, kul hiçbir şey yaratmadığı için ihtiyari vasfı, onun fiili olmayıp, Allahü tealanın yaratığı olduğundan cebr lazım gelmesini, El-Şeyh Ebû-el-Hasan El-Eş’ari de kabul ederek der ki: kul ihtiyari vasfı için mecburdur. (ni hayır ve şerden birisini kendine seçmekte zorunludur. ) Çünkü o, cebri kendisinde peyda eden iradenin mahallidir. Bu cebr ise, mutavassıt olup, kulun fiilerinde hakiki cebri istilzam etmez.

İbrahim El-Beycuri de (Tuhfet-el mürid) kitabında bu mutavassıt cebre işaret ederek demiş ki:” hülasa kul, işlediği fiilinde az bir te’siri olmayıp, kendisi batında yaptığı fiilinde mecbur, zahirde muhtardır. Buna göre, eğer kul, yapacağı fiilinde, batınca mecbur ise, zahirdeki muhtariyet vasfının, hiçbir manası yoktur. Çünkü çübhesiz, Allahü teala, gelecek zamanda kuldan vaki olacağı fiili ta ezelden bildiği, bilmesi de lazım olduğu, kul onu işleyebilmesi için, onda kudret yaratmış olduğundan, illa vaki olması muhakkaktır, denilse, bu soruya” Allahü teala, yaptığı şeyden sorumlu olamaz” diye cevab verilir. İşte bunun için, efendim İbrahim El “Düsûki demiş ki: (bu hususta) halka hakikat gözü ile bakan kimse, onları mazur bilecek, onlara şeriat gözü ile baksa, onlardan darılacaktır.” Demek ki kul hakikatta mecbur, şekil itibariyle yaptığı fiilde serbesttir.

Sofiye taifesi ise, cebrin kabul edilmesine çok işaret ederler. Fakat maksadları, haşa zahiri vebirden uzak olup ancak batıni cebirdir. Burada Beycuri’nin dediği sözleri sona erdi.

İbnu Hacer (El-Haytemi) Hemziye kitabının şerhinde buyuruyor ki” Asi olan kimseye, işlediği günahı kendinden sıyırması, kaza ve kader, onu sevk ettiği günahlardan ötürü, kendini cezalandırmaktan kurtarması için, Allah’a karşı delil olarak getirecek hiçbir özürü yoktur. Çünkü Allahü teala, bu alemde cereyan eden hadiseleri, sebeb ve illetlere bağlı olduğuna dair, adetini icra kılıp, sureten onlardan vaki olduğuna nazaran, onlara isnda edilirler. Gerçi hakikatta hepsi, ancak Allah’ın kaza ve kaderiyle olurlar. Nitekim bu konuya, Allahü teala’nın:

“(Siz Bedir savaşında) o kafirleri kendi kuvvetinizle öldürmediniz. Lakin Allah onları öldürdü. (Ey Resulüm!) Düşmanların gözlerine, bir avuç toprak attın zaman da sen atmadın. Lakin Allah atdı.”

Buyurduğu ayet-i celilesi de delalet edip, zahiren öldürmeyi, Peygamberin (Sallallahu aleyhi ve sellem) ashabına ve toprak atmasını da Resulüne isnad etmiş. Fakat, hakiki icad ve yaratmak itibariyle, her iki fiili de kendilerinden vaki olmadığını buyurmuş, fiilin kuldan vaki olması hususunda her iki makamı da göz önünde bulundurmamızın, üzerimize vacib olduğuna işaret etmiştir.

Yani kullar, sureten fail oldukları itibariyle medh ve zemm olunmaları için, kendilerinden sadır olan fiilleri, şeklen ve sureten onlara, fakat icad etmesinden kul aciz olup yaratmasında yalnız Allahü teala münferid olduğu için, hakiki olarak Allah’a isnad edelim. Burada İbnu Hacer’in sözleri sona erdi. Bu izahımız Eş’ari’nin re’yine göredir.

Matüridiye taifesine göre, kulun yaptığı fiilinde bir te’siri vardır. Ebul İshak İsferaini, fiil, Cenab-ı Hakk’ın kulda yarattığı hadis olan kudreti, fiilin aslındaki te’siri ve Allah’ın ezeli kudreti te’siriyle hasıl olur. Yani her iki kudretlerin bir aslın üzerinde birleşmelerine cevaz verip sonra demiş ki: El-Kadi Ebu Bekir El-Bakillani de kulun kudreti, işlediği iyi veya kötü olan fiilin vasfında te’siri olduğuna hüküm etmiştir. Daha sonra, Ebu İshak sözlerine devamla demiş ki, bu zaif kulun fikrine göre, kulun hadis kudreti, fiilin hem aslına hem vasfına te’sir eder. Çünkü vasfına te’siri olup da aslına, yani icadına te’siri olmadığının hiçbir manası yoktur.

İşte, bu izahtan anlaşıldı ki bu husustaki doğru yol ne Cebriye ne de Kaderiyye taifesinin yollarıdır. İkisinin ortasındaki yoldur. Zira Cebriye taifesi hakikaten ve sureten kul yaptığı fiilinde mecburdur der. Kaderiye taifesinin mezhebi de kulun fiili icad için, Allah’ın kudreti olmadığını deyip onun icadı için ancak kulun kudretini isbat ederler.

Yani ikisinin ortasındaki doğru yol şudur: Sureten fiiller kuldan sadır oldukları nazari itibara alınarak onlara sevab ve azab hükümleri, hakiki mucidi Allahü teala olduğu bakımından onlara ayrı ayrı hükümler taalluk eder. Çünkü bu görüşte ne ifrat ne de tefrit olup açık adalet ve apaçık çıkar yoldur.

Mutezile taifesinin bu konudaki akidelerinden lazım gelen tatil (Allahü tealanın işlerden muattal kalması) yeri de yoktur. Çünkü Allahü teala Kur’an-ı Kerim’de kullardan sadır olan bütün fiilleri onlara isnada etmiştir. Buna Alaeddin El-Attar da ( Radıyallahü anh) işaret ederek buyurmuşlar ki: mürid, zahirde Allah’ın yoluna sımsıkı sarılması, batında da kalbini Allaha rabt etmesi gerekir. Yani onu seadete kavuşturacak zahiri sebepleri düşünüp emr olunduğu üzere, o sebeblere çok çalışıp, menhiyattan kendini koruyacaktır. Hülasa; zahirde kulun, nazari sebeblere hasr olup hakikatte bütün eşya iş ve gücü hususunda, Allah’a tevekkül edecektir. Şöyle ki, kortuğu şeylerden dolayı vaktinde kapısını kapayıp, atını bağlayacak, ekmek yiyip, su içecek fakat onu, hakikaten koruyan, yemekten doyuran, sudan onu kandıran ancak yüce Allah olduğunu bilecektir.

İşte, bu izahtan anlaşıldığına göre, fiilleri sebeblere bağlanması hakkında varid olan nass, ayet ve hadisler ile, tevekkül edip de bütün işlerin Allah havale edilmesi hususunda, rivayet olunan ayet-i kur’aniyye ve hadislerin arasında zahiri çelişme zail olup mana itibariyle açıkça birleşmiş olurlar.

Bil ki, Aliyulkari Mişkatulmesabih adlı kitabın şerhinde beyan ettiğine göre, kaza ve kader, Allahü tealanın sırlarından bir sırrı olup onu ne yakın bir meleğine ne de halka gönderdiği bir peygamberine bildirmiş, akıl yolu ile de düşünüp ondan bahs etmek caiz değildir. Belki Allahü teala, iki taife olarak halkı yaratmış olduğuna fazilet ile birisini ni’met ve cennet için, diğer bir taifeyi, adaletiyle cehennem için yarattığına itikad edilmesi vacibdir.

Adamın birisi, Ali b. Ebu Talib’den (Radıyallahü anh) kaderin ne olduğunu sorar. Der ki: bana kaderden haber ver! (Radıyallahü anh) ona, bu karanlık bir yoldur, onda yürüme! Adam tekrar sorar, o derin bir denizdir, içine dalma! Adam yine suali iade edince, Ali (Radıyallahü anh) gerçekten o senden saklanmış Allah’ın bir sırrıdır, onu kurcalama! Buyurdu. Burada Aliyülkarinin sözleri sona erdi.

Bundan anlaşıldı ki, kaderin bahsine dalmak, hakkında soru sormak, layık olmayıp hatta bid’at olduğu da denilmiştir. Urvet El-Vüska Hace Ma’sum, Şeyh Ebu Said Ebül-Hayrin rubaiyyatı şerhinde, dediği sözlerinden anlaşılıyor ki, Hak teala subhanehu beliğ hikmetiyle, kâmil kudretini, zahiri sebeplerin kisveleri altında gizlemiştir. Dolayısıyla bazıları, görüşünü zahiri hasr edip, yüce Allah’ın kudretinin hepsini ne de bazısını anlamadılar. Bazıları da bu husustaki düşüncelerini kaza ve kadere hasr edip parlak İslam şeriatinin ahkam ve sebeplerinin hikmetlerini faydasız kılıp muattal kıldılar (onunla amel etmediler). Bu iki taife de doğru yoldan çıkmış, halkı da sapıtmışlardır. Diğer bazı taife ki; anlar Naciye taifesidir. Ne fiillerin sebeblerini ne de şeriat ahkamının muattal olduğuna ve yüce Allah’ın kudreti, zahiri sebebler altında gizlendiğine inanmış her iki şıktan da nasibini almışlardır. Yani, gerçi hiçbir kimse, sebeblerin hikmetine vakıf olmadığı ve musebbebatin vücude gelmesinde esbabın hiçbir müdahalesi olmadığı halde, sebeblerinin fiiller için mutlaka yeterli bir hikmeti olduğunu anlamışlardır.

Beyan ettim bütün bu şeylerle beraber, şerefli sadatımızın (Radıyallahü anhüm) (seleflerimizin) yolu olduğu, yolu olduğu üzere, bu hususta onları taklid etmemiz lazımdır. Onlarca, ne tarafa gitmemiz için emr edilmişsek, gider, o tarafa gideceğimize bir fayda terettüp edip etmeyeceğini düşünmeyeceğiz. Üstad-ı a’zam (El-Şeyh Abdurrahman) buyurdular ki, Seyyid Taha Gavs-ı A’zam’a (El-Seyyid Sıbgatullah’a ) ( Radıyallahü anhüm): “Mürşidim, benden aldığın tarikatı değiştirme!” diye bana tavsiyede bulundu. Ben de onun buyurduğu gibi sana derim. Gavs-ı a’zam üstad-ı a’zama bu tavsiyenin benzeriyle emr eyledi.

İmam-ı Rabbani, El-Mebde ve Me’ad risalesinde, buyurdular ki, Sofiler tarikatından, hatta İslam dininden, en büyük pay, iyi sıfatlardan başka, kendisinde, taklid yaratılışı ile mürşidine mutabaat cibiliyeti daha ziyade mevcut olan şahıs içindir. Zira bu tarikatın (Nakşi) medarı, taklid üzeredir. İşte bu fıtri vasfı, Ebu-Bekir El-Sıddık da (radıyallahü anh) diğer vasıflardan daha ziyade olduğu için, hemen tabi olup, doğru yola tabi olanların ilki oldu. Burada kısa olarak İmam-ı Rabbani’nin buyurduğu sözleri sona erdi.

Zaten kaza ve kader hakkında tefekkür etmek, Nakşibendi tarikatında yoktur. Çünkü bu tarikat mensublarının görüşleri, herhangi bir dalalet ve hidayeti düşünmeden hakiki olarak sırf Zat-ı barinin sevgisinde, mecazi olarak da mürşidinin sevgisinde ve rızasının tahsili, muhabbeti için yanıp yakınılmaya hasr edilmiştir. İşte bu tavsiyemi muhafaza et.

Bil ki, Allah’a karşı isyan eden kimse, günahının çokluğundan dolayı, ümidsiz olmaması, salih kişi de işlediği iyi amellerinden dolayı, Allah’ın azabından emin olmaması, belki korku ve reca arasında bulunması, kazanın sırlarındandır. Allah’ın salatü selam (rahmetli) Efendimiz Muhammed’in, al ve ashabının üzerine olsun!

 

İKİNCİ MEKTUP

Bitlisli Mahmud Efendi’ye ( Rahmetullahi aleyh) rahmetli kızının vefatı dolaysıyla taziyesi, hayattakilerin vefat edenlerden ve vefat edenlerin hayatta bulunanlardan edindikleri hisseleri, bilhassa bu tarikat silsilenin mürşidleriden birisine mensub ve tabi oldukları davasında bulunanların üzerine, Allah’ın kazasında razı olmaları vacib olduğunun beyanındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Allah’ın yaratıklarının hayırlısı olan Efendimiz Muhammed Mustafa’ya, temiz ruhlu ehlinden olan al ve ashabına,salatü selam olsun! Besmele ve salatü selamdan sonra, bu mektub, Alem kutbu kaymakamının (Radıyallahü anhüma) perverdesinden (nezdinde terbiye görmüş kimseden) eski dost Nahmud efendiyedir. Dünya ve ahirette, şerefi arttırılsın! Kızınınızn vefat haberi perverdeye ulaştı. Allah, ecrinizi büyültsün, ölünüze mağfiret eyleyip, mateminizin sonunu güzelleştirerek, kalblerinize sabır nazil ederek, ailenizden hayatda kalanları, salahat ve fazilet yolu üzere bulundursun! Kardeşim! Ölümden payımız, ibret almaktır. Ondan ibret alıp mutteiz olan kimse, ölümü, onda gidilir bir yol olup hiçbir kimse ondan kurtulmayacağını anlar, ona teçhizat olarak velileri sevmeyi, Allah’ın emirlerine imtisal etmekle nehiylerinden korunmayı hazırlar. İşte bunu yapana ne mutlu. Zarar, ondan ibret almayanadır. Allah’ın rahmetine intikal eden ölünüze, bizdeki payı ona mağfiretle dua etmektir. Allah’ın! Onu afv et, ona rahmet eyle!

Bilhassa siz, üstad-ı a’zamın mutabaatı davasında bulunduğunuz için, yüce Allah’ın yapacağı işe razı olmanız layıktır. Rivayet ediliyor ki: Fudayl Bin El-İyad ( Kaddesallahü sirreh) oğlu ölürken, güldü. Ona, bu durum gülme zamanı değil denildiğinde, gerçekten bu işte Allah’ın rızası olduğunu bilirim. Ben de, yüce Allah’a bu işte muvafakatımı isterim, dedi. Size yanınızdakilere hususen Molla Hüseyin ile Arife Mustafa’nın şeriatına tabi olan kimseye selam olsun! Mezkûr şeriat sahibine, al ve ashabına ona tabi olana salatü selam ve sena olsun!

 

ÜÇÜNCÜ MEKTUP

Birinci mektubda adı geçen pederinin halifesi Molla Mustafa’ya, ehlullahın (velilerin) şerefli nazar ve iltifatlarının ve hiçbir şey onlara denk gelmediğinin, muhabbet olayı, büyük zatların nisbetini celb ettiğinin ve Nakşibendi tarikatındaki kimselerin riyazetleri ancak mürşidlerin vefatından sonra olduğunun beyanı hakkındadır.

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

Hiçbir varlık yoktur ki onu hamd ile tesbih etmesin. Salatü selam, Allah’ın yaratıklarının en hayırlısı olan Muhammed’in, (Aleyhisselam) alinin, sahabesinin üzerine olsun!

Besmele salatü selamdan sonra, bu mektub, Alem kutbu kaymakamının perverdesinden sadakat ve temiz kalbli, muhabbet ve vefa ile muttasıf, sır ve hafinin kâtibi efendimiz Molla Mustafa’dır. Doğru yoldan meyl eden, layık olan hakikat yolu üzerinde olan kimselerin eteğine sarılan bu köleye, cenabınız iltifatınızdan haber veren sevgili mektubunuz ulaştı. Bu, şükrü eda edilemez, dil ile vasfının beyanı mümkün olmayan bir ni’mettir. Çünkü yapılan amellerin hiç birisi, fazilet bakımından dervişlerin iltifatına mazhar olmaya, hatırlarına gelmeye, denk gelmez denilmiştir. Nasıl muadili olabilecek ki, onların kalbleri, ilahi feyzlerin nazil olduğu mahalli, tecelliyatının konağı, ihsan ve kerametlerin kaynağıdır. Nitekim (Hafız El- Şirazi) sevgilisi hakkında söylediği Farsça bir beyitinin ifadesinin reddi için şairin biri:

“Yanlış söyledin, hata ettin, onun (sevgilinin) kıymetini bilemedin.

Belki sevgilinin tek bir bakışının bahasına iki dünyayı, (dünya ve ahireti) feda ederim demiştir”

Perverdeye bu iltifatınız yüce Allah’ın halis keremindendir, yoksa kendisi bunun liyakatından uzaktır. Bu, ahirette onun kurtuluşuna ve dervişlerin yolunda süluk etmesine sebep olacağı umulur.

Abdurrahman El- Cami efendimiz (Kaddesallahü sirreh ) buyurmuşlar ki: Bana hasıl olan bütün manevi şeyler, Hace Muhammed Parisa’nın çocukluğumda üzerime vaki olan nazarındadır.

Mektubda, “ben o dergâhın eşiğine aşıkım, şübhesiz kalbim, o mübarek huzurdan yükselen dumana yakınmış ve o diyarın köpeklerinden de ayrılışının ızdırabından elem tutmuş” diye yazmışsınız. Bunların sebebi: Efendim, manevi rütbe ve iyi meziyetinizin artmasındandır. Çünkü, “Gerçekten muhabbeti celb eden nisbetdir” denilmiştir. Bu durumun alemin Kıblegahı (Seyda) emsalinize iltifat etmiş olduğundan haber verici bir olay olup, akrabalık cihetinden ondan uzak olan mensubu, ona soyca yakından bir kimsesi mesafe itibariyle ondan uzak olan mensubu yakın olan kimsesi gibi iltifatına mazhar olduğuna delalet eder. Geçmiş zamanlarda içinde bulunduğumuz haletten dolayı, nasıl muhabbet ateşiyle kalben yanmayıp yok olmayacaksın” Üstad- ı A’zam (Radıyallahü anh) buyurdular ki:”Mürşidi hayatta bulundukça Nakşibendi tarikatına mensub olan kimseye riyazet yoktur. Çünkü âşık olan kimse, maşukunun (sevgilisinin) meclisinde iken, duyduğu çeşitli manevi lezzetlerle hatta kendinden geçerek nefsini bile unutur. Riyazet, ancak üstadın dar- ı bekaya irtihalinden sonra hasıl olur. Salik olan kimse, sevgilisine visalinden sonra, kendisine hasıl olan ayrılık üzüntüsünden nasıl yaşayıp, yemek yer?” Farsça beyit: “sevgilimden ayrılışım dolayısıyla göksüm yanar. ”  Kalbiniz aşk ateşiyle nasıl elemli olmasın ki? Alemin kutbu (Radıyallahü anh ) Nurşin’e yerleştikten sonra, Nurşin alemin kıblegahı, havass ve avam tabakaları için feyzler kaynağı oldu. Hatta toprağının tozu da kötü nefs ile şeytanın sokmalarına tiryak (panzehir) ilacı gibi oldu.

Sonra, perverde Garzan kazası tarafına gitmek arzusundadır. Dolayısıyla sizden zati ve manevi mededinizi diler. Allah, efendimiz Muhammed’in, al ve ashabının üzerine salat ve selam eylesin!

 

DÖRDÜNCÜ MEKTUP

Bitlisli Molla Abdülaziz’e ( Rahmetullahi aleyh ), Allah’a yakın olan muhabbetin kısımları, tabiiyye ile akliyye olup akli muhabbetin yollarının, salikin üstadına olan muhabbeti, ancak üstadiyyet ve vasıtalık hakkı için lazım olduğunun, tarikattan maksad, Allah’ın zatını sevmekle rızası taleb edilmesinin, salik, kendisine arız olan manevi haletlere iltifatı layık olmayıp bütün himmetini, emr olunduğu şeylerin imtisaline hasr etmesi lazım olduğunun beyanı ile, haletlerden kendisine hasıl olanları büyük bir ni’met bilmesi vacib olduğunun beyanları hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdlar, alemin Rabbına mahsustur. İnsan ve cin nev’ilerin efendisine, al ve ashabının hepsine salatü selam olsun! Bunlardan sonra bu mektub, alem kutbu kaymakamının perverdesinden, Allah yolundaki kardeşi ve dostu Molla Abdülaziz’edir. Allah, onu kendi dostlarının zümresine dahil edip, mukarrabin (Allah’a manen yakın olan zatların) derecelerindeki, aşk tatlısını kendisine taddırsın!

Muhabbetden yanıp yakılmanızdan, size arız olan haletlerin bazısından bahs edici yüce mektubunuz, perverdeye ulaştı. Ey kardeş! Tarikattaki muhabbet akliyye ve tabiiyye olarak iki kısma ayrılır. Tabiiyye: Hace Muhammed El- Parisa’nın (Kuddise sirruh ) buyurduğuna göre, yalnız yüce Allah’ın faziletindendir. Lakin Allah’ın mezkûr fazileti, ilerde akli muhabbetin beyanında bahsi geleceği üzere, birçok şeylere terettüp etmektedir.

Akli muhabbet ise, mürid, yüce Allah’ın ve Resulünün (onun ve alinin, ashabının üzerine salatü selamın efdalı olsun!) haklarında mürşidi hakkında onunla mükellef olunan muhabbetdir. Tasavvuf sadatları (Kaddesallahü sirrehüm) akli muhabbet için birçok yollar beyan eylemişlerdir. Onlardan bazıları,

  1. A) Mürid, mürşidinden başkasına hatta nefsine bile kendisine yararlı olacağı ümidiyle, bakmaması.
  2. B) Mürşidinden başka kimselere mesela: kardeşlerine, annesine, çocuğuna hatta nefsinin bile, maneviyatına zararlı olduklarını bilmesi.
  3. C) Üstadın vasıtasıyla, ona teslim olup emrine itaat etmesi için, kendisine hasıl olacak menfaatleri ve yüce Allah’a manevi yakınlığını düşünmesidir. İşte bunlarda tefekkür eden kimseye, yüce Allah’ın yardımıyla akli muhabbet hasıl olur. Mürşidi ona emr eylediği şey’in yapmasına devam edip, sohbet ve rabıtasını seçen kimsenin durumuna, Hace Muhammed El- Parisa’nın buyurduğu üzere, yüce Allah’ın faziletiyle, tabii muhabbet de terettüp eder.

Mektubunuzda “Tarikat’da asıl maksat, müridin mürşidine muhabbetidir. Şayet buna mensubun rızası da terettüp etse, mürid matlubuna kavuşmuş olur. Rızası hasıl olmazsa da, zarar yoktur.” Diye yazmışsınız. Ey kardeşim! Müridin mürşidine olan muhabbeti, ancak üstadlık, rehberlik cihetinden faydalı olur. Yoksa onda hiçbir fayda yoktur. Nitekim üstad-ı a’zam ( Radıyallahü anh ) buyurdular ki, bil ki: Müridin üstadına olan muhabbeti, üstadiyetinin (rehberliğinin) hakkı içindir. Ebu Yezid El-Bistami (Kuddise sirruh):” Beni gören cehenneme girmez” dediklerinde, bu kelamının manasını anlamayan kısır fikirli bazı kimseler, bu ne diyor? Kendi nefsini Muhammed’den (ona, aline salatü selamın efdalı olsun.) daha üstün olduğunu bilir. Çünkü Ebu Cehil onu gördüğü halde cehenneme girecektir. Dediler. Bistami (Kaddesallahü sirreh) bunu işitince, “O Muhammed’i Allah’ın resülü olarak görmedi. Onu Ebu Talib’in kardeşinin oğlu bilerek gördü.” diye buyurdu. Burada üstad-ı azamın buyurduğu sözleri sona erdi.

İşte bu izahtan anlaşıldı ki, müridin üstada karşı olan muhabbeti, üstadın zatı için değil, belki kendisi bizi Allah’a kavuşturmak için, bizimle yüce Allah’ın arasında bir rehber olup, muhabbetinden yüce Bârî’nin rızası, ona kavuşması hasıl olması içindir. Üstad bizzat müridin mahbubu sevgilisi olması lazımdır. Diye çokça, ehl-i tasavvufun dedikleri sözlerinden maksadları da budur. Veya üstada muhabbet, Allah’ı sevmekten ayrılmaz veya dedikleri bu sözlerinden anlaşılan hasr, hakiki olmayıp izafidir. Yani, üstadına karşı olan sevgisi, kendisine arız olan haletlere ve nefsani payına nispeten maksud olup hakiki mahbubu olan Allah ve Allah’ın rızasına nisbeten değildir, demektir. Bu beyanın delili Allahü tealanın:

“Resûlüm, şöyle de! Eğer siz Allah’ı seviyorsanız, hemen bana tabi olun ki, Allah da sizi sevsin” buyurduğu ayet-i celilesidir.

Mektubunuzda,” Tarikat adabına göre vird çekilmesi esnasında, Allah’ım ancak sen benim maksudumsun, rızan da benim matlubumdur. Denildiği bu sözün hikmeti, bana müşkildir. Şöyle ki, müridin maksadı zat-ı Bari tealanın muhabbeti ise, mürid niçin zat-ı muhabbeti doğrudan doğruya taleb etmeyip de rızasını taleb eder” Diye yazmışsınız. Ey kardeşim! Yukarıda beyan ettiğim üzere, mürid, Allah’ın rızasını taleb etmesi, kendi nefsani arzusu için değil, mahbub-i hakiki olan Allah için taleb eder. Fakat bu soruya, çünkü rızasının aksi olan gadâb vasfında mahbubun aczi (kızdığı şeyden intikam alma kudreti olmadığına) delalet ettiğinden dolayı, ona rıza taleb edilir, diye verilen cevabdan maksad, mahbub-i hakiki olan zat-ı Bari ise, onu bundan tenzih etmek vacibdir. Mahbub-i mecazi olan mürşid ise bu cevab kabul edilir. Çünki mürşid beşer olduğundan dolayı kurtulamaz.

Bahs ettiğin manevi haletlere gelince, kardeşim. Onlar salike hasıl olsa, ne ala. Olmazlarsa da zararı yoktur. Belki mürid için, üstadı kendisine emr eylediği şeylerle amel etmesi lazımdır. Şayet o şekilde yaptığı amellerine manevi bir hal terettüp ederse, onu, üstadın kendisine eylediği nazar ve iltifatından olduğu, bir şey hasıl olmazsa, bu durum kendisi için evla olduğu bilinmelidir ki, üstadı da ona manevi haletin zuhuruna razı olmamıştır. Hülasa olarak, müridin bütün himmet ve gayreti, mürşidi kendisine emr eylediği şeyleri yapmaya hasr etmesi ve her zaman ibadete çalışması, bir seviyede olması lazımdır. Müride kerametlerin belirmesi, bazen uyanık, bazen de aşktan dolayı kendisinden geçtiği halinde olur. Bu gaybet (kendinden geçme) hali, uyku hali değil, tasavvufta ona mahv haleti denilir. Ama müridin kalbine hasıl olan te’sir ve aşk haletleri, bazı zamanlarda velevki bir lahza bile olsa, her ikisi de hakir, kıymetsiz olmayıp belki büyük ni’metlerden sayılmalıdırlar. Zira sevgiliden hediye edilen hakir bir şey, haddi zatında büyüktür. Topraktan yaratılmış (insan) nerede, vacib teala nerede? Allah, efendimiz Muhammed’e, al ve ashabına salat-ü selam eylesin.

 

BEŞİNCİ MEKTUP

Gavs-ı a’zam kutubların en büyüğü, El-Şeyh El-Seyyid Sıbğatullah El-Arvasi’nin (Kaddesallahü sirreh) torunu Şeyh Muhammed Reşid’edir. Gavsın merkadını ve ev halkını ziyaret etmediğine dair dilediği özürü hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Hiçbir varlık yoktur ki onu hamd ile tesbih etmesin. Salat ü selam mahlukatının en iyisi olan Muhammed’e bütün aline, ensarı ve muhacir olan sahabelerine, ev halkına olsun! Besmele, hamd ü salat ü selamdan sonra, bu mektûb, zelil ve yüce kapı eşiğinin lütfüne muhtaç olan köle tarafından, efendisi ve reisi, iki gözünün nuru, kalbinin kuvveti, gavs-ı a’zamın veledi, insan ve cinlerin kutbunun torunu, medar-ı iftiharım. Ona intisab ve itimadım, farsça beyit:

“Cihanda hiç kimse Hafız gibi köleyi, kendine bir köle edinmedi.

Çünkü dünyada hiçbir kimse, kendine senin gibi bir kimseyi padişah edinmedi.”

Aziz efendimiz Muhammed El-Seyyid Reşid efendiyedir.

Şunu arz eder ki: ayrılık müddeti uzayıp, mülakat sevgisinin ateşi alevlenmekle beraber, maniler onu size kavuşmaktan men edip ne sonbahar ne de sonradan oraya gelmek mümkün olmadığı için, en hakir bir bedeli olsun diye size bir mektup yazdı. Gerçi o, bedellerin en hakiridir. Fakat su olmayınca abdest için, toprak onun bedeli, güneş batınca çıra onun bedeli olur. Farsça bir mısra:

“Güneşin yerine geçecek çıradan başka çare yoktur.”

Hem de bu garib hastanın yaralı kalbi o mektubla şifa bulacak. Susamış ciğerler onunla kanıp, kalblerinin hararetini, söndürücü haberleri tarafınızdan gelmesine bir vesile olmak gayesiyle yazdı. Mektûb küçüklerden bile olsa, kabul edilmesi şerefli zatların şanıdır. Bundan sonra mezkûr köle, sizin ve kapı eşiğinizden bulunan dost ve kardeş ayaklarından öper, parlak himmetinizin lütuflarından duanızı diler. Allah kâinatın en şereflisinin, bütün alinin üzerine salat eylesin!

 

ALTINCI MEKTUP

Bu mektub Hazret’in (Kaddesallahü sirreh) mektublarını derleyen, çekirdeklerin üzerindeki zardan daha zayıfı ve aciz olan, Alâeddin’e. Herhangi bir manevi faydanın elden kaçırılması üzerine, çekilen hasret, o manevi faidenin yerine geçmesinin, bazı zikir, rabıta, sohbetin adabının, kendisinin (Alaeddin’in) görmüş olduğu iki rü’ya tabirinin, müridde ayrılma arzusu galib bulunması layık olduğunun beyanı hakkındadır. Cenab-ı Hak, Resullerin en hayırlısı olan zatın (aleyhisselam) hürmetine, Alâuddin’i Hazret (Kuddise sirruh) un tabilerinin zümresine ilhak buyursun.

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

Hiçbir şey yok ki onu hamd ile tesbih etmesin. Salat ü selam Allah’ın yaratıklarının en hayırlısı olan Muhammed’in bütün al, ashab, zevce ve zürriyetinin üzerine olsun! Bundan sonra, bu mektub alem kutbu kaymakamının perverdesinden, iki gözünün nuru ve pirinin veledi Molla Alaeddin’edir. Allah, onu güzel yetiştirip, pederinin takip eylediği yolda sabit eylesin! Ramazan ayında buraya gelmekten geri kalmadığınızdan, bu tarafa gelmemekten dolayı hasret çektiğinizden haber veren mektubunuz perverdeye ulaştı. Dolayısıyla gayet sevindi. Çünkü o muhabbetiniz size birçok manevi faydalar sağlar. Nitekim İmam-ı Rabbani (radıyallahü anh) buyurdular ki,” şayet bütün günahları işlemişsen, bununla beraber sadata (tarikat ulularına), muhabbetin olsa, hiç korkma! Çünkü ömrünün akıbeti iyi olacaktır. Eğer letaifin, arşa kadar yükselip de sadata muhabbetin yoksa, ulaştığın makamdan kork! Çünkü o yükselme senin için bir istidraçtır. (Azar azar azaba doğru bir yaklaşmadır).” Bitlis’teki ikametin ise, senin için onda, Allah’ın hayır yaratması umulur. Zira ayrılıktan dolayı, mürşidin hasretinde bulunmak, visalden daha ziyade faydası vardır. Nitekim mürşidimiz üstad-ı azam’a (Radıyallahü anhüma), bugün teveccüh yapılmadı dediğinde, üstad (Radıyallahü anh), hasret etmek de tasavvufta onun yerine geçer. Hatta hasret için bazı günlerde teveccühün terkedilmesi layıktır, diye buyurdu.

Lakin oradaki ikametinizden dolayı, ömrünüzün boşuna zayi olduğunu hesaplamakla beraber, manevi ilerlemeniz, zayi olduğu için de şiddetli hasret çekmeniz lazımdır. Orada geçirecek zamanlarınız, daha önce geçirdiğiniz zamanlar gibi olup, öğle namazından sonra vaktiniz, ziyadesiyle rabıta etmek, mümkün olan herhangi bir vakitte, hasret ve iştiyak ile sohbet etmek ayrı ayrı vakitlerde şevk hasıl olmazsa da iştiyakla beş binden dokuz bine kadar vird çekmekle geçsin! Beyit:

” Ey arkadaşım! Bu (Allah’a yakınlık hali) akiktir.

Ona hayran değilsen de karşısında hayran olarak bulun!

Yaptığınız sohbetten maksadın, yanında bulunan arkadaşlarına bir va’z olarak değil, tekellüf de olsa kendi nefsine va’z ettiğinizi düşüneceksin. Sekiz rek’at Duha (kuşluk) namazı, müekkede ve gayr-ı müekkede olan, Revatibe (nafile) namazları kılıp, bunların hepsinin yapılmasında maksadın, ona karşı bir sevab düşünmeden, sırf Allah’ın emrine imtisal ettiğiniz düşüncesi olsun.

Hulasa bedeni ibadete, daha sıkıca önem verilecektir.

Hatme etmek için, mescidde oturduğunu, gördüğün rü’yan, mütâbeat ve ibadete olan isteğine işarettir. Rü’yada birçok engellerden dolayı hatmeyi tamamlamadığınız ise, hayatınızın artmasına işarettir.

Perverde ile birlikte Tırçong köyünden gelmenizi ve başka şeyleri sonuna kadar gördüğün ikinci rü’yanın tabiri, şudur: Gördüğün karanlık, dünya hattına köprü, o hayata iltifat edilmeksizin kısa olarak sayılmasına, yolda geri kalmanız, sende firak huyu, vuslat (sevgiliye kavuşma) huyuna galebe edeceğine işarettir. Firakın galebiyyeti, vuslat arzusu huyundan salik için daha üstün ve daha kamildir. Aynı rüyanda, yolda yürümek için ateş yaktığının tabiri ise, muhabbet ateşini yakmana işarettir. Çünkü salikte muhabbet ateşi parlamazsa, manevi yüce makamlara giden yolları geçmesi mümkün olamaz.

Perverde, (Ziyauddin) bütün ev halkınızdan dua diler. Tarikat talimini öğrenmek isteyen kimseye öğret! Bütün mahalle halkına, talebelere selam eder. Şeyh-i A’zamdan, onun (perverde) için, himmet taleb etmenizi diler. Allah, Efendimiz Muhammed’in, bütün al, ashab ve zürriyet ve zevcelerinin üzerine salat ü selam eylesin!

 

YEDİNCİ MEKTUP

Dünyanın şerefi, ahiretin mezrası için olduğu, yoksa hadd-i zatında dünya, çirkinlerin en çirkini olduğunun, çirkin ve değersizliği akli ve nakli delillerle sabit olduğunun beyanı ile bu konu ile ilgili şeylerin beyanı hakkında. Beşinci mektubda mezkûr Gavs-ı A’zam (Kaddesallahü sirreh) in torunu Seyyid Ali’ye yazılmıştır.

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

Kainatda hiçbir şey yoktur ki onu hamd ile tesbih etmesin. Salat ü selam, mahlukatının en hayırlısı olan Muhammed’in, bütün alinin, sahabesinin, zevceleri, Ensarı ve Muhacir sahabelerinin üzerine olsun!

Bundan sonra, bu mektub, büyük kapınızın eşiğinin lütfuna muhtaç olan zelil köleden, efendisi, kalbinin neşesi, iki gözünün nuru, kalbinin kuvveti, Gavs-ı azamın torunu Aziz ve muhterem Es-Seyyid Ali Efendi’yedir. O Gavs ki, insan ve cinlerin kutbu, öyle bir kutub ki, bu kölenin medar-ı iftiharı, istinad noktasıdır. (Farsca şiir):

“Cihanda hiçbir kimse Hafız gibi bir köleyi kendine köle edinmedi.

Çünkü, dünyada hiçbir kimse kendine senin gibi bir padişah paşa edinmedi”

Şunu arz eder ki: sizden ayrılık müddeti uzayıp için vuslat ateşi alevlenince, bununla beraber birçok maniler onu size kavuşmaktan alıkoyup ne sonbahar ne de sonradan oraya gelmesi mümkün olmadığı için, en aşağı bir bedeli de olsa, onun bir bedeli olsun diye size bir mektub yazmaya teşebbüs etti. Nitekim abdest için su bulunmazsa, toprak onun bedeli olur. Güneş batınca, çıra yakılır. (Farsca bir mısra):

” Güneşin yerine geçecek çıradan başka bir şey yoktur”

Hem de vatanından uzaklaşan kimsenin yaralı kalbi onunla şifa bulsun, susamış ciğerler, kanayıp kalblerin hararetini söndürücü haberlerin tarafınızdan gelmesine vesile olsun diye size bir mektub yazdı. Küçüklerden bile yazılmışsa da kabulü, şerefli zatların şanıdır. Şeferli babalarınızın büyük cedlerinizin yollarında sabit olmanızı Allah’tan niyaz ederim. Onlardan efdal olanın üzerine asaleten ve diğerlerinin üzerine, mütbeaten salat ü selam olsun! Allahü Teala, dünyayı, size ahiret mezraası kılıp bu kâinatın rabbinin rızasının tahsiline sebeb eylemesini dilerim.

Beyt:

“Dünya, ahiret mezraası olduğundan dolayı iyidir.

Allah onda hayır işlenmesi için vermiştir.”

Arz ettiği bu iki fayda dünyada hasıl olur, başkasında değil nitekim farsca bir mısra’da:

“Ey saki! Baki kalan aşk şarabını ver. Zira onu cennetde bulmak istemezsin”, denilmiştir. Hem eğer dünya ahiret için bir mezrea olmasaydı, çirkin şeylerin en çirkini, rezillerin en rezilidir ve Allah’tan uzaklaşmaya, insanı ahirette faydadan mahrum etmeye, akıl sahibi olanların nezdinde, kıymetli olmayan bir evde insan utançtan baş eğmesine sebeb olurdu. Nitekim Fahr-i kâinat, (onun ve ona tabi olanların üzerine salat ü selam olsun) buyurdular ki:

“Dünya (ahirette) evi olmayan kimselerin evidir. Malı olmayanların maldır, aklı olmayan kimse onu toplar?”

Yüce Allah katında dünyanın bir sivrisinek kadar kıymeti olsaydı, ondan bir yudum su bile bir kafire vermezdi, onu yarattığı zamandan beri ona rahmet gözü ile bakmadı denilmiştir. Ne ona ne de ni’metine beka yoktur. Farsca beyit:

” Bu dünyaya gönül bağlama. Fani olan dünya geçer.

İhtiyarlık devresi geldi. Taze gençlik devresi geçecek.”

Güneşin herkese apaçık zahir olduğu gibi, dünyanın kötülüğü de malumdur. Eğer dünyanın bir değeri olsaydı, insan ve cinlerin Resûlü, (Ona, aline salat ü selam olsun!) ona iltifat eder, onun için bir şey hazırlayacaktı. Gerçi bu sözlerin sizin gibilere söylenmesi ve yazılması uygun değilse de size karşı yazılmasına ve söylenmesine, cenabınıza olan şiddetli sevgi ve yüce kapınızın eşiğine olan kalbin yakınması sebep oldu. Farsça beyit:

” Eğer nefesim, (tütsü için kullanılan) buhurdanlık gibi sıcak ise, acayip değildir.

Zira aşkın, kalbimde ateş yaktı!”

Allah’a yemin ederim ki, mezkûr köle, kendi nefsine sevdiği ve temenni eylediği şey’i, cenabınız için de sever ve temenni eder. Nasıl temenni ve arzu etmesin ki, kendisi kat’i olarak kadrinizin yükselmesini, onun için bir yükselme, aşağı düşmesi onun için aşağı düşme olduğunu ve halk arasındaki makbuliyyeti varsa, kapı eşiğinizi öptüğünde, ayakkabınızın hatta köpeklerinizin ayakları altındaki tozuna, yüzümü mesh edip tiryak (panzehir) gibi olan atlarınızın nalının tozunu gözüne sürme gibi çektiğinden olduğunu bilir.

Bundan sonra kapınızın eşiğindekilerin ayaklarından Sulhi ve Abdullah Haydar’ın iki gözlerinden öper. Ah, ah, ah… diyerek hasret çeker. Allahü Teala, efendimiz Muhammed’ e (Sallallahu aleyhi ve sellem) al ve ashabına salat ü selam eylesin!

 

SEKİZİNCİ MEKTUP

Müride layık hatta lazım olan şey, halini mürşidine arz etmesi, veya yazması, cevabını onun yüce görüşüne bırakıp aklına cevabın talebi bile vaki olmaması, düşüncesini tarikattan maksud olan emrin imtisaline hasr ederek, manevi yükselme ve haletler, çocukların iknama sebeb olan ceviz ve üzüm mesabesinde olduklarından dolayı, onlara önem vermemesi, nefsini nakıs ve taksiratlı bilmekten daha üstün manevi bir yükselme olmayıp (Allah alasını bize nasib eylesin). Amelde çalışıp zat-ı Bariyi taleb etmek ni’metinden daha büyük bir ni’met olmadığı konular hakkında, Hınıs kalesinde mukim Molla İsmail’edir.

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

Kâinatta hiçbir şey yok ki, onu ham ile tesbih etmesin! Salat ü selam, efendimiz Muhammed’e (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün al, ashabına, ezvac ve zürriyetine olsun! Bundan sonra, bu mektub, kutbu alem kaymakamının (Radıyallahü anh) perverdesinden, Allah yolunda ki en yüce kardeşi, molla İsmail’edir. Manevi makamlara yükselmesi artırılsın. Sevgiden haber veren mektubunuz, perverdeye ulaştı. Okuyup içindekilerini anladı. Dolaysıyla gayet sevindi. Çünkü ondan muhabbet, sadatın ( Radıyallahü anhüm) tarikatına iştiyak kokusu duyulur.

Ey kardeş! Ona (bana) üç mektub gönderip cevab alamadığınızı, dolaysıyla merak ettiğinizi yazıyorsunuz. Bil ki, dünyadaki şeyler, hasıl olmaları bakımından, vakitlerinin rehineleridirler. (Herşeyin vücud bulması için, özel bir vakit vardır.) belki cevabın tehirinde, bir hikmet olsa gerek. Mürid halini mürşidine bildirmesi layık olup, cevab ise, mürşidlerin re’yine havale edilir. Şayet cevab verme vakti ise, gecikmeden cevab vereceklerdir. Cevab zamanı değilse de cevab verip vermemek hakkında, hiçbir şey söylemezler. Onlarca karar verilmiş durum budur. Edeb ve terbiye itibariyle, müridin kalbi sıkılmaması gerekir. Belki bundan hayır olduğunu ilm-i yakini (içinde şek ve şübhe olmayan ilim) ile bilmelidir. Mürşidler, bazı vakıalarda” Bu vakit cevab vermek vakti değildir” derler. Ama bu nadirdir.

İşte bundan anlaşıldı ki, mürid için terbiye ve edeb bakımından, mürşidinden cevab taleb etmeden halini ona arz etmektir. Hatta mürşidi, onun hakkında ihtiyar eylediği şeyde, hayır olduğunu bilecek ve hatta birçok zamanlarda mürşidin sükutu mürid için cevab olur.

Mektubda” Virdlere devam ettiğim halde, kendimde hiçbir manevi terakki (yükselme) hissetmeyip, günbegün gerileme hissettiğimden dolayı bana üzüntü hasıl olup, o üzüntünün eseri de bende zahir olur” diye yazmışsın. Ey kardeşim! Hayır, yüce Allah’ın ihtiyar eylediği şeydedir. (Farsça beyit):

” Tarikatta salikin önüne gelen her şey, onun için hayırdır.

Doğru yol üzerinde bulunan kimse, ey gönül!

Doğru yoldan çıkmış değildir.”

Emrin imtisalinden başka, müridin üzerinde hiçbir teklif yoktur. Gayesi bu olup manevi makamlara yükselmesi olmayacaktır. Hayrın, emrin imtisalinde olduğunu bilmelidir. Şayet, kâmil bir imtisal yaparsa, haberi olmadan, kendisine terakkinin son derecesi hasıl olmuş olur. Eğer böyle bilmeyip düşünmezse, kendisine terakkiden bir şey hasıl olduğunu hissetse bile, ondan kendisine bir fayda olmayıp, belki idrak ettiği o manevi terakkiden dolayı tehlikeli bir durumdadır.

Sadeddin El-Kaşgari’nin halifesi, Muhammed El-Ruci (Kuddise sirruhüma) buyurdular ki: Tarikat salikinin maksadı, amel etmekten başka bir şey olmaması gerekir. Çünkü bu dünya evi, Allah’a taat ve ibadet evi olup yapılan iyi amellere karşı verilecek mükafat evi olmadığı muhakkıklar nezdinde sabit olmuştur.

Öyle ise erkek isen, erkeklerin ibadete çalıştıkları gibi çalış! Dünyada yaptığın iyi şeylerin karşılığı, ahirette çoktur. Salike maneviyatta görünen hal, huzur ve keşifler, acele olarak onları taleb eylediği şeyler kabilindendirler. Hatta bu durumu, çocuklar onlarla beslendikleri ceviz ve üzüm mesabesinde olup, çocuklara benzeyen tarikat salikleri onlarla beslenirler. Demek ki: Mürid, amelde gevşeklik etmeden çalışması lazımdır. Taat ve ibadetten başka bir gayeyi düşünse, gevşeklik ile zıddı olan hal kendisinden ayrılmazlar. Bütün bu izahla beraber, perverde, senin bu durumun, yükselmenin ta kendisi olduğunu bilir. Zira müridin maneviyatda son terakkisi, kendi nefsini noksan, kemalatsızlıkla muttasıf olduğunu bilmesidir. Nitekim:

” Nefsini bilen, gerçekten Rabbini de bilmiştir.” denilmiştir. Yani kendi nefsini noksan, kötü ve sırf âdem (yok) olduğunu, kemalattan onun için hiçbir payı olmadığını bilen kimse, şüphesiz Rabbini bilir demektir. Öyle ise, salike ne kadar nefsin çirkinliği ve noksaniyet görüşü artsa, o nisbette Allah’a manevi yaklaşması da artar. Hatta onda akıl ve tefekkür olsa, yüce Allah’ı taleb etmesi için kendisine izin verildiğine sevinir. Çünkü Allah, yücelik vasfıyla, kul ise, noksaniyetle muttasıf olduğundan, kendisiyle kulun arasında münasebet olmadığı halde, Allah, onu muhabbetine davet etmiştir. Öyle ise, bundan daha büyük ne gibi bir şey vardır. Hangi ni’met daha üstündür?

Şiir:

” Evet, bana bir visal hasıl olmadan, aşkta müddeti hayatımın sona ermesine razıyım. Eğer muhabbetime intisabım doğru ise.”

Üstad-ı a’zam (Radıyallahü anh):” İbadete çalışıp, Allah’ı taleb etmekten başka, hiçbir şey kıskanmam” buyurdu. Mürşidimiz de (Radıyallahü anh) bu hususta buyurduğunun hülasası şudur: Allah’ı taleb etmek, yolundaki bütün güçlükler ve onun için üzülmek, matlub olup hatta medh edilirler. Lakin müridin sadatlara intisabı dolayısıyla ferahlanmasına, ona her şeyden daha yüce, daha aziz ve şereflidir.

Sonra perverde size hususi ve umumi olarak da bütün müridlere selam eder. Hatme, sohbet edip, muhabbetin artması için sadatdan istimdat etmelerini tavsiye eder. Allah, efendimiz Muhammed’e, (Sallallahu aleyhi ve sellem) al ve ashabına salat ü selam eylesin.

 

DOKUZUNCU MEKTUP

Salikin, Allah yolunu şiddetle taleb etmesine, hiçbir şey muadil olmadığı, kuldan ancak matlub bu olup, diğer şeyler, Allahü tealaya havale olunduğu, çok kamil olanların ölümlerinden sonra da, taleblerinin baki kaldığı ve talebin husulüne sebeb olan şey’in beyanı ile, mürid rüyasında mürşidi veya tabilerinden başka gördüğü rüyasının önemi olmadığı, rüyasında yüce manevi makamlara yükselme kabiliyetine delalet eden rüyayı görürken, ibadette cehd etmesi icab ettiğinden dolayı korkması lazım olduğu, hakkında, bu mektubları derleyen mübarek eşiğin köpekciği olan fakir Alauddin’e göndermiştir. Allah onu Hazret’in ışığı altında bulundurup, kıyamet gününde bayrağı altında haşr eylesin.

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

Hiçbir varlık yok ki,onu hamd ile tesbih etmesin. Salat ü selam mahlukların en hayırlısı olan Muhammed’e, (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün aline, ashab, ezvacına ensari ve muhacir sahabesine de olsun! Bundan sonra, bu mektub, alem kutbu kaymakamının perverdesinden, iki gözünün nuru, kalbinin meyvesi olan El-Molla Alauddin’edir. Allah, onu halka faydalı olması bakımından, din ve dünya güneşi gibi kılsın!

Molla Abdülkerim namıyle gönderilen mektubunuz, perverdeye ulaştı. Dolaysıyla gayet sevindi. Çünkü o, taleb ve iştiyaktan haber verir.

Üstad’ı a’zam (Radıyallahü anh):” Herhangi bir şey için, bende kıskanma yoktur. Hatta, falan kimse zamanın gavsı veya halkın kutbu oldu denilse, talebden başka her iki manevi makama da kıskanmam. Lakin falan adamın şiddetli bir taleb ve iştiyakı vardır denilse, ondan duyduğum kıskanmadan kalbim yanar.” Diye buyurdu. İşte, Üstad-ı a’zam, bu sözleriyle, Allah’ı taleb etmeye herhangi bir şey olursa olsun, muadil olmadığına işaret eder. Hem de bizden matlub olan şey de budur. Diğer makamlara ulaşma işi, Alah’a havale edilir. Hülasa, salikten arzu edilen şey, şiddetle Allah’ı taleb etmesi ve hayatını onda sarf etmesidir. Hafız (El-Şirazi) (Kuddise sirruh) demiş ki:

“Matlubum hasıl oluncaya kadar talebden el çekmem.

Ya ruhum sevgiliye ulaşır ya da ruh bedenimden çıkacaktır.”

Hatta sofiler tarafından,” biz ölümden sonra taleb halindeyiz.” denilmiştir. Nitekim Hafız (Kaddesallahü sirreh) buna da dediği:” Ölümden sonra mezarımı aç, bak! Ki içimdeki aşk ateşinden kefenimden duman yükselir.” sözüyle işaret etmiştir. Talebden maksad, salik matlubu olan Allah’tan başka masivadan yüz çevirmeye cehd edip külliyetiyle Allah’a teveccüh etmesi demektir. Bu hal masivaya iltifatsızlık gözü ile bakması ve matlub olmaması, hepsi de zevalin kenarında oldukları, dünyadaki bütün şeyler, manevi yükselmesine zararlı, tehlikeli olup dünya ve ahiretteki kurtuluşu, hakiki maksuduna bağlı olduğunu bilmesiyle hasıl olur. (Farsça beyit):

“Kalbin masivaya bağlılığı, yüce makamlara terakki edilmesine faydasız ve perdedir. Eğer alakaları kesersen vasılsın (ermişsin).”

Cami (Abdurrahman) (Kuddise sirruh) da taleb hakkında buyurmuşlar ki:

“O, ab-ı hayattan (Allah’ın aşkından) kanmakta benim için maslahat yoktur. Allahü teala ona her zaman susuzluğumu (aşkımı) artırsın!”

El-Hafız da (Kuddise sirruh)

“Ol acı gibi olan şarap ki sofu Ümmül-habais (Kötülerin anası) diye okudu. Lakin bize taze ve bakire kızları öpmekten daha zevkli ve tatlıdır.” denilmiştir. Bu beyitde geçen bakire kızları öpmek tabiri, visalden (Allah’a kavuşmaktan), Ümmü-El-Habais tabiri, onu taleb etmekten kinayedir.

Piri veya pirine tabi olanları veya bulundukları yere iştiyakı ile ilğili, gördüğü rüyalardan başka salikin rüyası makbul değildir. Rüyanda, Üstad-ı a’zamın ( kuddise sirruh) markadı ( mezarı) civarında gördüğün bir çok binalar ise, manevi makamlara işarettir. Bunda, işittiğin ses ile velev ki kapının arakasında oturmakla da teveccühe gitmek için kasdınız ve aniden Üstad-ı a’zamın çıkmasıyla karşılaştığın olay, taleb edilmekten başka bir şey düşünülmemesine işarettir. Defterde ismini, babanın mülkleri senin olduğunu görmeniz ise, senin için taleb kabiliyeti olduğuna işarettir.

Öyle ise, kabiliyetin sende zahir olması için, çalışman ve gayret etmen lazımdır. Çünkü kabiliyetin zuhuru, çalışmaya bağlıdır. Bu rüyadan korkmalısın! Çünkü bu, talebe çalışmayı icab eder. Çalışma olmayıp kabiliyet elden gitse, salik ondan sorulacaktır.

Perverde Maruf, Cüneyd’in gözlerinden öper, talebe, mürid ve muhiblere (dostlara) selam eder, bu taraftaki hal ve durumlar, Allah’a hamd edilmesine mucibtir. Allah’ın salat ü selamı efendimiz Muhammed’e (sallalahü aleyhi ve sellem), al ve ashabına olsun!

ONUNCU MEKTUP

Salik, Mevlasına teslim olup dünyevi ve uhrevi olan bütün nefsani arzuları terk etmesine teşviki, hizmet edip, emr olunan şeylerin yapılmasına devam etmesi, kendisine daha faydalı olduğu, dünya ve ondaki şeyler, mürşidlerin nazar ve iltifatlarına müsavi olmayacakları, yapılacak her bir amelde, mutabeat kasdı lazım oluduğu konuların beyanı ile onlarla ilgili meseleler hakkında, Gavs-ı A’zam (Radıyallahü anh) tekkesinde müderris olan Nurs’lu Molla Abdullah’a yazılmıştır.

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

Hiçbir varlık yok ki onu hamd ile tesbih etmesin. Salat ü selam mahlukatının en hayırlısı olan efendimiz Muhammed’e, (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün aline ve ashabına olsun. Bundan sonra bu mektub, kutbu alem kaymakamının (Radıyallahü anh) perverdesinden Allah yolundaki kardeş ve Allah için dostu, Molla Abdullah’adır. Allah, onu, dünyada sağanak halinde yağan yağmurlar gibi üzüntülerden kurtarıp, ona Allah’a yaklaşma ve neş’eyi arttıran halleri, üzerine nazil eylesin! Perverdeye kavuşmak mümkün olmadığından, değişik mevsimlerde de ona her ne kadar yaklaşılmak istenildiyse de birçok maniler hasıl olup, dolaysıyla size korkunuzun arttığından, haber veren mektubunuz, perverdeye ulaştı.

Ey kardeş! Mahbub, (sevgili, Allah) kuluna ihtiyar eylediği her şey, kul için mahbubdur.

“Kendi içinden gitmeli ve kendinden geçmelidir!” Cümle sadatın dedikleri bazı sözlerdendir. İkincisi, birincisinden daha ala ve yücedir. Çünkü birinci söz, insan kendi nefsani arzularını ve maksadlarını taleb etmekten, ikincisi, bunları kontrol ettikten sonra hem nefsi hem mezkûr arzu ve maksadlarından vaz geçip, terk etmekten ibarettir. Yani salik nefsin payı için, hiçbir şey taleb etmeyip, ta ki nefsine hiçbir ihtiyar sıfatı kalmayıncaya kadar, nefsin işlerini külliyen Mevla’sına havale etmelidir.

Rivayet edilir ki, şeyhlerden birisi, El-Şeyh Abdül-Halık El-Gucduvani’nin (Kuddise sirruh) yanında oturup, ben şöyleyim: şayet, yüce Allah, beni, cennet ile cehennemden, birisini kendime seçmekte serbest kılsaydı, kendime cehennem ateşini seçecektim. Çünkü ben nefse muhalefet etmekle emr olundum. Nefis ise, cehennem ateşini istemez. Deyince, Hace (Kuddise sirruh):” biz öyle değiliz. Hatta bizim bir ihtiyari vasfımız bile yok ki, birisini seçelim. Allah (Celle ve âlâ) bize ne gibi bir şey seçse, o mahbubumuzdur.” Diye buyurdu.

İşte kardeşim: bunu düşün ki, Hace’nin (Kuddise sirruh) buyurduğu bu sözü, bu kavmin tarikatını arzu eden bir kimse, kendi muradından çıkıp, onların yaptıklarına mütabeat ederek, acaba bu iyi midir yoksa iyi değil midir? Diye tefekkür etmeyeceğine delalet eder. Fakat mürid, mürşidinin sohbetine nail olmadığına hasret çekmesi ve ona iştiyakı lazımdır. Hatta çektiği hasretten ölünceye kadar hastalansa, akıldan uzak bir şey değildir.

Mısra:

“Mahbubun iştiyakından hastalandım.

Ve beni terk ettiğinden öldüm.

Öyle ise, bu durumla sana nasıl halimi şikâyet edeyim?” beyti:

“Kendimden geçtiğim için, her gece, ayrılık kederinden,

‘ya Rabbi’ narasını çekip feleğe ulaştırdığımın haberini acaba mahbubuma kim eriştirecektir?”

” Evraddan hiç birisi bende te’sir edip, onunla müteessir olmadım” diye yazdınız. Ey kardeş! Mürid hiçbir şey düşünmeden, kendi üstadının emrine imtisal etmesi lazımdır. Başka bir şey tefekkür etmesi, tarikat haricidir. Bekli üstadını taklid ederek amel edecektir. Emr ettikleri şeyler, faydadan yoksun değillerdir. Üzerimize vacib olan şey, emirlerine imtisal etmektir. Bize bir halin zuhur edip etmemesi, onlara tafvici (havale) edilmiştir. Emre imtisal edip de bir şey’in (eserin) zahir olmamasından dolayı, imtisalin kıymeti olmadığı zan edilmesin. Çünkü bazı zanlar günahtır.

El-Cami (Abdurrrahman) (Kuddise sirruh):” Fayda: Mahbub için hizmet etmektir. Ondan daha üstün bir fayda yoktur.” buyurdu.

Rabıta kokusunun lezzetinden bana, ehemmiyetsiz bir zevk hasıl olur. Diye yazmışsınız. Ey kardeş! Ona nasıl önem verilmesin ki, büyük zatlardan vaki olan az bir şey, çoktur. Yine onlardan vaki olan hakir bir şey, çoktur. Yine onlardan vaki olan hakir bir şey, büyüktür. Mevahib El-Ledünniyye kitabı ile, şerhinde demiş ki:” muhabbet, mahbub için, çok yapılan amelleri az, mahbubdan gelen az bir ni’metin çok bir ni’met olduğunu bilmektir.

Nitekim:” senden (mahbubdan) olan az bir iyilik, bana yeter. Lakin, senin az olan iyiliğine, az denilmez.” Denilmiştir. Burada Mevahib kitabı ile, şerhinin ibareleri sona erdi. Büyük zatlardan olan şey’e nasıl az denilebilir ki, onların tek bir nazarı, dünya ve dünyadaki şeylere mukabildir.

El-Hafız:

“Eğer Şiraz’ın o mahbubu, gönlümüzü ele alırsa, onun benine,

Semerkand ile Buhara’yı bağışlarım.” Demiş. (Onun söylediği bu beytine karşı) başkası da demiş ki, beyit:

” Yanlış söyledin, hata ettin (ey hafız!) sevgilinin kıymetini bilmedin.

Ben mahbubun tek, bir bakışına (kıymet olarak) her iki dünyayı (dünya ve ahireti) satarım” demiştir.

Bununla beraber, rabıtanın size te’sirsiz oluşunun sebebi, şartlarının yerine getirmediğindendir. O, şartların bazısı şudur ki: ne olursa olsun, mahbubdan (Allah’tan) başka hiçbir şey’e kalben iltifat etmemektir. Mümkünse virdlerini ayrı ayrı vakitlerde, yani sabah, duha, öğle ile ikindi namazından sonra, mümkün olmazsa, sabah namazından ve yatmadan önce, yapmanız, akşam ve yatsı namazlarından sonra, rabıta niyetiyle, gözünüzü kapatmakla, sadatın da (Kuddise sirruhüm) böyle yaptıklarını düşünerek, (biz dahi sureten de olsa, adetlerine uymaktayız.) diye tefekkür etmeniz lazımdır. Sizin, Mustafa’nın (Sallallahu aleyhi ve sellem) şeriatına tabi olanların üzerine, selam olsun! O, şeriat sahibinin üzerine de en üstün salat ü selam ve sena olsun! Bazı vakitlerde, bizden bedel olarak, Gavs-ı a’zamın (Radıyallahü anh) türbe-i şerifinin ziyaretine gitmenizi dileriz. Devamlı saadet üzere bulunun!

 

ONBİRİNCİ MEKTUP

Şiddetli talebin fazileti ve ona teşviki, tasavvuftaki fena makamı, bu çeşit talebden ibaret olduğu, mürid, bütün gayesini üstadın nazarına hasr etmesi, maneviyat için hiçbir şey, o nazara müsavi olmadığı, mürşidlerden müride hasıl olan himmetleri, hamdetmeye mucib olduğu, hasıl olmadığı takdirde, müriddeki nefsinin, kusurundan ileri geldiğinden, dolayı hemen istiğfar edip, Allah’a yalvarması icab ettiği, rabıtadan maksad, dünyadaki bütün şeylerden düşüncesini sıyırıp, Allah’ın huzurunda bulunması lazım olduğu bilinmesinin beyanı ile, sohbetin bazı adab ve şartları, her şey’in bir vakti olduğuna göre, yapılan ibadetten hemen istifade edilmediği takdirde, ye’se (ümidsizliğe) kapılmaması, konuların beyanı ve o mevzularla ilgili mes’eleler hakkındaki mektubları derleyen fakir Muhammed Alauddin’e gönderilmiştir. Allah, onu (Alauddin’i) Şeyh Muhammed Ziyauddin’in kapı eşiğinde bulunan köpeklerinden ad eyleyip, kendisine zümresinden ayrılmamasını nasib eylesin.

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler insan kalbini feyzlerin mahallî yapan Allah’a olsun! Kendisi ile kullarının arasında vasıta olanın (Muhammed’in), (Sallallahu aleyhi ve sellem ) ve sohbetiyle şereflenmiş olan âlinin ve sahabelerinin üzerine salât ü selam olsun!

Bundan sonra bu mektûb, âlem kutbu kaymakamının perverdesinden, gözünün nûru, kalbinin meyvesi, islam dinini ve milletini değerlendiren en yüce şeyhin oğlu Molla Alâuddin’edir. Allah, onu Resûllerin efendisi hürmetine mukarrebun, (Allah’a yakın olan kimselerin) temenni ettikleri en yüksek makamına ulaştırsın! Kıyâmete kadar, mezkûr Resûlün, âlinin ve sahâbelerinin üzerine salât ü selâm olsun!

Sevgili hasret ve Nâkşibendî sâdâtına (Kuddise sirruh) olan misbetine muhabbetinizden, nazarınızın üstadına hasr olduğundan bahs mektûbunuz, perverdeye geldi. Dolayısıyla Allah’a hamd ve şükretti. Zira gerçekten her ikisi de müridin son emelleridir. Nitekim Üstad-ı a’zam, buyurdular ki, “Tâlebden başka hiçbir şey’e hasedim yoktur. Eğer bir kimse için, şiddetli tâleb olduğunu duysam, benim için olmasına hasret ederim.” Hattâ, tasavvufta tâleb, ötesi önemli hiçbir şey olmadığı denilmiştir. Nitekim El-Hafız:

“Maksûdum hâsıl oluncaya kadar, tâlebden el çekmeyeceğim.

Ya beden mahbûba erişecek veya rûh bedenden çıkacaktır.” Daha sonra, Hafız:

“Ölümümden sonra mezarımı aç da gör ki, içimdeki aşk ateşinden, kefenimden duman yükselir” demiştir.

İşte Hafız’ın beytinden Allah yolunda doğru olan tâlib, ölümünden sonra da tâleb hâlinde olup tâlebden kesilmediğine belki tâlebe daha şiddetli olduğuna bir işarettir. Bunun hikmeti, tâlebin en üstün bir manevî mertebe olduğundan başka bir şey değildir.

Valîdiniz olan en büyük Şeyhimi, (Radıyallahü anh) bir vakitte huzûrunda fenâ makamının bahsi gelince, Üstad-ı azamdan o mevzuu şöyle hikâyet eder: Gavs-ı a’zam kendisine “Bunlar (tasavvuf ehli), bize fena hâleti hâsıl olur. Sonra geçer.” derler. Halbuki ben öyle değilim. Belki bana hâsıl olduğu zamandan beri, o hâlet geçmemiştir. Sen de öyle misin?” diye buyurdu. Üstad-ı a’zama bu fenâ hâlet, Hunuk’ta okurken kendisine hâsıl olduğunu zan ederim. Çünkü o vakitte onun için çok şiddetli bir tâlebi vardı.

İşte bundan anlaşıldı ki, tasavvuftaki fenâ hâleti, tâleb ile son derecede bulunan taallûk ve irtibattan ibarettir. Hattâ fenâ ancak tallûk ve irtibatın tâ kendisi olduğu denilmiştir. Öyle ise, şiddetli tâlebde, kalben ona bağlanmaya ve artması için yüce Allah’a yalvarmaya acele çalışın! Hiçbir şey, mürid himmetini üstadının nazarını kazanmaya hasr etmesini muâdil olamaz. Hattâ muhtelif manevî kademe ilerlemesi, mezkûr nazara göre olduğu sabit olmuştur. Ve o, bu yüce tarikatda hattâ diğer tasavvuf tarikatlarındaki bütün âdâbından daha âlâdır. Farsça Rübâi:

“Eğer cehennem zilletle beni yakarsa, yak de!

Eğer cennet bana bahçe olmazsa, olmasın de!

Ben Ashâb-ı kehf köpeği olarak yiğitlerin kapısında mukîmim.

Her kapının etrafında dolaşmam. Benim için bir kemik olmasın de!”

Bu Rübâi ile, tarikat sâliki, manevî hâletlere ulaşmasına göz dikmemesi, ancak Bende, düşüncesi üstadın kendisine nazar etmesi için lâzım olduğuna delâlet eder.

Ey Aziz! “Bende, sevgi, râbıta, ihlâs ve teslimiyyet vasıfların birleşmeleri az hâsıl olur. Gerçekten virdler esnasında bâzan az bir lezzet, şevk, râbıta ve zikir ederken her ikisinin ve zikrin lâfız ve manâsı kalbimde birleşmeleri de hâsıl olur. Bâzı vakitlerde bunlardan hiç birisi hâsıl olmaz.” diye yazmışsınız. Ey Aziz! Bu Allah’ın (Celle ve âlâ) bir keremidir. Bunun için ona hamd ü şükür etmek lâzımdır. Sâdât-ı Kirâmın (Kuddise sirruhüm) bir nazarıdır. Yoksa, senin dediğin, uzun bir zaman ve şiddetli meşakkâttan sonra ancak hâsıl olabilir. Öyle ise, bunu kendine büyük bir ni’met bil! Onu hakîr ve az zannetme! Lâkin durmadan bu hâletin ard arda artmasını tâleb eyle! Bu hâlin husûlü Allah (Celle ve âlâ) ve Sâdât-ı Kirâm vasıtasıyla olduğundan Allah’a (Celle ve âlâ) hamd edilmesi, hâsıl olmaması ise, nefisten ve nefsin tâlebdeki gevşekliğinden ileri geldiği için de yüce Allah’dan (Celle ve âlâ) mağfiret tâleb edilip ona yalvarmak ve Sâdâtdan himmet tâleb edilmesi gerektiği bilinmelidir.

Yine mektûbunda “Râbıta ederken her iki dirseğimi, iki dizimin, iki elimin ayasını da iki yanaklarımın arasına bırakıyorum. Bundan bir terki edep var mıdır” diye yazmışsınız. Ey Aziz! Bu durum fakirliğin son derecesine delâlet ettiği için, iyi bir hey’ettir. Zaten tarikatta bunlardan maksad, râbıta için kalbi, başka düşüncelerden kurtarmaktır. Bu herhangi bir hâlet üzere olurlarsa iyidir.

Halk, şeyh-i a’zamın sohbet odasında toplanmalarına sevin! Ey Aziz! Bilmelisin ki, sen ortada olmadığın hâlde, senin gürültün ve şamatan vardır. Nitekim Şeyh Bahauddin’in (Kuddise sirruh) dediği gibi: “Tiv Tiv jete hingivin je kâhbi te.” Viz viz senden, bal ise, kâhpi (köyünden) geliyor.  Kendi nefsini sohbetinde bulunanların hepsinden aşağı bil! Nitekim bu tarikatın reisi, (Kuddise sirruhüm) ve (Radıyallahü anhüm) buyurdular ki:

“Sohbetin (vaazın) şartı, meclistekilerin yek direğinde yok olmaktır.” Yani cemaatte bulunanların her birisi arkadaşından istimdat etmesi ve onun gölgesiyle gölgelenmesini arzû etmesidir. Yapacağın vaaz kendi nefsin için olup, yanında bulunanlar için düşünmeyeceksin.

Yine mektûbda, şerefli annem ağlayıp der ki: “Bize zamanında şeyh-i a’zamdan (Radıyallahü anh) faydalanmak istemediğimiz için, maneviyattan hiç faydalanamayacağımızı, bize hiçbir manevî huzûr hâsıl olmayacağını bilirim.” diye yazmışsın. Ey Aziz! Menfaat ne zaman olursa olsun, o cenâbdan (şeyh-i a’zam) dır. Onun için, hayatı ile vefatı arasında bir fark yoktur. Lâkin eşyaların husûlü, Allah onları vücuda getirmesine tahsis eylediği vakitlerinin rehineleridirler. (o zaman da hâsıl olurlar.) Öyle ise, validen ameldeki çalışmasını artırıp, mezkûr cenâbdan himmet dileyerek, kendisine o hususta gevşeklik olmamak için, ilerde “hiç faydalanmayacağım” diye tefekkür etmesin! Ne zaman tâleb kendisinde hâsıl olursa, yüce Allah’dan tevfik ve üstad-ı a’zamdan (Radıyallahü anh) himmet geleceğini kat’î olarak bilmelidir ki, kendisine manevî zevk, şevk ve huzurun husûlüne sebep olsun! Mamafih kendisinde hâsıl olan iç harâret, şevk ve manevî huzûr, Allah’ın ona verdiği son keremidir. Çünkü kendisi, eskiden ev işleri ve hizmetine meşguldü. Kendisi bu durumu ile beraber, yüce Allah’tan tevfik ve şeyh-i a’zamdan (Radıyallahü anh) himmet olmasaydı, onda bu hâletler nasıl hâsıl olur? Öyle ise, amelde çalışsın ki şeyh-i a’zamın himmetiyle, bu hâletler kendisinde devam etsin! Sonra, perverde, kendisinden, diğer vâlidenizden ve bütün ev halkından dua diler, sana ve mârufa selam edip sizin ve kardeşlerinizin gözlerinden öper, müridlere selam eder. Allah, efendimiz Muhammed’e, (Sallâllahü aleyhi ve sellem) bütün âl ve sahâbîlerine salât ü selâm eylesin.

 

ONİKİNCİ MEKTUP

Sâdât-ı kirâmı (Radıyallahü anhüm) sevmeye teşviki, o sevginin şerefi, alçak dünyanın zemmi ile kötülüğünün beyanı hakkında Zirkîli Kulihan bey’edir.

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

Hiçbir varlık yoktur ki onu hamd ile tesbih etmesin. Salât ü selâm, mahlûkatının en hayırlısı olan Muhammed’e, (Sallâllahü aleyhi ve sellem) bütün âline,ashâbına, zevcelerine, ensâri ve muhâcir sahâbîlerine olsun.

Bundan sonra, bu mektûb, âlem kutbu kaymakamının (Radıyallahü anh) perverdesinden emsal ve çağdaşlarının en iyisi Kulihan bey’edir. Allah onu, dünya ve âhirette fitne ve belâlardan korusun. Perverde, Gavs-ı A’zam ile Üstad-ı A’zamın (Radıyallahü anhümâ) kapı eşiklerinize olan muhabbeti duydu. Bunu kıymetsiz ve hâkir olduğunu zan etme! Belki bunu Allah’dan (Celle ve alâ) gelen bir ni’met olduğunu bil! Zira bu tâifeyi sevmek, ebedî hayat ve dâimî bir kurtuluş meyvesi verir. Şübhesiz denilmiş ki: Bu muhabbete hiçbir şey muâdil olamaz. Onları sevmek, Allah (Celle ve alâ) ve Resûlünü sevmeye sirâyet eder. Nitekim Peygamber (Sallâllahü aleyhi ve sellem): “Kişinin haşri, (dünyada) sevdiği kimse iledir.”

Öyle ise, mümkün olduğu kadar, insan, yaratılan âzalarını yaratılış gayesi yolunda sarf etmek ve Allah’ın buğz ettiği kötü dünyaya az iltifat etmek suretiyle şükr etmek lâzımdır. Hattâ, yüce zatlar, dünyaya iltifat edip ona önem veren kimseyi akılsızlardan, ona yüz çevireni akıllılardan saymışlardır. Çünkü akıllıların en akıllısı olan, Peygamberimiz (Sallâllahü aleyhi ve sellem) olduğu halde, ondan yüz çevirmiştir. Nitekim buyurdular ki, “Dünya, (ahiretde) evi olmayanın evidir, malı olmayanın malıdır. Akılsız olan onu toplar.”

 

Yine:

“Dünya, mü’min için cehennemdir. Kâfir için cennetdir. Şayet dünyanın kıymetçe Allah nezdinde bir sivri sineğin kanadı kadar değeri olsaydı, ondan bir yudum su bile kâfir kimseye vermezdi.” Buyurdu. Sizin gibilere, himmetinizi, çirkin dünyaya hasr etmek değil, belki âhirette felâhına sebeb olan şey’i eklemeniz lâzımdır. İmamınızın, kardeşlerinizin, size tabî olanların, Mustafa’nın (Sallâllahü aleyhi ve sellem) şeriatına tabî olan kimselerin üzerine selâm olsun! Allah, Efendimiz Muhammed’e, âl ve ashâbına salât ü selâm eylesin!

 

ONÜÇÜNCÜ MEKTUP

 

Nakşibendî tarikatına mensub olanların arasında malûm teveccühün âdâbı ve onda en mühim olan şey; mürşid, nefsinin hiçbir şey’e lâyık olmadığını bilmesi, feyizlerin, ancak şeyhinden geldiği ve bu konu ile ilgili şeylerin beyanı hakkında bundan daha evvelki mektûblarda def’alarla bahsi geçen Bitlisli Molla Mustafa’ya yazılmıştır.

 

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

 

Bütün hamdler, cûd sahibi olan Allah’a mahsustur. Salât ü selâm Makâm-ı Mahmûd sahibi Efendimize, kâinatta temiz rûhlu olan âline ashâbına olsun! Bundan sonra, bu mektûb, alem kutbu kaymakamının perverdesinden sıdk ve vefa sahisi., kalbiyle Allah’a müteveccih, mâsivayı terk eden, muhabbet ateşiyle yanan, sohbet ve ülfete haris, Nakşibendî nisbetinin sahibi, Seyda hazretlerinin halifesi, (huzûrlu) vakit ve safâ sahibi efendimiz Molla Mustafa’yadır. Kendisinde cezbe ve muhabbetîn hâsıl olması hususunda Allah onu mütevekkil kimse eylesin! Perverdeye mektûbunuz vâsıl olmadan üç veya dört gün önce, sizi özleyip kalbî muhabbetinizin harâretiyle alevlendi. Kendisinde sabır kalmadı. Dolayısıyla, hakkınızda, vefânıza ve perverdeyi nefsinize tercih ettiğinize dair, Muhammed Said ile konuştu. Mektûbunuz gelinceye kadar, bu durum kendisinde devam etti. Onunla gayet sevinerek Allah’a hamd ü şükr etti. Zira perverede, yükselmesini ve makamının artmasını, Üstad-ı a’zama (Radıyallahü anh) tâbi olanların kendisine yapacakları iltifatlarından bilir. Beyit:

 

“Câmî (Abdurrahman), senin meclisinde bulunmak hevesinden başka bir şey arzû etmez. Lâkin sultanın huzuruna çıkması için, fakir kimseye kim yol verir.” Perverdeye makamdan bir şey yoktur. Olsa da Üstad-ı a’zam tâbîlerin nazarları ve onlarla yaptığı sohbetlerindendir. Beyit:

 

“Ayna sensin, (Ey sevgilim) o (Câmî) aynanın bezeyicisidir. Sen gizlisin, o aşikârdır.”

 

“Manâyı sen böyle ifade edersin ey şeker ağızlı. Ben ise, kitab cildi, ses ve harfim.”

 

Hülâsa perverde kusurlu da olsa, sizin gibilerin himmetinden ümidini kesmez. Kerem ve vefâ ehli olduğunuz hâlde, nasıl ümidini keser zira kerîm kimse, dilencisini boş çevirmez.

 

Mektûbunuzda tevveccüh yapılmasının keyfiyetini sormuşsunuz. Efendim, perverde o hususta cevap verecek kabiliyette değil. Lâkin ya üstâd- a’zam veya şeyhimizden (Radıyallahü anhümâ) işittiğine veya anladığına göre, konuşacaktır. Üstad-ı a’zamın âdeti, teveccüh yapmadan önce, Allah’a âşık olanların yazdıkları kitablarını okumasıyla, bast ve neş’esine sebeb olacak bir kimse ile sohbet etmekle meşgul olup, konudan hariç hiçbir şey konuşmazdı. Belki sâdâtlardan bu husus, kendi mürşidinden (Radıyallahü anhüm) bahs ederdi. Teveccüh zamanı yaklaşınca, cemaate oturmalarını emr ederdi. “Şübhesiz sâdâtın nisbeti, mürşid, cemaatını otur emri eylediği zamanda, teveccüh eder” derdi. Öyle ise emr olundukları zaman, beklemeden hemen oturmaları lâzımdır. Teveccüh zamanı gelince, âdâba göre mürşid abdest alıp, abdest âzaları kurumadan önce, teveccüh yapılacak yere acele gitmelidir. Lâkin abdest, sünneti kılınacak kadar zaman geçmemesi lâzımdır. Yine teveccüh terbiye bakımından, abdestten sonra, sigara içmemesi, acele etmeden vekar ve huzur içinde yürümesi, mânen mürşidinin kendi önünde bulunduğunu düşünmesi icab eder. Teveccüh yapılacak evin kapısına veya teveccüh yapılacak yerin yakınına ulaşınca, bütün cemaatin ferdlerinden istimdad edip, kendisinin o işe lâyık olmadığını belki boş olan bir su kabı gibi olup bu teveccüh ve irşad mertebesinden birçok merhalelerle uzak olduğunu düşünmesi, müridlerin teveccühden istifadelerini kendinden bilmeyip belki üstaddan onu emir eylediği sebebiyle olduğunu bilmesi lâzımdır. Beyit: “Ben neyim, bir şey değilim. Benim rûh ve revanım sensin. Ben kuru bir ağacım, üzüm bağı değilim. Bağ ve bahçem sensin. Sensiz bir adım bile koşamam, duruşum, gidişim, sensin.” Mürşid, bunları yaptıktan sonra, cemaatin halkasına dahil olup ya iki re’kat düha, ya da abdest sünnetinin namazına veya mezhebine muvafık ise, her ikisine de niyet ederek iki re’kat namaz kılar, selâmdan sonra bir Fâtiha ile üç def’a İhlâs (Kulhüvallahü Ehad) sûresini okur, sonra dua etmeye başlar, (nakşî sâdâtın silsilesini okurken) tarikat reisinin bahsine gelince, yüzünü cemaatin halkasına doğru çevirir. Üstad-ı a’zamın bahsine gelince, üstadın bulunduğu cihete doğru yönelir, kendisine (tarikat sâdâtının) rûhâniyetleri zâhir olunca, hemen kalkıp, rûhâniyetler cemaat halkasının hangi tarafına giderlerse, arkalarından gitsin! Zahir olmazlarsa, istediği tarafa gidip o tarafa teveccüh eder. Bu durum, rûhâniyetlerin de o tarafa gittiklerine alâmettir. Mürşidin teveccüh yapması, üstadın rûhâniyetinde fâni olmakla olur.

 

Üstad-ı azam, (Radıyallahü anh) yaptığı bâzı teveccühleri hakkında buyurdular ki: “Ben maneviyatda falana giderek ondan nisbet aldıktan sonra, teveccüh saflarının aralarında dolaştım” Şeyhimiz de (Radıyallahü anh)” Ben her bir ferde üç teveccüh yapıyorum. Yalnız bana vasıta oluşundan dolayı üstadımdan kendim için, sonra hem kendime hem de teveccühünü yapacağım kimseye, istimdad eder, daha sonra, nefsimi üstadın nefsinde fenâ (yok) edip o kimsenin teveccühünü yapıyorum.” buyurdu.

 

Teveccüh etmeye liyâkatim yok diye uzun uzadıya yazdığın mes’elenin cevabı şudur: bu görüş, teveccüh yapana lâzım olan şartlardandır. Hattâ teveccüh eden kimse, nefsini teveccühte bulunan bütün kimselerden hattâ bütün eşyalardan daha aşağı olduğunu bilmesi lâzımdır.

 

Bu tarikat reisi olan Hâce Behâuddin Nakşibend (Kuddise sirruh) buyurdular ki, “Şübhesiz nefsimi her şeyle karşılaştırdım. Onu her şeyden hattâ köpeklerin artığından daha aşağı, daha hakîr, daha zelîl olduğunu gördüm.”

Hâce El-Ahrar da (Radıyallahü anh), “Eğer vecd, şevk sahibi bir yoldan gidip de onda yatan bir köpeği zarûretsiz olarak uykusundan kaldırsa, buna üzülmeyip durumu değişmezse, onun bu durumu şeytandandır.” buyurdu.

 

Teveccühü yapan mürşid, üstadının emrine imtisal etmek maksadıyla, ne için kendisine emr eylediğinin sebebini bilmeden teveccüh edecektir. O esnada abdest bozulup bozulmadığı zannına iltifat etmez. Bâzı müridler, Allah’ın aşkıyla müşerref olup, onlardan zâhir olan aşk, manevî yaklaşma (sâdâta) ve rûhâniyetlerinin huzûruna katılmalarındandır. Teveccühe katılan mürid, (sâdâtın) Allah’a olan muhabbet ışığından yansıtmalarından yansımış olur. O esnada kendisinde hâsıl loan korku hâletinin sebebi de budur. Zira “müridin durumu, kendisine aks eden şevk ve korku hâletinden anlaşılır.” demişlerdir.

 

Mektûbunda yazdığın Hacı Ahmed kızının mes’elesi ve kalem ile beyan edilmeyecek kadar zuhûr eden eziyet ve hâdise hakkında, perverde, “Ebeveynine Allah’tan, en iyi sevab ve Molla Derviş’e de lâyık olduğu cezayı versin!” diye dua eder. Perverdenin zannına göre, bu musibet, ebeveynleri için yüce Allah katında makbul olmalarına ve Üstad-ı a’zama (Radıyallahü anh) karşı olan muhabbet ettikleri davalarında doğruluklarına delâlet eder. Hattâ bu, onların mezkûr davalarına bir şahid hem de kâmil bir şahidtir. Çünkü her ikisi, Molla Derviş’in Üstad-ı a’zama mensub olduğu için rızâsını kendi rızâlarının üzerine, re’yini kendi re’ylerinin üzerine tercih etmişlerdir.

Perverde, ellerinizden öper, duanızı diler. Dünyadaki her şeyden kendisine Üstad-ı a’zamın bulunduğu mekânın komşuluğunu seçen, en doğru yoldaki halifesi Reşid de ellerinizden öper, duanızı diler.

 

Allah, efendimiz Muhammed’e, (Sallâllahü aleyhi ve sellem) bütün âl ve ashâbına salât ü selâm eylesin!

 

ONDÖRDÜNCÜ MEKTUP

 

Pederinin halifesi, zamanında eşi bulunmayan tek âlimi, ilimleri deryâ gibi olan selef âlimlerin bakîyyesi, muteahhirden ehl-i cezbenin reisi, Siirtli Molla Halil’in torunu El- Şeyh Abdülkahhar’a, Hazretden (Kuddise sirruh) vâki olan bâzı hareketinden dolayı, mezkûr şeyhin (Kuddise sirruh) halifelerine sığınması ve onlara karşı itaatkâr olduğunun beyanı hakkında yazılmıştır.

 

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

 

Kalbleri, gözleri nûrlandıran Allah’a hamd olsun. Mukarrabun (Allah’a yakın olan kimselerin), itâatkâr olanların efendisine, hayırlı âl ve ashâbına salât ü selâm olsun! Bundan sonra, bu mektûb, âlem kutbu kaymakamının (Kuddise sirruh) perverdesinden, vücûdunu Allah’ın (Celle ve alâ) muhabbetinde fenâ eden, Allah’dan başkalarının üzerine cezbeyi (Allah aşkı) tercih eden, Allah’ın zâhir ve bâtın isimlerinin tecelliyâtlarına mazhar olan Efendimiz El-Şeyh Abdülkahhar’adır. Allah onu Nebiyy-i muhtar (Sallâllahü aleyhi ve sellem) yüzü suyu hürmetine âfetlerden sâlim kılıp, manevî kemâl zirvesinin derecesine yaklaşanlardan eylesin!

 

Bir seneden beri perverdeye, sohbetinizin iştiyakı hâsıl olup, size kavuşmak şerefini arzû eder. Yüceliği yüceliğinizle, şerefli duanız vasıtasıyla olduğunu kesinlikle bildiği hâlde, sohbetinizi ve kavuşmanızı nasıl arzûlamasın? Geçmişteki muhabbetimizi unutturmamasını, günden güne arttırmasını Allah’tan niyâz eder, sizin gibi zâtların ona iltifat ve kabul gözü ile bakmasını diler. Zira perverde, pîrinizin dergâhının hizmetçisi olup, bu vazifesinden başka kendisinde de herhangi bir fazilet olduğunu bilmez. Eğer rızânıza muhalif bir şey kendisinden sâdır olsa, ondan yüz çevirmemek, belki onu ikaz etmek emsâlinize yakışır. Kendisi, bu hizmetçilik vazifesi dolayısıyla sizin gibilerin üzerine bir hakkı olduğunu fasid zannı ile zan eder. Şiir Farsça:

 

“Hamamda, bir gün güzel kokulu bir çamur parçası mahbûbun (sevgilinin) elinden elime geçti. Ona dedim ki, “sen misk misin veya anber misin” Çünkü senin gönül çekici kokundan mestim.” Çamur dedi ki, ben nâçiz bir çamur idim. Lâkin bir müddet gül ile beraber kaldım.”

 

İşte mezkûr sebeblerden, kendisine iltifat etmeniz gayesiyle ve “abdest için su bulunmazsa, toprak onun yerine geçer.” sözü hükmü mucibince, Üstad-ı a’zam (Radıyallahü anh) ile yaptıkları eski sohbetlerin hukukunu unutmayan kimselerden sâdır olan dua ve iltifatlarından başka, itimad edilecek hiçbir şey yoktur. Geçen sene ondan (perverdeden) vâki olan hareketten maksadı, sizinle mülâkat ederek, Şeyh Şihabüddin’den, size hâsıl olan üzüntünün gitmesinden, Şeyh Abdülhakim’in ev halkına, onların ve kendisinin Hazretin reisi El-Şeyh Abdülkahhar olduğunu bildirmekten başka bir şey değildi. Maksadı, bundan başka olmadığına da Allah’a yemin eder. Fakat perverde o tarafa gelince, iş isteğinin aksine cereyan ettiğinden pişman olup geri dönmesinde, bir mahzur görmedi.

 

“Kişi bütün temenni ettiği şeylere ulaşamaz. Rüzgârlar, vapurları istemediği istikamete beraber seyr ederek götürür.” Hülâsa: Gerçi perverde doğru yoldan hariç ise de, kendini zorlasa da sizin gibilerin kalbini kırmamayı temenni eder. Halen, Şeyh Abdülhakim’in ev halkına iltifat etmenizi cenâbınızdan taleb eder. Ki onlar, büsbütün size bağlanıp, perverdeden alâkaları kesilerek, kendisiyle yaptıkları muharebeden dolayı, darılmanıza sebeb olmasın. Çünkü o yanılmış da olsa, Üstad-ı a’zama (Radıyallahü anh) tâbi olanlara hizmet etmeğe hakkı olduğunu bilir. Eğer ona insaf gözü ile bakıp, Üstad-ı a’zamın (Radıyallahü anh) halife ve tabîilerine karşı hareketini teftiş ederseniz, onu mazûr görür, onu kabul edeceğinizi ve kendisini de onun (Rahmetullahi aleyh) halifelerine itaatkâr olduğunu zan eder. Durumu böyle olan kimseden Allah (Celle ve alâ) ve Üstad-ı a’zamın (Kuddise sirruh) yoluna aykırı bir hareket olursa, zatınız gibiler, tarafından uyarılması gerekir. Tâ ki davasında sadık olup olmadığı meydana çıksın. Uyarıldıktan sonra şayet sadık ise, yaptığı yanlış hareketinden eteğini çeker. Çekmediği takdirde, davasında yalancı olduğu apaçık müşahede edilecektir.

 

Sonra perverde, ellerinizden, Molla Mahmud ile kardeşinin gözlerinden öper. Sizden ve meclisinizde bulunanlardan dua diler. Erşed (en doğru yolda olan) halife Molla Reşid de el ve ayaklarınızdan öper. Allah, efendimiz Muhammed’e, (Sallâllahü aleyhi ve sellem) âl ve ashâbına salât ü selâm eylesin!

 

ONBEŞİNCİ MEKTUP

 

Halkı Allah yoluna irşad etmekle me’mur olunan kimse, kendisinde, tam bir şevk hâleti veya halkın kitleler hâlinde, tarikata dahil olduklarını görünce, gurur ve neş’eye kapılmadan, işinde gevşek olmadan, devamlı olarak şükr etmesi, Allah’tan rica ve mağfiret dileyip nefsinden teberri ederek, Allah’a fakirliğini arz etmesi, vacib olduğu ve bu konu ile ilgili mes’elenin beyanı hakkında, açıkça muhabbet ve kahır, cezbe sahibi olan halifesi Tili köyünden Şeyh Şihâbüddin’e yazılmıştır.

 

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

 

Salât ü selâm, efendimiz Muhammed Mustafâ’nın, (sallâllahü aleyhi ve sellem) safâ ehli olan âl ve ashâbına olsun.

 

Sonra bu mektûb, âlem kutbu kaymakamının (Rahmetullahi aleyh) perverdesinden, Allah yolundaki kardeşi ve Allah için dostu, dini değerlendirmeğe çalışan Şeyh Şihâbüddin’edir. Allah, onu mukarrabunlardan (kendine yakın olanlardan) eylesin!

 

Mektûbunuz, perverdeye vâsıl olup, hülâsasını anlayarak manâsından zevk aldı. Dolayısıyle son derece sevindi. Halkın tarikata dahil olduklarından, şevk ve muhabbeti hâsıl olduğundan, Allah’a hamd ve şükür etti.

 

Ey kardeşim! Müridlere hâsıl olan şevk ve tarikata dahil olmaları etkisiyle ortada nefsini görüp, kendini beğenme hâleti, seni tarikatın icab ettiği vazifeden soğutup, gevşetmeye sebeb olmasından, nefsini korkut. Çünkü nefs çok hîlekârdır. Onun hîlesinden emin olunmaz. Nitekim Allah (Celle ve alâ) Kur’an-ı Kerîm’de, Yûsuf Peygamber’den (Peygamberimize ve ona, âllerine salât ü selâm olsun!) hikâyetle, buyurdular ki:

 

“Ben nefsimi de temize çıkarmıyorum. Çünkü gerçekten nefs, şiddetle kötülüğü emr eder.” Belki mürşidin şevki, kendisine hakîki ni’meti veren Cenâb-ı Bârî’nin şükür hakkını edâ etmediği için, Allah’a karşı niyazda bulunmasına, ziyadesiyle ona şükür ve istiğfar etmesine sebeb olması lâzımdır. Zira o şevk ve muhabbetin hakîki fâili azîz ve celîl olan Allah olup, o hususta kulun hiçbir etkisi bulunmamakla beraber, zâhirde ona isnad edilir.

 

Üstad-ı a’zamın nûrlu halifesi olan El-Molla Abdülkadir tarafından halk tarikata dahil olup, kendisine şevk hâsıl olduğu hakkında gönderdiği mektûbun cevabında buyurdular ki, Öyle ise, Allahü teâlâya şükür ve hamd etmek, kendinizi Gavs-ı a’zamın gölgesinde, fâni etmekle meşgul olmanız gerekir. Allah Kur’ân-ı Kerîm’de:

 

“Sen (Ey Resûlüm), istediğin kimseyi hidâyet edemezsin. Lâkin Allah dilediği kimseyi hidayet eder.” buyurduğu âyet-i celîlesi, her ikimize (sana ve bana) okunduğu hâlde sen ve bu cürey (köpek yavrusu) nasıl hidâyetçi olabilir. Bu âyet-i celîlede, Peygamber’in (sallâllahü aleyhi ve sellem) durumu böyle olduğu bildirildiği hâlde ikimizin hâli hidâyet yönünden nasıldır?

 

Yine Üstad-ı a’zam, Siirtli Molla Abdülkahhar (Kuddise sirruh) ile ona tâbi bâzı kimseler, kendisine geldiklerinde buyurdular ki: “Halenze kasaba ahalisinden günahkâr kimdir?” diye sorulsa, “Molla Abdülkahhar ile beraberinde gelenlerdir. Çünkü yüce Allah kendisini “arzû etme” düşüncesini kalblerine ilham edip onlara, hidâyet sığınağı gösterdiği ve oraya gitmeleri için, ni’mette bulunduğu hâlde, şükür hakkın edâ etmediler. Başka kimseler bununla ni’metlendirilmemişlerdir.” derim.

 

Hülâsa mürid, Allah’tan, kendisinde tam bir fakirlik vasfı, halktan tam bir istiğna (ihtiyaçsızlık) duygusu peyda olup, kendini köpekten hattâ hristiyanlardan aşağı olduğunu bilinceye kadar, ibâdete çalışması lâzımdır.

 

Hâce El-Ahrar (Kuddise sirruh) “vecd ve hâlet sahibi olan kimse, bir yolda yürürken, kolay geçmesi için, orada yatan bir köpeği rahatsız ederek kaldırsa, sonra kendinde aynı vecd ve hâletin zâil olmadığını görse bile, bu durum onun için hayır değildir. Belki Hak teâlâ sebhânehüden ona bir muahaze (azâb) olduğunu bilmelidir,” buyurdu. Perverde hastalığınızın geçmesi için, Allah’tan niyazda bulundu. Fakat hastalığınızın ne olduğunu bilmedi. Tâ ki ona münasib bir ilâç göstersin. Lâkin kendinizi sıcak tutup soğuktan korumanız gerekir. Size ve diğer kardeşlerinize, Muhammed Efendi’ye, Sâdık Efendi, El-Şeyh Nureddin’e, Molla İsâ’ya ve daha başka dostlara da selâm eder. Gerçekten dünyanın bir istikrarı olmayıp fâni olduğunu bilmelidirler. Selâm, hidâyete ve Mustafa’nın (Sallâllahü aleyhi ve sellem) şeriatına tâbi olan kimselerin üzerine olsun! Mustafa’nın, âlinin, zevcelerinin, ashâbı ve zürriyetinin üzerine de salât ü selâm ve senâlar olsun!

 

ONALTINCI MEKTUP

 

Şeyh Muhammed Reşid’in şeriat ve tarikatın icrâsına çalıştığına sevindiği, onu o hususlara teşvik etmesi ile, Gavs-ı A’zam’ın (Kuddise sirruh) torunları, Seyyid Ali ile mezkûr Şeyh Muhammed Reşid’e gönderilmiştir.

 

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

 

Salât ü selâm Efendimiz Muhammed Mustafa’nın, (Sallâllahü aleyhi ve sellem) safâ ehli olan âlinin, ashâbının üzerine olsun!bundan sonra, bu maktûb, zelîl köleden her iki yüce efendiler, efdâl ve kâmil, din ehlinin göz bebekleri ve kalblerin kuvvetleri, irşad tahtı üzerinde oturan, kullar arsında (Allah’ın) emri ve nehiylerini icrâ eden, doğru yolda olup başkalarını da irşad eden en aziz, mevlâmız El-Şeyh Muhammed Reşid ile, en şerefli mevlâ açıkça cömert vasıf sahibi, Seyyid Ali’yedir. Allah, her ikisini de o yüce rütbede bâkî kılıp, dünya ve âhirette yücelterek şerefli babalarının yollarında gitmelerini nasib eylesin! Allah’ım! Onların, çocuklarını, kardeşlerinin ömürlerini uzat!

 

İltifat, sıhhat ve selâmetinizi bildiren mektûb, perverdeye ulaştı. Dolayısiyle Allah’a hamd ü şükür edip gayet sevindi. Bâ husûs mektûbu getiren kimse, gerçekten “Şeyh (Kuddise sirruh) galeyana gelip şefkat dalgaları âlemi kaplayarak parlak şeriat ve Nakşibendî tarikatının icrâları için, eteğini topladığı, kolunu sıvadığı” haberini verince, perverde, kendi kendine bu son emelimiz ve temennimizdir, dedi. Mısra:

 

“(Yükselip) başım ferkadeyn tepesinden geçmesi haktır.” Allah’ım, onu bu aşk gayreti üzere sabit kıl! Eğer, derya gibi lûtfunuz, bu tarafın ahvâlinden, sual etmekle dalgalanırsa, halkı sıhhat ve selâmet üzere olup, sohbetinizden uzak, cemâlinizi görmekle müşerref olmadıklarından başka, endişeleri yoktur. Yollardan karın kalkmasıyla, bu her iki ni’metin kendisinde hâsıl olmasını, Allahü teâlâdan temenni eder. Perverde, sizin ve kapınızın eşiğinde bulunanların ayakkabılarının toprağını öper. Sonra şunu der ki: bu andan yirmi güne kadar, tekkenin koyunlarını beslenen yerlerde karların şimdilik kalkmadığı, davarların yemleri kıt, kış şiddeti uzun sürdüğü için, zayıflamışlardır. Şimdiye kadar duyduğumuza ve onlara başvurduğumuza göre, tekkenin koyunları selâmettedirler. Allah, mevlâmız Muhammed’in (Sallâllahü aleyhi ve sellem) bütün âl ve ashâbının, zürriyetinin üzerine salât ü selâm eylesin!

 

ONYEDİNCİ MEKTUP

 

Talâk kadın boşamanın sârih olan kelimelerine dair beyanı ile, sârih ve kinâye olan lâfızların, zevc tarafından yekdiğerinin arkasında söylenmesi, onu bulunduğu hükümden çıkarması hakkında, Horuslu Molla Ahmed’e gönderilmiştir.

 

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

 

Hiçbir varlık yoktur ki onu hamd ile tesbih etmesin. Salât ü selâm efendimiz Muhammed’in, (sallâllahü aleyhi ve sellem) bütün âl ve ashâbının üzerine olsun! Sonra size (Molla Ahmed’e) selâm ve dua ederim. Şunu bildireyim ki, sorduğun bu lâfız, mahallî lügatta sârih talâk lâfzının tercümesi yoktur. Bu tevehhüm size Nubahar kitabındaki, itlaku-berdan (itlak-bırakmak) manâsını ifade eden kelimelerden olruğu umulur. Halbuki mezkûr kitab, lügatta muteber değildir, güvenilmez. Bununla beraber mahallî lehçeye göre bırakmak manâsını ifade eden “berdan” kelimesi, müşterek olarak arapçadaki talâk (boşama) ile ıtlak (bırakmak) kelimelerinin manâlarında kullanılması niçin câiz olmasın? Nitekim arapçadaki talâk kelimesi de müşterek olarak birçok manâya geldiği hâlde, sârih olarak boşanma manâsında kullanılr. Eğer uzak bir ihtimale binâen, “Berdan” kelimesi, talâkın kinâye kısmından olduğu kabul edilse de telâffuzda talâk kelimesi ona eklenilmekle sârih olur. Nitekim El-Envar kitabında, farsça ve arbçadan müteşekkil olan:

 

“Tü zeni men nisti selâsi talâkatın” (üç talâk ile sen benim kadınım değilsin) tâbir ve aynı manâyı taşıyan arabça:

“Lesti bizevceti biselâsi talâkatım” ile “enti bainun biselâsı talâkatın” cümleleri, “talâk için sârih tâbirlerdir.” demiştir. Halbuki (fıkıh kitablarında) malûm olduğu üzere, bu ve buna benzer tâbirler talâk kelimesiyle beraber bulunmazlarsa, talâkın kinâye kısmına girer ve tâbirlerde çok geçer.

 

“Bacüri kitabından nakil ettiğin ibâre ise iddia ettiğin şey’in hilâfına delâlet eder. Çünki nakl ettiğin ibare, (yukarıda dediğim gibi) sârih veya kinâye lâfzın herhangi birisi diğerinin arkasında denilse, lâfzın ifade eylediği sarâhat veya talâktan kinâye manâsından çıkarır.” Demek ki bir lâfız talâkın sârihi olup da ardından ona talâktan kinâye olan bir lâfzın ilâvesiyle, o söz, sarâhat hükmünden çıkıp kinâye olur. Nitekim talâk kelimesi kadın boşanmasında sârin bir tâbirdir. Fakat talâktan söz edilip de ona, talâktan kinâye olan vesak (bağlamak) kelimesi ilave edilse (yâni birisi kadınına: Ben seni vesaktan talâk ettim, dese), bu tâbir kinâye olur. Keza, talâktan kinâye olan bir lâfza, talâkın sârih lâfzı ilave edilse, tabir, talâkın sârihi olur. Arabça”enti bainun biselâsi talâkatın” (sen benden ayrısın üç talâk ile) tâbiri gibi… Selâm hidâyete tâbi olanların üzerine olsun!

 

 

 

ONSEKİZİNCİ MEKTUP

 

Evvelâ irâde Allahü teâlâdan, muhabbet, aşk, ilkin mürşidlerden sonra her ikisi de tâliblerden hâsıl olduğunun ve pederinin (Kuddise sirruh) türbe-i şerifinin bâzı faziletlerinin, türbenin görünmesinin faydaları ve arkadaşlarının bâzı hâllerinin beyanları hakkında şerefli vâlidinin halifesi Bitlisli Molla Mustafa’yadır.

 

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

 

Hiçbir şey yok ki onu hamd ile tesbih etmesin. Salât ü selâm, efendimiz Muhammed’in, (Sallâllahü aleyhi ve sellem) bütün âl ve ashâbının üzerine olsun! Bundan sonra bu mektûb, âlem kutbu kaymakamının (Rahmetullahi aleyh) perverdesinden olup feyz ve vefa kaynağı, maneviyattaki ahfa makamında seyr eden, sır ve ahfa makamında muhabbet teşiyle yanan, en sâfî kalb sahibi, Üstad-ı a’zamın kâtibi, muazzam mevlâmız Molla Mustafa’yadır. Allah, O’nu, mukarrabun (Allah’a yakın olanların) temenni ettikleri makamın âlâsına yüceltsin! Bütün hâllerinde Allah’ın rızâsına mazhar olup onu kıyâmet gününe kadar, Üstad-ı A’zamın nisbetiyle mutemessik eylesin!

 

Üslûb bakımından kalbleri ferahlandıran, göz ve basîretleri aydınlatan, muhabbet ateşini kalblerde seyr ettiren, aşk ateşinin yakmasını arttıran, mektûbunuz geldi. Perverde, onu beklenmediği bir ni’met, hayâlinde bulunmayan yerden bir rızık olarak telâkki etti. Zira, bu perverde tâleb etmeden, özlediği bir kimseden gelmiştir. Evet, kula hâsıl olan Allah’ın aşk ve muhabbeti, evvelâ asıldan (Allah’ın irâdesinden) hâsıl olur. Şayet o, irade etmezse âciz bir mahlûk olan kul, onu nasıl temenni edip, Allah’ın (Celle ve alâ) muhabbetinin tâlebinde nasıl bulunur? Beyt:

“Ey kendine aşk iddia eden kimse. Ayıl ki, kat’yiyen yanılıp demeyesin ki, âşıklık vasfı bizde, mâşûkluk Allah’tadır. (Zira, her iki vasıf da onun zâtıyla kâimdir) iyi kişinin medh olunan aşkı gibi… aşk ondan baş gösterdi. Fakat sende (Allah’ın) gözüktü.?”

 

Hâce El-Ahrar (Kuddise sirruh) buyurdular ki: Yüce bir kişinin buyurduğu: “Tâleb edip çalışan kimse, matlûbuna nâil olur” sözün manâsı, lâfız ve manâları itibariyle matlubdur (tersine göredir). Yani bu sözden esas maksad, “Allah aşkını kalbinde bulan kimse, Alah’ı tâleb edip çalışır.” demektir. Şayet Hak teâlâ kendi sıfatıyla kulun kalbine tecelli etmezse, kulda nasıl tâleb vasfı hâsıl olur?

 

Tarikat reisi (şahı) Nakşibend (Kuddise sirruh) bâzı arkadaşlarına buyurdular ki:

“Biz mi sizi peyda ettik (bulduk), yoksa siz mi bizi peyda ettiniz?” Yani ben mi sizi kendime arkadaş olarak buldum, yoksa siz mi beni buldunuz? Biz sizi bulduk, diye cevab verdiklerinde, Şeyh hazretleri, hemen aralarından gaib oldu. Onu arayıp bulmadıktan sonra, buyurduğu sözlerinin manâsını anlayarak, cenâbınızdan vâki olan nazarınız olmazsa, biz fakir cemaat cenâbınızın sohbetiyle nasıl müşerref oluruz” dediler.

Hülâsa: Gölgeden istifade edilen bütün ni’metler, aslından (gölge sahibinden)dir. Mürid için, hiçbir kemâliyet olgunluk olmayıp, belki onun kemâli, acz, mahv (yokluk) ve mâsivadan vaz geçmekle âdem (yokluk) dairesine girmektir. Beyit:

 

“Bu hazinenin tılsımı sendedir. Ben bu ortada hiç yoğum. Sen böyle manâ verirsin ey ağzı şekerli (sevgilim). Ben ise, kitabın cildi, ses ve harfiyim.”

 

Mektûbda, Emellerin Kâbesi gibi olan türbeden (Üstad-ı A’zam’ın türbesinden) ayrıldığınız için, hasret ettiğinizi yazmışsınız. Bu hâlet tarikatta öğülür ve mahbub bir hâlettir. Hattâ üstelik ihtiyar ve irâde selb oluncaya kadar o hasretin artması lâyıktır. Mezkûr markad (türbe) ki, Allah’ın nihayetsiz nûrları, Allah sübhânehu feyzlerinin üzerine nâzil olduğu bir mekân olduğu, ziyaretçileri az bir zamanda kulaklar işitmesinden hayret eden manevî makamlara yükseldikleri, yüce Allah’tan başka her şey’i unuttukları ve Allah’ın aşkında fâni oldukları hâlde, nasıl ona hasret edilmesin? Bâ husâs o markad sahibi (Kuddise sirruh) ile hayatında sohbet etmiş ve kemâlât kokusundan bir şey rûhuna vâsıl olan bir kimse…

 

Bu tarafın ahvâlinden sual edilirse, Allah’a hamd olsun! Arkadaşların, hele kardeşlerin hâlleri, hamd etmeyi icab eder. Çünki tâleb ile meşgul olup (Üstad-ı A’zamın)(Rahmetullahi aleyh) himmetiyle durum, geçen zamana benzer bir şekilde günden güne tâlebin şiddeti artmakta ve o husustaki terakki hakkında ne kadar yazılsa da eksiktir. Çünki, üzerine feyzler nâzil olan hattâ ondan bütün etraflara yayılan bir mekâna ikâmet etmektedirler. Şerefli türbeye tek bir bakışlarıyla tâbirler ifadelerinden âciz olan hâletler onlara hâsıl olur. Hepsi de sıhhat ve selâmette olup cenâbınızdan medet dilerler. Şimdi şevk ve muhabbetle Şeyh-i A’zam’ın (Radıyallahü anh) markadı ile civarındaki türbeleri ziyaret etme şerefi vâki oldu. Onun (Rahmetullahi aleyh) himmetiyle binalara sığmayacak kadar, kitle hâlinde halk sohbete gelerek bu durum, günden güne artmaktadır. Perverde ellerinizden öptükten sonra, sizden manevî îmdad, arkadaşları zâhir ve bâtın belâlardan, kıskançların göz değmelerinden muhafaza etmesi için, cenâb-ı Bârî teâlâdan dua etmeniz matlûbdur.

 

Perverdenin Garzan tarafına gitmemesi için emr etmişsiniz. Dolayısıyla mümkün olduğu kadar, emrinize muhalefet etmiyecektir. Şayet muhalefet vâki olursa imkânsızlığındandır. Perverde, size vâki olan zâhirîhastalık için, arkadaşlarla birlikte sıhhata tebdil etmesi, ömrünüze bereket vermesini, kendisi ve emsâli, nazarınızla müşerref olmaları için, ömrünüzün uzun olmasını Bârî’ye (Celle vealâ) yalvarıp niyaz eder. Hidâyete tâbi olanların üzerine selâm olsun.

 

ONDOKUZUNCU MEKTUP

 

Bâzı nasihatlar, dünyanın zemmi ve bu âlemin yaratılışının hikmeti ile, dünya denilen şeyden maksad, insanı Allah’tan uzaklaştırmaya sebeb olan şey olduğunun beyanları hakkında Şeyh Süleyman El-Abirî’yedir.

 

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

 

Hiçbir varlık yok ki onu hamd ile tesbih etmesin. Salât ü selâm, Efendimiz Muhammed’in, (sallâllahü aleyhi ve sellem) âl ve ashâbının üzerine olsun! Bundan sonra, bu maktûb kutbu âlem kaymakamının (Radıyallahü anh) perverdesinden, Allah yolundaki kardeşi, Allah için dostu, takvâlı eylesin! perverde, sıhhat, selâmet ve neş’e bakımından ahvâlinizden sorar. Eğer bu taraftaki halkın hâllerinden soracaksanız, sıhhat ve selâmettedirler. Bundan sonra, perverdenin size karşı olan şiddetli sevgisi, size bu kaç satırı yazmaya sevketti.

 

Ey kardeşim! Bu kâinatın yaratılmasındaki hikmet: Allah’ın (Celle ve alâ) marifetine, ona yaklaşmaya, ona ibâdet etmeye çalışmaktır. Nitekim, (buna Kur’ân-ı Kerîm’in):

 

“Cin ve insanları ancak bana ibâdet etmeleri için yarattım.” Âyeti celâlesi ile:

“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi sevdim de mahlûkatı yarattım.” diye kudsî hadîste, buna işaret eder. Oyun oyuncak, mal, evlât ve aşiret çokluğu ile, iftihar etmek için yaratılmadı. Allah’ın (Celle ve alâ) rızâsını mûcib ve rahmetini celb eden şey’e çalışmanız gerekir ki, başkaları da size uymuş olsun! Reisler, bu iki hâlden kurtulamazlar. Kavimlerini, ya Cennete veya Cehenneme sürükler götürür. İnsanın ömrü “hayatı- aziz bir şeydir. Öyle ise, onunla deni aşağı olan, dünyayı değil, belki en aziz matlûb olan âhireti tâleb etmek lâzımdır. Zira dünya, insanı Allah’tan uzaklaştıran şeyden ibarettir. Ondan uzaklaştırmayı icab etmeyen şey, yerilir dünyadan değildir. Çünkü o, onu kendine âhiret mezrasını eden kimse için güzeldir. Nitekim denilmiş ki: Beyit: “Dünya arslanlara benzer. Kimselere (Allah’ın yolunda cesaret ve gayretli olanlara) iyidir. Erkekler için acaib bir mülktür. Onu hayır işler için inşa ederlerse, acaib bir mezra ve akardır.”

 

Perverde, Molla Abbas’ın oğlunu, yerine tayin ettiğinizden ve ona bakmanızdan son derece sevindi. Allah’ın hidâyetine tâbi olanların üzerine selâm olsun!

 

YİRMİNCİ MEKTUP

 

Memani köyünden Şeyh Abdülkerim efendiye. Müride hasıl olan halet, ancak ve ancak Allah’tan ve yüce şeyhlerin nazarlarından olur, irşad ile memur olunan mürşid için, o hususta bir şey olmadığının, şeriata mutabık olan ahvalden başka haletlere itibar edilmediğinin, Resul’ün ( Peygamberi’n), onun alinin üzerine salat ü selam olsun. Mütabeatındaki kemâldan başka hiçbir kemâliyet, olmadığının beyanı hakkındadır.

 

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

 

Hiçbir varlık yok ki onu hamd ile tesbih etmesin. Salat ü selam Allah’ın mahluklarının en hayırlısı olan Muhammed’e, (Sallallahu aleyhi ve sellem) al ve ashabına olsun! Bundan sonra, bu mektub, kutbu alem kaymakamının (Rahmetullahi aleyh) perverdesinden, Allah yolundaki kardeşi, Allah için dostu, muhterem Şeyh Abdülkerim efendiyedir. Manevi derecelerin, nihayetine doğru yükselmesi arttırılsın!

 

Sıhhat ve selamette olduğunuza, tabilerinizde şevk ve muhabbet, tarikata dahil olanların çokluğuna delalet eden mektubunuz, perverdeye ulaştı. O ni’metlere karşı Allah’a (Celle ve ala) hamd ve şükr etti.

 

İmam-ı Rabbani (Kuddise sirruh):” Emir ve nehiyleri tebliğ eden mürşid, müridlerin şevki, dolayısıyla nefsini beğenip vazifesinde gevşekliğe sebeb olacağından korksun!” diye buyurdu.

 

Üstad da (el-Şeyh Abdurrahman) (Kuddise sirruh) halifesi Molla Abdülkadir’e gönderdiği bir mektupta, buyurdular ki: İrşad dolayısıyla ortada nefsini görmekten, istiğfar (Allah’tan mağfiret) taleb ve O’na (Celle ve ala) şükr etmen lazımdır. Zira ancak hidayetçi O’dur. Zahirde sana isnad edilir. Halbuki hakiki faili Allah’tır. Hiçbir kimseye zahiri kesbden başka, bir şey yoktur. Öyle ise, kişi ortada kendini görmesi hiyanettir. Hakikatte olduğu gibi, nefsi Allah’tan gayet uzak ve hatta noksanlığın nihayetinde olduğunu görmek suretiyle şerrinden sakınılması vacibdir. Şayet mürşid, yaptığı bir sohbet veya teveccühten dolayı müridlere, bir şevk zahir olsa, sadatın (Kuddise sirruhüm) kendisine yaptıkları nazar ve iltifatlarından olduğu kesin olarak bilinmelidir. Teveccüh ve sohbet sahibinin, ortada konuşmaktan başka, hiçbir şey’i yoktur.

 

Üstad-ı A’zam’ın (Kuddise sirruh) halifesi, Molla Abdülhadi, demiş ki:” (Tarikattaki) hilafet, bir ekmeğin (ortasından) delinip bir köpeğin boynuna geçirmek kabilindendir. Halifenin etrafında toplananlar ise, o ekmekten yemek için, o köpeğin etrafında toplanan köpekler kabilindendirler. Ekmek köpeğin boynundan çıkarıldığında toplanan köpekler, etrafından dağılıp, kendisini yalnız kalır.” İşte bu söze dikkat edip ondan ibret al!

 

Ey kardeş ilk tarikata dahil olduğum gibi gerek uyanık ve gerek uyku halinde bana haletler, zevkler gelir. Diye bahs ettiğin şeylerden dolayı, Allah’a hamd etmen icab eder. (Kur’an-ı Kerim):

 

“And olsun, eğer şükr ederseniz, elbette size ni’metimi arttırırım. Ve eğer nankörlük ederseniz, gerçekten azabım çok şiddetlidir.” buyurmuştur.

 

Lakin hal ve zevkler, ancak parlak şeriat aydın İslam akidesi (inancı) üzere bulunduktan sonra muteberdirler. Bu iki şeyden hangisine bir kıl kadar zarar gelse, mezkûr hal ve zevkler âdem ve mahrumiyet çerçevesindedirler. Salik ve mürşidlere arız olan bütün haletler, şeriat kanunlarıyla karşılaştırılması vacibdir. Ona mutabık olursa, makbul, değillerse şeytandan olup, onlardan yüz çevirmek, onlardan ictinab etmek vacibdir.

 

İmam-ı Rabbani (Kuddise sirruh) tarikat, ancak şeriat ve akidesinin iki kanadları tahsil olunduktan sonra, muteber ve hasıl olur. İlk ve son insanların Efendisinin Peygamberimiz, (Sallallahu aleyhi ve sellem) onun al ve ashabının üzerine salavatların en kamili, senaların en tamamı olsun! Şeriatına mutabaat hasıl olmadan Allah’ın visal yolu nasıl bulunur? Allah’a muhabbeti olduğu davasında bulunan kimse, Nakşibendi tarikatına intisab eden kimsenin hali gibi, Peygamber’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) mutabaatından ayrılmaması gerekir. Allahü Teâlâ (Kur’an-ı Kerim’de) : ” Resûlüm de ki: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız hemen bana uyun ki, Allah da sizleri sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Zira Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” buyurmuştur.

 

Bu ayet-i şeriften anlaşıldığına göre, manevi aşkın seyri, yine Peygamber’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) mutabaatına terettüp eder. Allah onun, al ve ashabının üzerine salat ü selam eylesin!

 

YİRMİBİRİNCİ MEKTUP

 

Gavs-ı A’zam’ın (Kaddesallahü sirreh) türbesi ile ev halkının ziyaretinden geri kaldığına dair özür dilemesi ve bazı nasihatları hakkında, Gavs-ı A’zam’ın (Kuddise sirruh) torunu Seyid Ali’ye gönderilmiştir.

 

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

 

Salat ü selam, efendimiz Muhammed Mustafa’nın (Sallallahu aleyhi ve sellem) safa ehli olan al ve sahabesinin üzerine olsun! Bundan sonra, bu mektub, yüce efendisine muhtaç olan zelil köle, kötülerin en kötüsü, köpeklerin en nakısından, iki gözünün nuru, belinin kuvveti, eşiğiyle iftihar ve itimad edilen, Mevla’mız, yüce efendimiz, Seyyid Ali’yedir. Allah onu şerefli babalarının ( Radıyallahü anhüm ) yolunda bulundursun!

 

Bu mektub, üzerinizdeki eski, yeni ni’metiniz hakkını unutup sahibinin kapısından kaçıp, üzerindeki hakkın ifasını, kayıb eden kimseden bir özür dileğidir. Yüksek kapı eşiğinizden, mazeretinin kabulünü taleb eder. Şiir: “İşte bu bir özürdür. Kabul olunmazsa, sahibi beldede şübhesiz hayrette kalır. “

 

Mezkûr köle, yüksek kapınızın eşiğine gelip, onunla müşerref olması azmindedir. Fakat birçok engeller, onu bundan men etmektedirler. Hali hazırda maniler, ahırınızın binasına dönüp yok oldular. Dolaysıyla bir müddet sonra, inşaallah mübarek kapınızın ziyaretiyle, müşerref ederse, geçmiş ziyaret hakkını kaza edecektir. Şimdilik de sıcağın şiddetli olduğundan, oraya gelmesi mümkün değildir. Lakin tekmanda şifahen işittiği bir maddeden gönlü kırılmış ve şimdiye kadar da ona kulak vermedi ki, o da Selahattin’in annesinin hikayesidir. Duyduğu gibi midir? Duyduğu gibi ise, kalbindeki üzüntü zail olamaz. Ama o hususta, konuşması da mümkün değildir. Çünkü kendisi, köleler sınıfından olduğu gibi, efendileriyle nasıl konuşabilsin? Lakin zan ettiğine göre, cenabınıza en layık olan o hadisenin vuku bulmamasıdır.

 

Bundan sonra, ayaklarınızdan öper, kapınızın eşiğindeki köpeklerden dua diler. Seyyid Abdullah, Seyyid Dıhyeddin’in ayaklarından, Selahaddin, Ismatullah ile Alauddin’in gözlerinden öper. Allahım, onları güzel bir terbiye ile yetiştirif, ebedi saadetle devam etmenizi dilerim. Allah, efendimiz Muhammed’e, (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün al ve ashabına salat ü selam eylesin.

 

YİRMİ İKİNCİ MEKTUP

 

Çoğreşi köyünden Muhammed Emin ile ev halkına, alim, amil, faziletli ve kâmil olan kardeşi Molla Esad’ın vefatı dolayısıyle, taziyelerine ve Nakşibendi tarikatının nisbeti, ev halkından kesilmediği hususunda müjdelenmesine dair gönderilmiştir.

 

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

 

Hiçbir varlık yok ki, onu hamd ile tesbih etmesin. Salat ü selam Allah’ın mahlukatının en hayırlısı olan Muhammed’e, (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün al ve ashabına olsun! Bundan sonra, bu mektub, alem kutbu kaymakamının (Radıyallahü anh) perverdesinden, Allah yolundaki kardeşler Muhammed Emin, ile Said Efendi ve ev halklarından olan diğer kimseleredir. Allah, onları din ve dünya afetlerinden selamette bulundursun.

 

Perverdeye, büyük musibetinizin haberi ulaşınca, gayet üzüldü. Öyle ki, hayrette kaldı. Lakin yüce zatlarını hele Nakşibendi sadatı tarafından “Sevgilinin bütün yaptıkları şeyler, sevgilidir” denilen sözleri ve bir musibete giriftar olan kimse. (Kur’an-ı Kerim’den):

 

“Biz Allah’ın kuluyuz ve (öldükten sonra) yine ona döneceğiz.” Mealindeki ayeti-i kerime ile, rahmetliden (Kuddise sirruh) önce ahirete irtihal edenlerin vefatlarıyla teselli etti. Taziye hakkı sizin değil perverde içindir. Zira, rahmetlinin kendisine sizden daha yakın akrabalığı olduğu davasında bulunur. Şiir:

“Mahbub ile aramızdaki sevgi cihetinden olan akrabalık münasebeti, aşk usulünde ebeveynimin cihetinden bana olan akrabalıktan daha yakındır.”

 

Sonra, perverde, kış mevsiminin durumunu düşünerek taziyesi için, şimdilik o tarafa gelmesine imkânı olmadığı için, mülakat mümkün oluncaya kadar size gelmesine bedel olsun diye bu mektubu yazdı.

Evvela, (Peygamberin) sünnetinde varid olan:

 

“Allah ecrinizi büyültsün, mateminizin akıbetini güzelleştirip sizden vefat edene mağfiret eylesin. “Kelimeleriyle sizi taziye eder. Saniyen:

 

“Her canlı ölümü tadacaktır.” ve ölüm için doğmuşlardır (sonları ölümdür) sözleri malumdur.

 

Allah’a yaklaşmaya ehil olup, hayatında ölümden sonraki duruma çalışana, ne mutlu, gerçekten dünyada Allah’a âşık olanlar, onunla teselli ettikleri şey ölümdür. Ölüm, dostun dostuna kavuşması için bir vesile edinilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de:

 

“Kim (Cennette) Allah’a kavuşmayı arzu ederse, şübhesiz ki Allah’ın tayin ettiği vakit (Kıyamet) gelecektir.”

Öyle ise, ölüm, rahmetlinin matlubuna vasıl olduğuna sebeb olmuştur. Üzüntü ise, ondan sonra hayatta kalıp ondan ve sohbetinden mahrum olan kimseyedir. Ey kardeşler! Herkesin Mevla’sı (Celle ve ala) Allah’tan başka değildir. Baki O’dur. Başkası değildir. O’nunla teselli olunmak evlâdır. Nakşibendi nisbetinin tahsiline ve onun tarzına göre çalışmanız gerekir. Gerçekten Üstad-ı A’zam (Radıyallahü anh) ev halkınıza işaretle o evden kör bir kızdan başka kimse kalmazsa da o evden nisbet kesilmeyecektir diye buyurdu. Perverde zamanın sonuna kadar nisbet eserleri ve tarikat alametleri o evden eksik olmaması için Allah’a yalvarır.

 

Sizin, bütün ev halkınızın ve müridlerin üzerine selam olsun! Perverde size dua eder ve duanızı diler. Hidayete tabi olanlara selam olsun!

 

YİRMİ ÜÇÜNCÜ MEKTUP

 

Eziyet ile in’am, mahbub-i hakiki olan Allah’tan sadır olduğundan her ikisi de talibin nezdinde müsavi olmaları hatta eziyet Allah’a yaklaşmanın sebebi olduğundan, nezdinde daha sevimli olması gerektiği konusu ile, onunla ilgili mes’elenin, beyanı hakkında halifesi Tillolu, sonra Tekmanlı Molla Yusuf’a yazılmıştır.

 

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

 

Hiçbir varlık yok ki onu hamd ile tesbih etmesin. Salat ü selam, efendimiz Muhammed’e, (Sallallahu aleyhi ve sellem) al ve ashabına olsun! Bundan sonra, bu mektub alem kutbu kaymakamının perverdesinden, Allah yolundaki kardeş ve Allah için dostu, ülfiyet ve vefa sahibi olan Molla Yusuf’adır.

 

Nakşibendi tarikatından maksad, (Allah sadatının yüce ruhlarını kutlasın!) Allah’ın muhabbetini tahsil etmektir. Muhabbetten murad, sırf Allah’ın zatını sevmek, müride bir dünya menfaatı sağlamak veya ondan bir zarar def edilmesi gibi bir ivez veya gaye olmamak demektir. Farsça şiir:

 

“Eğer, (yaptığım taatte) sekiz cenneti (kendime gaye edip) gözümün önünde bulundursam veya cehennem korkusundan (Allah’a) hizmet etsem, kendi şahsına selamet taleb eden bir mü’min olurum. Çünkü bu ikisi de bedenimin menfaat payıdırlar. Bir aşık, Allah aşkıyla gıdalanırsa, onun nezdinde Adn (cenneti) tek bir yaş tute değmez.”

 

İşte ey kardeşim! Düşün ki, Nakşi tarikat sadatın nazarları yalnız Allah’ın zatını taleb etmekte hasr olunmuştur. Nazarları ahiret ni’metine bile, tecavüz etmediği halde, muzahraf (yaldızlı ve karışık), üstü bal ve şekerle kaplanmış öldürücü zehir kabilinden olan dünya lezzetlerine nasıl tecavüz eder? Hatta onlarca, mahbubdan gelen şey, sevimli, zevk ve elemler bir olur. İmam-ı Rabbani (Radıyallahü anh) muhabbet-i zatiyye denilen bu sevgi hasıl olunca, sevgilinin ni’met ve elemi, sevenin yanında eşit olur, buyurmuştur. Tarikattan maksad bu olduğu anlaşıldıktan sonra, bu vasıf ile muttasıf olmazsak da tahsili için kendimizi zorlamamız lazımdır. Yani mahbubun (Allah’ın) bize icra kıldığı şey’i kendimize zorla kabul ettirip bize verdiği eziyete karşı minnet ederek, bize sabır vermesi için yalvarmamız ve kendisinden gelen her şey de hayır ve saâdet oludğunu bilmemiz gerekir. Şiir. “Tarikatda salikin önüne gelen her şey, onun için hayırdır. Ey gönül! Doğru yol üzerinde bulunan kimse, yolu kayıb etmemiştir.” Bununla beraber, filhakika dünyevi çileler, eziyetler, Allah’a yaklaşmanın sebebidirler. Mevlâna El-Rumi demiş ki, İnsan dilbağlanması gereklidir. Dilbağlanması, ya ibadette meşakkat çekmesi veya eziyyet ve cefada bulunmasıyladır. Burada Rumi’nin sözleri sona erdi.

 

Perverdenin hatırından çıkıp sizi unuttuğunu zan etmeyin! Belki kalbinde hazırsızınız. Cenabınıza selamet ve afiyeti için, Üstad-ı A’zam ile Şeyh-i Ekber’den (Radıyallahü anhüma) istimdad eder birisi tarafınızdan gelse, hastalığınızın durumu hakkında ona (perverdeye) yazmanız gerekir. Allah’dan (Celle ve ala) o hastalığınızın kaldırılmasını taleb eder, size, peder ve kardeşinize, Molla Süleyman’a, Mustafa’ya ve bütün köy ahalisine, selam olsun! Allah’ın salat ü selamı da efendimiz Muhammed’e, (Sallallahu aleyhi ve sellem) al ve ashabına olsun!

 

YİRMİ DÖRDÜNCÜ MEKTUP

 

Gavs-ı A’zam’ın (Radıyallahu anh) torunu olan Şeyh Muhammed Reşid ile Seyyid Ali’ye, dünya ahiretin mezrası olduğu, ekinin güzelliği ile tohumun güzelliğinden olduğunun, güzel ekin (sevab) kazanması için, tohumun (ibadetin) güzelleştirilmesine teşvikleri ve bu konu ile ilgili mes’elenin beyanı hakkında göndermiştir.

 

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

 

Hiçbir varlık yok ki O’nu hamd ile tesbih etmesin. Efendimiz Muhammed’in (Salllahu aleyhi vessellem) âl ve ashâbının üzerine salât-ü selam olsun! Bundan sonra bu mektub, zelil ve muhtaç olan köleden, yüce mertebe sahibi, efdal, yüce muhterem efendimiz Şeyh Muhammed Reşid ile Seyyid Ali’yedir. Allah onları şerefli babalarının yolunda bulundursun! Onların efdâllerine asaleten, diğerlerinin üzerine de mütebeaten salat ü selam olsun. Her ikisini de dünya ve ahirette üzüntünün sebeplerinden kurtarıp onları, güzel insan olarak yetiştirsin!

 

Şübhesiz dünya ahiretin mezrasıdır. Ziraat (tâat ve ibadet, hasad (sevab kazanmak) da dünyadadır. Bir şey eken kimse, onun cinsinden biçip kendine azık olarak sakladığı malumdur. Demek ki, güzel ekin ekmek, güzel ekini yeşertir. Kötü ziraat, onun hilafınadır. Şerefli babalarınız Allah’a yaklaşmayı dünya üzerine yaklaşmasına sebep olan şeyin üzerine tercih etmişlerdir. Öyle ise, onların yollarını seçmek, ahlaklarıyla muttasıf olmak, içtikleri muhabbet kaynağından içmek emsalinize layıktır. Bâhusus sizler, muhitte insanların müktedâsı olup, sizinle hidayetlenirler. Salâhınız onlar için ıslah hidâyetleri de ellerinizdedir.

 

Köle bu sene, Şeyh Muhammed Reşid’in halkın irşadı için, eteğini kaldırıp, dolayısıyla halkın ıslâhı ziyadeleştiğini, hattâ şevkinin şöhreti, etrafa yayıldığını işitmiştir.

 

Hülâsa, dünya ve dünya nimetleri, cennet ve nimetine muhaliftirler. Öyle ise akıllı kimse, bâki olanı (ahiret nimetleri) fâni olanın üzerine tercih eder. Her zaman hele bu sene, Allah nezdinde makbul olan yolda yürümek lazımdır. Çünkü bu sene, geçen seneler gibi değildir. Belki, hükümetin sıkı emirleri belirmektedir. Gerçekten Bitlis beldesinde ceryan eden hadiseyi işitmişsinizdir. Geçen hadise gibilere teşebbüs etmekten sakının, sakının! Hatta sukut edip kımıldanmamak layıktır. Perverdenin size olan şiddetli sevgisi, size layık olmayan bu kelimeleri sarf etmeye sevk etti. Bundan sonra, sizin keza Seyyid Abdullah, Seyyid Dıhye’nin ayaklarından öper, keza Muhammed Said’de… Şayet bu taraftan sual olunursa, ahalisi sıhhat ve selamette olup, münakaşa mevcuttur. Tafsilatı mektubu getiren kimse bilir. Allah, Efendimiz’e (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün âl ve ashâbına salat ü selam eylesin!

 

YİRMİ BEŞİNCİ MEKTUP

 

Bu yüce tarikatın esası sohbet yapılması üzere kurulduğunun, sohbetsiz geçecek vaktin zayi ve sahibi aldanmış olduğunun beyanı hakkında, mektublarını derleyen hakir ve fakir Muhammed Alauddin’e gönderilmiştir. Allah onu (Muhammed Alauddin’i) Hazret (Kuddise sirruh) sırlarıyla kutlayıp, deryalar gibi nurlarından aydınlatarak, onu ve insanları ömrünü uzatmasıyla faydalandırsın!

 

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

 

Hiçbir varlık yoktur ki onu hamd ile tesbih etmesin. Salat ü selam yaratıklarının en hayırlısı olan Muhammed’e (Sallallahu aleyhi ve sellem), al ve ashabına olsun!

 

Bundan sonra bu mektub, kutb-i alem kaymakamının perverdesinden, iki gözünün nuru, kalbinin kuvveti olan Molla Alauddin’edir. Allah (Celle ve ala) onu, manevi makamlara yükseltip cenabına yakın olan kimse eylesin!

 

Sizden ayrılıp gurbet hasıl olduğu zamandan beri, size kalbinin meyli şiddetlenerek, ilgisi, şahsınızı görmek arzusundan kesilmiyor. Hatta bayram gibi olan visalin olmadığından, aziz ve yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de:

 

“Doğru insanlarla bulunun.” kavliyle emir eylediği ve bu tarikatın reisi de onun hakkında:

“Tarikımız sohbettir” dediği sohbetin terkinden de kalbinin acısı şiddetleniyor.

 

Bil ki: Böyle sohbetsiz geçen zaman zarardır. Ömrün boşa zayi olmasıdır. Şu ömür ki, hakkı, ilkin onu tedrici olarak şerefli sohbetin tahsili yolunda, sarf edip, mümkün olduğu kadar sohbeti terk etmemek, sonra tarikatta, ondan sonra sonu olmayan adabı tahsil etmektir. Çünkü sohbet bütün kemalat ve marifetlerin mukaddimesi olur. Geçen zaman iade edilemez, kaza da edilemez. Ne olursa olsun, hiçbir şey muadili olmayan, sohbetsiz geçen vaktinize hasret etmen, muayyen zamanlarda yapmakla emir olunduğun virdleri terk etmemen ve rabıta için vaktinde gözünü kapatman lazımdır. Zira “tamamıyla yapılması mümkün olmayan bir şey, tamamıyla da terk edilemez” denilmiştir. Bedellerin en ednaları olsalar da belki Allah, mezkûr hasret ve me’muratların külliyen terk edilmemesi, sohbete bir bedel etmesi umulur.

 

Perverde, seferiden dönünceye kadar, ikamet ettiğin yerden ayrılmamanız da lazımdır. Nisbet, şevk ve muhabbetin halinden sorarsan, ondan başka hamde layık olmayana hamdolsun. Gayet artmakta ve yükselmenin son derecelerindendirler.

 

Bundan sonra, senin marufun ve kardeşlerinizin iki gözlerinden öper, yanınızda bulunan talebeler selam eder, Allah’ın salat ü selamı, Efendimiz Muhammed’e (Sallallahu aleyhi ve sellem) al ve ashabına olsun!

 

YİRMİ ALTINCI MEKTUP

 

Sıkıntı zamanında sabır etmeye teşviki, tâat etmeksizin, şeyhlere olan, akrabalığın faydası olmadığı, hatta insana bela celb ettiği, şeriate muhalefet ettikten sonra, şahsın başına gelen günahların cezaları Hak Teâlâ sübhanehu ve ehli olan zatlar, ondan yüz çevirmediklerinin ve onun için istidraç, muakabe olmadığının alameti olduğu hakkında Tirçonkli Hacı Yusuf ile kardeşlerinedir.

 

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

 

Hiçbir varlık yok ki onu hamd ile tesbih etmesin. Salat ü selam, mahluklarının en hayırlısı olan Muhammed’e, (Sallallahu aleyhi ve sellem), al ve ashabına, zevcelerine, zürriyetine olsun! Bundan sonra, bu mektub, alem kutbu kaymakamı (Radıyallahü anh) perverdesinden, Allah yolundaki kardeşleri Hacı Yusuf, Halid ve başkalaradır. Durumunuzdan ve içinde bulunduğunuz sıkıntıdan haber veren mektubunuz, perverdeye ulaştı. Sabr ediniz! Çünki sabr, ferahın anahtarıdır.

 

Belki Allah sıkıntıdan sonra esenlik yaratması umulur. Zira Kur’an-ı Kerim’de:

 

“Gerçekten her sıkıntı ile bir esenlik mevcuttur” buyurduğu ayet-i celilesi buna kat’i bir nasstır. Lakin aranızda Hacı Yusuf’un oğlundan vaki olan çirkin, şeni’ fiilin şerhinden pek korkulur. Çünkü sizler üstad-ı azama (Radıyallahü anh) mensubsunuz. Hatta ona akrabalığınızı iddia ediyorsunuz. Bununla beraber o çirkin fiilin yapılmasına cesaret ediyorsunuz. Bilhassa Hacı Yusuf… çünkü kendisi tasavvufta kuvvetli olduğunu üstad-ı azam’a (Radıyallahü anh) tam bir akrabalık davasında bulunduğunu iddia eder. Öyleyse sizden bu gibi şeni’ fiil nasıl geçerli olabilir? Üstad-ı azam (Radıyallahü anh) buna razı olmayıp, hatta ondan şiddetle kızdığını bildiğiniz halde, ona (Radıyallahü anh) nasıl sığınıyorsunuz? Sizin ona olan akrabalık münasebeti, sizi bu şenaatten kurtarır diye zan etmeyin! Belki dolayısıyle belaların en şiddetlisi, yaptıkları hatalardan dolayı akrabasının başınadır. Çünkü onlar, o büyük ni’metin şükür hakkını eda etmeyip, hatta Allah (Celle ve ala) ondan kızdığı şey’in yapmasına cesaret etmişlerdir. Öyle ise, bu beladan, kurtulmanın yolu tevbe etmek, Allah (Celle ve ala) ya dönmek ve üstad-ı azamdan (Radıyallahü anh) istimdat etmekle Allah’a sığınmaktır. Mezkûr çirkin fiilin önlenmesi, ya murdar fasıka kötü olan o kadını köyden çıkarmak veya mes’elenin dini yönden halli için, malın harcamasına önem verilmemesiyle hasıl olur. Eğer onu köyden çıkarmaya gücünüz yoktur, deseniz öyle değildir. Çünkü sizler ittifak edip üstad-ı azamdan (Radıyallahü anh) işittiğiniz şeylerle amel ederek, emirlerine imtisal etmek, şerefinin kadrini ve o kadrin dünyevi namustan daha yüksek ve şerefli olduğunu bilirseniz, Allah’ın rıza ve muhabbetini kendinize seçersiniz, mes’elenin çözülmesi size gayet kolaylaşacaktır. Allah (Celle ve ala) dünyevi şeref ve yüksek rütbenizi aksine çevirmesinden korkmaz mısınız? Eğer bu mektubun muhtevasıyla amel ederseniz, başınıza gelen bu bela ve öç alma musibeti üstad-ı azam (Radıyallahü anh) ruhen sizden yüz çevirmediğine dair bir alamettir. Zira denilmiş ki, şübhesiz, şeriata muhalefet eden bir kimsenin üzerine ard arda gelen ni’metler onun için ni’met değil, belki istidraç ve azab olmasından korkulur. Allah (Celle ve ala), bizi ve sizi onlardan korusun! Tafsilatı kitablarda yazıldığı üzere, şeriata muhalif olmayan, yapıldıktan sonra, insana nazil olan bela, ni’metten ve Allah o belalıdan yüz çevirmediğinden sayılır.

 

Bundan sonra, evvela mektubunuzu üstad-ı azamın (Radıylallahü teala anh) merkadi (Türbesi) üzerine bıraktıktan sonra, işinizin tedbirini de düşünürüz. Perverde, size, Molla Feyada, hususi ve umumi olarak talebeler, keza bütün köy halkına, hidayete ve Mustafa’nın (Sallallahu aleyhi ve sellem) şeriatına tabi olanlara selam eder. Mezkûr şeriatın sahibine, al ve ashabına salat ü selam ve sena olsun.

 

YİRMİ YEDİNCİ MEKTUP

 

Birisi karısına mahallî lisan ile: “ Talâkak, dü talâk, se talâk, tü berdâ-i bî) ( bir talâk, iki talâk, üç talâk sen boş olasın ) demesiyle, ancak o kadın, kocasının söylediği bu son (tü berdâ-i bî) (boş olasın) sözünden başka talâkı vâki olmadığı, kadından, talâktan, veyahut rabt (bağlaç) edâtından bahis edilmediği ve bu üç şey’e delâlet edecek bir karineve karinenin mülâhazası da, olmadığı takdirde, adamın niyeti, yalnız talâkın vukûna kâfi gelmediği hakkındaki fetva için, Ölekli Molla Tahir’e yazılmıştır.

 

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

 

Hiçbir varlık yok ki onu hamd ile tesbih etmesin. Salât ü selâm, mahlûkatının en hayırlısı olan Muhammed’e, (Sallâllahü aleyhi ve sellem) bütün âl ve ashâbına olsun! Bundan sonra bu mektûb, âlem kutbu kaymakamının (Radıyallahü anh) perverdesinden, kâhir olan Allah yolundaki kardeşi Molla Tahir’edir.

 

Malûmdur ki, şerîatça talâkın vuku bulması için, talâktan veya kadından zamir veya ism-i zâhir suretiyle, sarih olarak bahis edilmesine muhtaçtır. Bu iki şeyden birisi telâffuzdan hafz edilse, (atılsa) meselâ: birisi karısına hitaben, yalnız, “sen” dese veya “tâlikun (boştur)” dese, veyahut boşadım dese, fıkıh kitablarında zâhir olduğuna göre, denilen bu sözler, bâtıl olup, bir hüküm teşkil etmezler. Nitekim Ahmed bin Hacer, (Tuhfetü’l-Muhtac) kitabında, geniş bir izahtan sonra, bu husuuta demiş ki: “Birisi yalnız tâlikun veya karısı ile aralarında bir münâkaşa olmayıp tallâktü (boşadım) kelimeleri ile, telâffuz ederse, Ezrûî ile Mâverdi, Kaffalın nassından nakil ettiklerine ve hüküm ettiklerine göre, bunu söyleyen kişi, velev ki zevcesini de niyet ederse, talâktan hiçbir şey vâki olmaz. Çünki bu sözleri söyleyen kimsenin, bu tabirlerindeki talâk kelimesinde, kadını kasd ettiğini dair, telâffuzda bir bağlaç karinesi geçmemiştir. Burada Ahmed B. Hacer’in dediği sözü sona erdi.

 

Şabramelsi de kitabında bu konuda demiş ki, eğer ilkin talâk talebi zevceden vâki olmamışsa, kocası, mef’ulü (nesneyi) zikir etmeden, talâktü (boşadım) kelimesini demesi, sarih talâk olamaz. Fakat talâkın kinayesi olup olmadığında tereddüt edilir. Sonra bu talâkın ne sarihi ne de kinayesi olduğu fetvasını ibnu Hacer kitabında yazdığını gördüm. Tabirinin zâhirinden anlaşıldığına göre, adamın söylediği bu sözden önce, zevc ve zevce arasında şiddetli münakaşa vâki olmuşsa da yine söylediği bu sözü bir şey ifade etmez. Burada Şebramelsin’in sözü sona erdi.

 

Bundan da anlaşılıyor ki, talâk tabirinde, kadına veya talâk (boşanma) lâfzına delâlet edecek lâfzî bir karine gerekir. Böyle bir karine olmazsa, kalbindeki niyet tesir etmeyip, faydasız bir söz olur. Nitekim (Minhac şerhi) Nihâyetü’l-Muhtaç kitabında müellifi demiş ki: Talâkta (boşanmada) sadece niyet kâfi değildir.

 

İşte nakledilen bu ibârelere göre, konumuz olan (Talâkak, dü talâk, setalâk, tüberdâ-i bi) (Bir talâk, iki talâk, üç talâk sen boş olasın) tabirde bağlama edatı olan (B) harfi zikredilmediği için, cümlenin evveli sonuna bağlı değildir. Çünkü onda irtibat alâmeti yoktur. Şübhesiz, yukarıda geçtiği üzere, karinesiz veya talâka delâlet edecek, bir şey zikredilmeden sadece niyet etmek talâkın vukuunda tesir etmediğinide anladın.

 

Öyle ise fetvada bahs ettiğin adamın dediği “Talâkak, dü talâk, se talâk” (Bir talâk, iki talâk, ü talâk) tabirleri bağlantısız olduğundan, batıl bir söz olup, hiçbir şey ifade etmez.

 

Yalnız adamın “Tu berdâ-i bî” (Sen boş olasın) söylediği kelimelerin, ne ifade ettiği mes’elsi, kaldı. Şayet, adam bundan üç talâk ile, sen boş olasın demek irade etmişse, üç talâkı, yoksa bir talâk vâki olur. Halbuki bunu söyleyen hâdise sâhibinden ne kasd ettiğini sordum, boş olasın meâlindeki sözü söylerken, üç talâkı kasd etmediği ve aklına bile gelmediğine dair yemin içerek bana cevab verdi.

 

Binaenaleyh bu tâbir Talâk-ı recî olup kendisine ric’at etmekle (kadının tekrar kabul edip, rücû etmekle) emrettim. Ve hemen rücû etti. “Şayet, İbnu Hacer’den nakil ettiğin mef’ulsüz olan tallâktü (boşadım) kelimesi ile, bu adamın dediği sözleri arasında, fark çoktur. Zira adamın mezkûr sözlerinde, şâyi olmakla beraber, açıkça talâk kelimesi de vardır. O halde, cümlenin evveli sonuna bağlı olduğuna ibaresinden harf-i cer (bağlantı harfi) olan (Be) edatı hazf edildiğine dair bir alâmettir. Öyle ise, kadın üç talâk ile kocasından boşanmıştır.” desen, cevabında derim ki, İbnu Hacer’in kitabındaki mezkûr ibare ile, bu adanım tâbiri arasında hiçbir fark yoktur.

 

Çünkü mef’ûlün hazfi, harf-i cerrin hazfinden daha çok vâki olur. Bununla beraber, İbnu Hacer, misal olarak gösterdiği mezkûr ibarede, zevc ile zevce arasında, o anda vâki olan kavga ve münâkaşaları gibi hâdiseler, talâk için, mevcut bir karine oldukları halde, âlimler, ona iltifat etmeyip hatta onu, talâkın kinayesinden bile, saymayarak bâtıl bir söz olduğunu kabul etmişlerdir. Öyle ise, konumuz olan bu ibarenin telâffuzunda da rabt (bağlantı) edatı olmadığına göre, ona iltifat edilmez, (bir hüküm ifade etmez.)

 

Bu tabirle beraber, kuvvetli talâk karinesi olsa da talâk mânasını mülâhaza etmek gerekir. Mülâhaza edilmediği takdirde telâffuzdaki talâk kelimesi, bir mâna ifade etmediği gibi karine dahi hükümsüzdür. Nitekim, Büceyremi kitabı, (menhec kitabı metninin) “ketallâktüki” (seni boşadım gibi) ibâresi şerhinde demiş ki, musannif bu kavlindeki, arapçada teşbih (benzetme) edâtı olan kâf harfi zikir etmesinden maksadı, tâbirde geçen mef’ul (nesne) kelimesi zikir edilmezse, ona delâlet edecek bir karine olup mülâhaza edilmedikçe, talâk vâki olmadığına bir işarettir. Meselâ: birisi birisine “Sen kadınını boşadın mı?” dediğinde ona cevaben, boşadım, yâni kadınımı boşadım, dediği tâbiri gibi. Talâkı (boşanmayı) kasd ederse, vâki olur, yoksa vâki olmaz. Burada Büceyremi kitabındaki ibaresi sona erdi. Şeyhimiz ve İslâm dininin şeyhi, Verkanıslı şeyh Fethullah da (Radıyallahü anh) böyle fetva vermiştir. İşte buna dikkat et!

 

Size ve yanınızda bulunanlara selâm olsun! Allah, Efendimiz Muhammed’e (Sallâllahü aleyhi ve sellem) âl ve sahâbelerinin üzerine, salât ü selâm eylesin!

 

YİRMİ SEKİZİNCİ MEKTUP

 

İnsanın aklına gelen bazı küfür vesveseleri gayrı ihtiyarî hatıralarının menşei ve onları düşünceden def etmenin çaresi, nefsin kabzı halinde, onu zorlayıp yapılan ibadetler, daha sabit ve yararlı olduğu konular ve onlarla ilgili olan mes’eleler hakkında Vanlı Ahmed Bey oğlu Muhammed Sıddık efendiye yazılmıştır. Esasında bu mektûb türkçe olup, diğer bütün mektûblar gibi bir tarz üzere olması için Arapçaya çevirdik.

 

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

 

Hiçbir varlık yok ki onu hamd ile tesbih etmesin. Salât ü selâm, efendimiz Muhammed’in (Sallâllahü aleyhi ve sellem) bütün âl ve ashâbının üzerine olsun!

 

Bundan sonra, bu mektûb âlem kutbu kaymakamının (Radıyallahü anh) perverdesinden, Allah yolundaki doğru dostu, Muhammed Sıddık efendiyedir. Perverde evvelâ size selâm eder, hayır dualarıyla sizi hatırlayarak ahvalinizden sorar. İkincisi, muhabbetten haber veren mektûbunuz eline geçti. İçinde yazılan hâletlerin bahsini anladı. İnsanı küfre sürükleyen vesveseler ile, gayr-ı ihtiyarî olarak kalbine ârız olan hâtıralar hakkında, yazdığınız bahislerin cevabı şudur: Bil ki bazı rivayetlere göre, sahabe-i kiramlardan (Radıyallahü anhüm) Fahr-i kâinat efendimize (Sallâllahü aleyhi ve sellem) gidip, “ şübhesiz, kalbimize bazı şeyler vâki olur ki onunla telâffuz edersek kâfir oluruz” diye durumlarından şikayet ettiklerinde, Efendimiz (Sallâllahü aleyhi ve sellem) “Bu gibi şeylerin hâtıra gelişleri, imanın kemâlindendir”diye cevab buyurdular. Âriflerin bâzısı da şeytan hırsız gibidir. Hırsız, bir karanlık eve girince eline geçen herhangi bir şeyi alıp onunla yetinir. Daha iyisini taleb etmez. Ev aydınlık ise, eşyanın en iyisini çalıp gitmeye acele eder. Şeytan da böyledir. İnsan kalbi, günahlar karanlığı ile karanlık olduğu müddetçe, vesveseli şeylerden herhangi birisini o kalbe düşürmesi ile râzı olur. Kalb tâat ve riyazetlerle aydınlanınca, ondan îmânı sıyırıcı vesveseleri içine atmaya çalışır. Allah, bizi ondan korusun!

 

Binaenaleyh, bahsettiğiniz vesvese ve hatıraların menşei, şeyhi âzam ve en büyük mürşidimiz olan El-Şeyh Fethullah’ın (Radıyallahü anhümâ) (Allah üzerimize bereketini nazil eylesin) himmetleri dolayısıyla, size hâsıl olan imanın kemâli, kalbinizin aydınlatmasındandır. O kötü vesvese ve evhamların, kalbden sıyrılmalarının çaresi, Gavs-ı âzam Seyyid Sıbğatullah El-Arvasî (Kuddise sirruh) minehinde buyurduğu üzere, o haletlerin kalbe gelip gitmelerine iltifat etmemektedir. Ve göğüs hizasında mezkûr şeyh-i âzamın râbıtasına devam etmektir.

 

Uykusuz kalıp sarhoşlar gibi olduğunuzu yazmıştınız. O halin, Allah’a olan sevginizin şiddetinden olduğu umulur. Allah onu günbegün arttırsın. Râbıtada ve vird çekmekte gevşeklik etmeden, onlara çalışıp, kalbinize gelen hâletlere iltifat etmemeniz lâzımdır. Kabz ve nefsi zorlamakla bazı vakitlerde, yapılacak tâatler her zaman ve her yerde, kabule daha yakın, daha yerinde olup yararlıdırlar. Selâm hidâyete tâbi olana, Mustafa’nın şeriatından ayrılmayanların üzerine olsun ve Mustafa’nın (Sallâllahü aleyhi ve sellem) âl ve ashâbının üzerine de salât ü selâm olsun!

 

 

 

YİRMİDOKUZUNCU MEKTUP

 

Bu hakir Muhammed Alâuddin’e, Allah, onu Hazret’in mütâbet ettiği yoluna hidayet edip, hazretin nazar ve şefkatinin yerini eylesin. Mektûb, bazı maslahatlar ile, sâlik tasavvufta karşılaştığı sıkıntı ve üzüntü, manevî yükselmesinin artmasına yardımcı olduklarının bilinmesi lâzım olduğu hakkında yazılmıştır.

 

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

 

Hiçbir varlık yok ki onu hamd ile tesbih etmesin. Salât ü selâm efendimiz Muhammed’e (Sallâllahü aleyhi ve sellem) âl ve ashâbına ve zürriyetine olsun.

 

Bundan sonra, bu mektûb, âlem kutbu kaymakamının (Radıyallahü anh) perverdesinden gözünün nûru, mürşidinin oğlu, Alâuddin’edir. Allah, onu mukarrebûn (Allah’a yakın olanların) temennilerinin son makamına yükseltsin!

 

En büyük mürşidin ev halkının durumundan haber verici mektûbunuz, perverdeye ulaştı. Ey aziz! Perverde, malûm olan o halleri işittikten sonra, Nurşin’e gelmesi için, ona (malûm olan kadına) haber göndermek istedi. Sonra bu düşünceden vaz geçip, ona sert sözler göndermeyi düşündü. Böylece kendisi yerinde durup, ortadan sıkıntının zail olmasıyla, istediğiniz şekilde sözünüze muvafakat edeceğini zan eder.

 

Şeyhin (Radıyallahü anh) evi (Pırnaşin) köyüne gidecek mi, yoksa gitmeyecek mi? Şayet gitmesi arzu edilse, perverdenin on gün sonra, size gönderecek haberinden sonra olsun!

 

Malûm kadına karşı, cenabınız muamelesi, şefkat ve mülâyemetle olsun! Bununla beraber, perverde ondan ülfiyete aykırı bir şey işitse, kendisine sert haber göndermekle, muamelede bulunacaktır. Sen de gevşeklik etmeden, cenabınıza tavsiye edilen şeyle meşgul ol! Eğer sana telkin edilen şeyleri, Nakşibendi nisbetinin hakkını muhafaza edersen, bu yolda size hâsıl olacak sıkıntı, manevî makama yükselmenize yardımcı ve terakkinizin artmasına sebeb olduğunu bil! Beyit:

 

“Tarikatta sâlikin önüne gelen her şey, onun hayrınadır.

Ey gönül! Doğru yolda olan kimse yolunu kayıp etmemiştir.”

 

Sana ve Mustafa’nın (Sallâllahü aleyhi ve sellem) şeriatına tâbi olana selâm olsun! O, şeriatın sahibine, âline de salât ü selâm ve senâ olsun!

 

 

 

OTUZUNCU MEKTUP

 

İlkin Allah, irade, sıfatıyla kulun kalbine tecelli etmezse, kul onu taleb etmeyeceği, öyle ise, mürid, murad (istenilen) hakikatta muhib (âşık) mâsuk (sevgili) olduğunun beyanı ile, bu konu ile ilgili mes’ele hakkında,pederinin halifesi, riyaset ve tekadüm ile zâhir ve bâtın ilimlerini derleyen, Taşkesenli Molla Ahmed’edir (kudduse sirruh)

 

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

 

Hiçbir varlık yok ki, onu hamd ile tesbih etmesin. Salat ü selam Efendimizin (Sallâllahü aleyhi ve sellem) âl ve ashâbının üzerine olsun! Bundan sonra, bu mektûb, âlem kutbu kaymakamının perverdesinden, en aziz, şerefli âlim ahadın (Allah) nûrunun vasıtası, halkı samed olan Allah’a celb edici, ebedî feyizlerin kaynağı, seydaye mensûb bağlantının vasıtası, zamanında tek manevî makam sahibi, şerefli efendimiz şeyh Ahmed’edir. Devamlı olarak halk kendisinden faydalanıp kemalin nihayet derecesine yükselmiş olsun.

 

Perverde, o taraftan kendisine bir haber gelmesini Allah’tan rica edip intizarında idi. O taraftan lâtif bir rüzgârı celb edecek bir haberi size göndermediği için, hususan müjdeciniz geldiği günde, bir saat sonra, kendi nefsini kınadı. Misafir divanında (odasında) türbe-i muazzama karşı otururken, Bilkîs tarafından Süleyman’a (aleyhisselâm) gelen çavuş kuşu gibi, elçiniz gelince, gayet sevinerek neş’esi kuvvetlendi. Çünkü ondan, o tarafın kokusu gelip, oradan bahis ediyor. Şiir:

 

“(Ey elçi) eğer onun (Şemseddin’in) tatlı dudaklarından çıkan bir selâm haberi, sende olsa, söyle.

Ve eğer onun miske benzer gönlünden çıkan bir haber bilsen getir. Başın ne kıymeti var ki, Şemseddin’in ayağına feda edeyim. Şemseddin’in ise ismini söyle ki, senin üzerine rûhumu saçayım.”

 

Perverde, elçinizle nasıl sevinmesin ki, kendisi merkadi (türbe-i muazzam) ın yanında bulunduğu halde, lâkin ona hâsıl olan ni’met sizin himmet ve duanızın bereketi ile olduğunu bilir. Şiir:

 

“Ayıl! tâ ki, birdenbire ondan (mahbubdan) bahs etmeyip de âşıklık vasfı bizdendir söylemeyesin.

Aşk ile kimse gibi, aşk ondan (mahbubdan) olup sende zâhir oldu.”

 

Şayet Allahü Teâlâ irade sıfatını kulun kalbi üzerine tecelli etmezse fakir kula taleb ve irade sıfatı nasıl hâsıl olacaktır? İşte bunun için, yüce zâtın :

 

“Bir kimse taleb edip, çabalarsa, matlubuna erişecektir.” dedikleri sözlerinin mânası tersine olup maksadları, Allah’ın iradesine nâil olan kimse taleb eder ve matlubunu bulur, demektir.

Hulâsa, kul, boş bir kap hattâ kitabın cild ve nakışına benzer. Beyit:

 

“Mânayı sen verirsin ey şeker ağızlı (sevgili)!

Ben ise kitabın cildi, ses ve harf gibiyim.”

 

Üstâdın (Radıyallahü anh) ev halkı ile o mübârek mekânın sakinleri hepsi selâmette olup en olgun olan efendimiz Halife Molla Reşid rahatsızdır. Çünkü kendisinde iki aydan beri bir nevi hastalık vardır. Bugünlerde biraz hafifleşip bazı günlerde evinden çıkmaktadır. Hattâ güzel esen rüzgâr gibi tarafınızdan gelen haberin zamanında perverdenin yanında oturuyordu. Fakat bir saat dışarı çıktıktan sonra, artık ancak üç dört gün evden çıkmaz olur. Birçok hastalıkları vardır.

 

Muhammed Said, ilm icazetnamesini alıp dolayısıyle giyicek kıyafetini değiştirmiştir. Buna da Allah’a şükür olsun! Kendisi de kendine ve üstad-ı âzam (Kuddise sirruh) evlâdına torunlarına cenâbınızdan duâ diler. Hepsi de ayaklarınızdan öperler. Şeyh-i âzamın (Radıyallahü anh) bütün ev halkı selâmette olup istirahat safhasında oturmaktadırlar. Molla Alâuddin ise, şimdilik burada idi. Mâruf okumak için Balekan köyündedir. Bitlis vilâyetinde fedailerin (Hristiyan gerillalarının) bahsi kesildi. Ama Van’da çoğalıp, orada birçok hâdise vâki olmuştur o hâdiselerde Gevaşlı Molla Mehmed’in kardeşi öldürülmüş, diğer kardeşi de zimmîlerden çoğunu hattâ ahtımar kilisesinin reisi olan kitrakösü de öldürdü, sonra tahmanıslı Hüseyin de Molla Mehmed’in mezkûr kardeşini öldürmüştür.

 

Perverde ellerinizden öper, cenâbınızdan duâ taleb eder. Molla İbrahim’e selâm edip Molla Ziyâuddin ile Muhammed Sırrı’nın gözlerinden öper. Allah, onları mukarrebundan (ona yakın olanlardan) eyleyip uzun ömürler versin! Molla Hüseyin, faki Muhammed’e ve daha başka sâlik, mürid ve talebelere selâm eder. En reşid olan halife ve Molla Muhammed Emin de ayaklarınızdan öperler. Allah’ın salât ü selâmı efendimiz Muhammed’e (Sallâlahü aleyhi ve sellem), âline olsun.

 

OTUZBİRİNCİ MEKTUP

 

Sâlike, bir hal peydâ olmaması da ona manevî bir hâlet olduğu, Allah’ın muhabbeti artmasına sebeb olacak şekilde sâlik, kendi nefsinin kusurunu görmesi, kendisinde hâletin mevcûd olup olmadığını düşünmesi, bütün varlığıyla Allah’a yönelip, yüce Allah’ın (Celle ve alâ) fazîletini düşünmesinin, lâzım olduğunun beyânı hakkında halifesi olan Tilli köyünden şeyh Şihabuddin’edir.

 

ALLAH’A HAMD EDİP RASULULLAH (s.a.v.) E, AL VE ASHABINA SALAT Ü SELAM GETİREREK ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

 

Bu mektûb, âlem kutbu kaymakamının perverdesinden, Allah yolundaki kardeşi ve doğru, muhterem dostu, Şeyh Şihabuddin efendiyedir. Sevgili ve onda hâletlerden bahsedilen mektûb perverdeye ulaştı. Çünkü onda bahsedilen haletsizlik ve manevî halden bir parçadır. Tarikat reisi, Şâh-ı Nakşibend lâkabıyla bilinen zat, (Kuddise sirruh) buyurdular ki: “Bu tarikattan olduğunu iddia eden kimse, nefsini Frenk kâfirlerinden daha kötü bilmesi gerekir.”

 

Bundan anlaşıldı ki, mürid Allah’a tâat etmek hususunda nefsini taksiratlı görmesi lâzımdır. Nitekim Hâce Alâuddin de buyurmuş ki, “Sâlik için daima kendini kusurlu müşahede etmesinden başka kendisinde ümid edilecek manevî bir makam yoktur,” her an kusur kapısından girip, Allahü Teâlâ’nın kerem ve lûtuflarını, kendisinde istidat ve kabiliyyet olmayıp ondan uzak ve onu terk ettiğini mülâhaza etmesi, lûtuf ve inâyetine sığınması lâyıktır. Sâlik kendisinde bu kusuru görmesi, Allah’a karşı olan muhabbetinin eksik ve yok olmasına sebeb olmaz. Hattâ muhabbetin artmasına sebeb olur. Çünkü muhabbet, Allah’a itâat etmek demektir. Nitekim, şiir:

 

“Allah’a isyan eylediğin halde ona karşı muhabbetin olduğunu açıklıyorsun.

Rabbime and ederim ki, bu iş kıyas etmekten gerçekten garibdir (bilinme bir şeydir).

Şayet Allah’a olan muhabbetin doğru olsaydı, ona itâat ederdin.

Çünkü seven sevdiği kimseye itâatkârdır” denilmiştir.

 

El-hâsıl, sâlik nefsinin kusurunu görmek, onu kötülükle ittiham etmek ve ona güvenmemek, bu tarîkatta en önemli şeylerden olup tâlip olan kimse, bu hususta çalışması, hâletlerin zuhuruna itimad etmemesi ve zâhir olup olmaması, Allah (Celle ve alâ) ya havaledir. O hususta kuluna seçtiği şey, kul kendine seçtiği şeyden evlâdır. Kulu için neyi seçerse, onda hayır vardır. İşte bu nedenle, “tâlib ihtiyarsız olması gerekir.” denilmiştir. Hattâ sevgilinin yapacağı şey sevilir. Tâlib benim için muhabbet olup olmadğı düşüncesiyle meşgul olması, Allah’tan başkasıyla meşguliyeti demektir. Kendisine yarayacak rücû edecek (dönecek) hâletlerin herhangisiyle, meşguliyetin durumu da, böyledirler. Belki sırf Allah (Celle ve alâ) nın zâtını düşünerek kendini ibâdetine lâyık olmadığını ve fazileti, kemâlin son derecesinde olup Allah (Celle ve alâ) hiçbir maksad veya ivaz için işleri yapmadığının bilmesi vacibdir.

 

Mektûbda bahsettiğin tefekkürler ise, onlar nefsin faydası ve ona fayda taleb edilmesi hakkında olduklarından terk edilmesi ve hiçbir fayda taleb edilmesi düşünmeden külliyen Allah’a (Celle ve alâ) yönelmek yakışır. Size Muhammed Emin’e, Şeyh Nureddin’e, Sâdık efendi ve diğer şeyhlere, köy halkına selâm olsun. Dünya fani olup onun için çalışmak, aziz olan ömür, boş olarak zayi olduğu bilmelidirler. Baki kalacak ancak âhiret olup, ona çalışmak lâzımdır.

 

Bundan sonra, perverde şunu der ki, giyinecek bir elbise heyetinde râbıta ile meşgul olup başkasının tefekkürünü terk et! Allah, efendimiz Muhammed’e (Sallâllahü aleyhi ve sellem), âl ve ashâbına salât ü selâm eylesin!

 

OTUZİKİNCİ MEKTUP

 

Allah’a hakikî şükür etmek, insan bütün organlarıyla ona itâat etmekten ibaret olduğu zât-ı bârîsi için olmadan veya mürşidlere mütâbeat edilmeden yalnız şeyhlere intisab ve sığınmanın fayda vermediği ve dünya işleri din işlerine tâbi olup, aksi ise, muteber olmadığı hakkında Hınıs kalesinde mukîm Nasreddin Bey’edir.

 

Allah’ın resûlüne (Sallâlahü aleyhi ve sellem), âline ve zevcelerine, zürriyetine salât ü selâm getirip,

 

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

 

Bundan sonra bu maktûb, âlem kutbu kaymakamının perverdesinden, en aziz dostu olan Nasreddin Bey’edir. Allah, onu dünya ve âhirette âfetlerden muhafaza eylesin! Sevgiye dayanan (üstad-ı âzamın) eşiğine karşı olan tezellül ve yalvarmanızdan haber verici mektûbunuz, perverdeye ulaştı. Bu durumunuza göre, Allah’a hamd etmeniz vacibdir. Çünki bu, dünya ve âhirette manevî yükselmeye Allah (Celle ve alâ) ya yaklaşmaya sebebdir. Rızâsına kavuşmak için, bir merdivendir. Şükür, insan, bütün emir olunduğu şeyleri yapmak, nehiy olunduğu şeylerden sakınmak, bedenindeki bütün uzuvları neye yaratıldıkları vazifelerde sarf etmektedir. Yani işitme duyusunu, va’dı, sohbeti, Kur’ân-ı Kerîm’i dinlemeye, görme duyusunu Kur’ân-ı Kerîm’e ve sâlih zatların yüzlerine bakmaya sarf edecek, onu ayaklarının vazifeleri olduğu gibi, camilere gitmeye vesile eder. El vazifesi de bu olduğu gibi, onunla ehlullah’a hizmet edcektir. Allah (Celle ve alâ) nın yapmasına râzı olmadığı ve nehiy eylediği şeyde sarf edecektir. Şu da bilinmelidir ki, şeyhlere, dervişlere yalvarmak, ancak Allah (Celle ve alâ) zâtı için olsa, fayda verir. Başkası için olsa, faydası azdır. Zira onlar, haklarında itikad edildikleri gibi olsalar, duâ ve iltifatlarına mazhar olup sevgilerini celb etmek için, az da olsa, onların yaptıklarını yapıp, onlara muvafakatın husulü ile olur.

 

Öyle ise ey sâdık (doğru) kimse, üstad-ı âzamın (Radıyallahü anh) mütâbeatini ve ona mensub olduğunu düşünüp, o nisbeti Allah’a yaklaşmaya sebeb etmen lâzımdır ki, dolayısiyle dünya rütbesi de hâsıl olur. Onu, dünya menfaatinin husulüne vesile etme! Ki âhiretin faydalarından mahrum kalmayasın. Zira bir kimse, âhireti veya sırf Allah (Celle ve alâ) nın zâtı için ona yönelse, nitekim lâyık da budur, dünyasının işleri de bununla hâsıl olur. Nitekim hadîs-i nebevî, sahibine, âline salâvatların en kâmili selâmlardan en tamamı olsun da bu mânaya delâlet eder.

 

Perverdeyi, size bu kelimeleri yazmaya sevk eden sebeb, size karşı olan âtinası ve Allah’a (Celle ve alâ) yaklaşmanıza ve üstad-ı âzamın (Radıyallhü anh) eşiğinde olanların yoluna dahil olup arkadaşlarından geri kalmamanız hakkındaki hırsıdır.

 

Şayet size yazdığım bu şeylerle amel edersen, mektûbunda bahs ettiğin temennilerin, gecikmeden Allah’ın minnetiyle size hâsıl olacaktır. Allah, sâdât-ı kiramın (Kuddise sirruhüm) himmetleriyle onlarla imtisal etmeyi sana nasib eylesin! Talha efendi, Emin Efendi, Ali Bey ile Abdülhakim efendinin oğullarına ve diğer müridlere selâm ederiz. Allah’ın salât ü selâmı, efendimiz Muhammed’e, (Sallâllahü aleyhi ve sellem) âline ve ashâbına olsun!

 

OTUZÜÇÜNCÜ MEKTUP

 

Bu yüce tarikatın esası, ondan maksad, istikamet, doğruluk olduğu, mürid amel etmeye çalışması gerektiği, Nakşibendî sâdâtının (Kuddise sirruhüm) maksadları, sırf zât-ı Bârî’ye (Celle zatühü) hasr olunduğu, mürid için faydalı olan şey, kendisine hâletlerin zuhurunda bile, işlerini mürşidine havale edip mürşidi isterse o hâletleri kendisine açıklar, isterse onları gizleyeceği konuların beyanı ile, tarikatın bâzı âdâbı, bütün bu konularla ilgili mes’eleler ve Hınıs kalesindeki müridlere eylediği bâzı nasihatları hakkında, Hınıs kalesi mescidinin müezzini olan Molla İsmail’edir.

 

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

 

Hiçbir varlık yok ki, onu hamd ile tesbih etmesin. Salât ü selâm, Efendimiz Muhammed’e, (Sallâllahü aleyhi ve sellem) âl ve ashâbına olsun! Bundan sonra, bu maktûb, âlem kutbu kaymakamının perverdesinden, Allah yolundaki kardeşi Molla İsmail’edir. Allah, onu dostlarından eylesin!

 

Şübhesiz, bu yüce tarikatın Allah, o tarikat sâdâtının rûhlarını kutlasın. Esası ve Üstad-ı a’zamın mektûblarında def’alarca takrir eylediği gibi, ihlâs (doğruluk), muhabbet ile mürşide teslim olmaktır. Sâlikte bu üç şey mevcud olsa, halet ve şevklerin itibarı yoktur. Şayet halet ve şevklerde, mezkûr üç vasıflar ile mevcud olurlarsa, ne iyi. Olmazlarsada zarar yoktur. Mezkûr üç vasıflar mevcud olmazlarsa, hiçbir şeye itibar edilmez. Öyle ise, mürid bu üç şeylerin tahsiline çalışması ve icab eyledikleri şeylerle amel etmesi lâzımdır. Çünkü bu üç şey, mevcud oldukları zaman, parlak islâm şeriatından en büyük maksad olan istikamet vasfı da onlara terettüp eder.

 

“Tarikattaki iş bu üç şeyden başka hiçbir şey değildir.” Sâlikin tâatında bir gevşeklik vâki olsa, ondaki kusurundan olup, Allah’ın (Celle ve alâ) ihsanında, kezâ sâdâtın himmetlerinde hiçbir noksaniyet olmadığı bilinmelidir. Şiir:

“Her ne noksan ve suç ki vardır, bizim düzensiz ve yakışıksız olan kâmetimizdendir. Yoksa senin hediyen kimsenin boyuna kısa değildir.”

 

Hâce Muhammed El-Ruci, mürid, tâatta çalışıp keramet ve manevî haletlerin kendisine hasıl olmasına bakmaması gerekir. Çünkü tasavvuf ehlinin bütün tahkikçileri, bu dünya evi, amel etmek yeridir. Mükâfat evi ise, âhiret olup, şayet îmânı kuvvetlenmesi için, bir kimseye, bu dünyada mükâfat olarak bir şey verilse, kendisi onu vaktinden önce, acele ederek talebinde bulunduğu, ona verilen o ni’met yerinde olmayıp belki yeri âhiret günü olduğu kanaatindedirler.

 

Öyle ise, cesaretli bir adam isen, tâat ve ibadete çalış. Âhirette mükâfatı çoktur. Bununla beraber, Nakşibendîlerin tâattan maksadları, yalnız zât-ı Bârî’nin rızâsının talebine hasr edilmiş, Allah’ın (Celle ve alâ) zatından başka bir şey’i düşünmezler. Müridlerden biri, şeyhine dedi ki: Ben falan sahraya gittim. Oradaki bütün ağaç ve bitkiler benimle konuştular. Şeyh ona, senin bu haline taaccüb ederim. Ben senin ile Allah’ın (Celle ve alâ) arasında vasıta olduğum halde, sana bu halet nasıl geldi? diyerek onu tevbeye davet edip, adam tevbe etti. Sonra müride dedi ki, tevbenin kabûlünün alâmeti, o sahraya gidip, o ağaç ve bitkilerden hiçbir şey işitmemektir.

 

Demek ki müridin kendisini mürşidine havale etmesi lâzımdır. Ona arzû ettiği şey’i mürid şahsen kendine irâde ettiği şeylerden hayırlı olduğunu, ona hasıl olacak şühûd, istiğrak ve daha başka haller mürşidinin görüşüne havale edildiğini, vakitleri gelince, onları kendisine açıklayacağını, yoksa ondan gizleyeceğini kat’î olarak bilmesi gerekir. Hattâ yaptığı amellerin, kendisine birçok faydalar sağlaması için, mürşidinin rızâsından başka bir şey taleb etmemesi lâyıktır. Şiir:

 

“Madem ki iki âlemde (Dünya ve âhirette) bana bir dost (Allah) lâzımdır. Cennet, cehennem, hûri ve uşaklarla ne işim vardır?”

 

Sana adetleri beyan edilen virdlerini yapıp bitirdikten sonra, üstadının rabıtasıyla meşgul ol! Sana kalb huzûru ve iştiyak hasıl olduklarında, bu huzûr ve kalbin tarafına iltifat et! Başka bir şey ona dahil olmamak için, kalbin üzerinde otur! Şayet böyle yaparsan, kalbe yaptığın o teveccühün, şartı hasıl olduğu takdirde, yani kalbine dikkat edip, o huzurdan başka, hattâ kalbini bile mülâhaza etmezsen, sana bu âlemden hattâ kendi nefsinden bile gaybet (kendinden geçme) haleti hasıl olmayacağını zannetmiyorum. Eğer başka bir şey kalbine vaki olsa, hemen üç def’a,Yâ fe’al (ey dediğini hemen yapan Allah) de! O hatırına gelmezse, kalbinde “Lâ ilâhe illâllah” yani hakikatta Allah’tan başka bir İlah yoktur, de!

 

Sana, umûmî ve husûsî olarak, diğer mürid ve tâbilere selâm ederiz. Allah’ın (Celle ve alâ) rızâsını kazanmak için, gayet cehd edip dünyanın fâni olduğunu, yalnız ona çalışan kimse, hava üzerinde bir bina inşa etmesine, suyun üzerinde yazı yazmasına, çalışan kimseye benzediğini, âhiret için amel etmek, hattâ ancak Allah’a (Celle ve alâ) hassaten yapılan amel, birçok faydalar sağlayıp dolayısıyla ona sayılmayacak kadar ni’metler terettüp eylediklerini bilsinler! Hatme yapmaya, üstaddan bahsetmeye, onun sohbet ve kavuşması kendilerine hasıl olmadığına dair hasretine çalışsınlar! Allah’ın salât ü selâmı mevlâmız Muhammed’e, (Sallâllahü aleyhi ve sellem) âl ve ashâbına olsun!

 

OTUZDÖRDÜNCÜ MEKTUP

 

Birisi zevcesine mahallî lisan ile: be se telâkı be fetvâ tü jimin berdâ-i bi “Fetvâsı olmayan üç telâk ile sen benden boş olasın.” dediği bu sözü ile, velev ki boşanmayı niyet etmediyse de, mahallî lisânı olan “tu berdayibi” sen boş olasın kelimeleri talâkın sarihi ve (se) = (üç) kelimesi de, talâkın sayısı için, sarih olduğuna binâen, adamın üç talâkı mı veya boşanmaya niyet ettiği taktirde, bulâfzın delâlet ettiği talâk sayısının en azına hamlederek tek bir talâkı mı vâki olduğu, (se) kelimesi de, arkasından gelen talâk kelimesi gibi talâktan kinaye olduğu ve ikinci şıkkın yani tek bir talâkı vâki olduğunun tercih edildiği ve o konu ile ilgili mes’elenin beyanı hakkında Dignöklü Molla Ali’ye gönderilmiştir.

 

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

 

Bütün hamdler, Allah’a mahsustur. Salât ü selâm Allah’ın resûlüne, âline, ashâbına ve zevcelerine, ona yardım edenlere olsun! Bundan sonra, bu mektûb, âlem kutbu kaymakamının (Kuddise sirruh) perverdesinden, Allah yolundaki kardeşi, parlak islâm şeriatı için insaf ve tam gayret sahibi, hakka talib, taassub ve meşrû olmayan yollarda bulunmayan, yüce mertebe sahibi Molla Ali’yedir. Allah onu mütakaddim âlimlerin yollarında sâlik eylesin.

 

Birisi, Be se telâkı bî fetvâ tû jimin berdayi bi hattâ Bağdâyı fetvâ tü ne bî “Zevcesine üç telâk ile sen benden boş olasın. Bağdad’a kadar feva olmasın.” dediği sözlerinden talâkı vâki olmadığına dair, sizin ve Molla Abdullah’ın mektûbu perverdeye ulaştı. Kitablara müracaat etti. Bu hususta açık bir mes’ele görmedi. Lâkin bu sözü karısına söyleyen kimse, talâka niyet etmediyse, talâkı vâki olmadığına dair kitablarda sariha benzer bir mes’eleyi bulduğunu zan eder. Çünkü, fıkıh kitablarında, bu konuya ait bütün ibareleri, bu lâfızlar talâk (boşanmak) ve talâk sayısı için sarih değil de talâk sayısından kinaye olduklarına delâlet etmektedirler. Meselâ: Ahmed bin Hâcer, (Tuhfetül Muhtaç) kitabında, talâktan kinaye olan tabirleri, ta’dât ettikten sonra, demiş ki: Şayet kadın, kocasına “Ben boşanmışım” dediğinde, kocası “bin kere” demiş olsa, (İmâm-ı Şâfiînin telmizleri, onun kelâmından istihraç ettikleri veya kendilerinden içtihad ettiklerine göre), bu sözleri talâk ve talâk sayısının kinayeleri olur. Şayet söylediği anda, yalnız talâkı (boşanmayı) kasd etmişse, sayısı belli olmayan talâkı vâki olur. Hem talâkı hem de sayısını kasd etmişse, niyet ettiği talâkın adedi, vâki olur. Bu fetva, Ravda ve başka (Şâfiî mezhebindeki) kitablarında geçen arapça “Enti vahidetün ve selâsetün” sen birsin veya sen üçsün. Tabirleri hakkındaki hükümden alınmıştır veya kocasından o, boş mudur? sorulduğunda, cevabında “üç” dese, yine yukarıda kadın kocasına ben boşanmışım, dediği tabirin hükmü gibidir. Burada İbni Hâcer’in dedikleri sona erdi.

 

İbni Hâcer’in mezkûr kitabının hâşiyesi olan Dağıstânî’de, Nihayetül Huhtaç kitabının hâşiyesi olan, Ali Şebramelisin’den naklen “tabirde geçen hükmü gibidir” dediği sözlerinden maksad, kocanın bu cevabı daha evvel ibarede geçen “bin kere” dediği sözü gibi kinayedir. Yine tabirinde geçen arabca “mislühü” (onun gibi) kelimesinin bitişiğindeki gâib zamiri, (Üçüncü tekil şahıs zamiri) daha önce kelâmında geçen, “Ben boşanmışım” ibaresine aittir. İbni Hâcer’in mezkûr tabirine benzer. Nihayetül Muhtaç kitabında da bir ibare vardır.

 

(Şâfiî mezhebindeki) fıkıh kitablarından El-Envar kitabı talâk bahsinde su tabir geçer: “Eğer birisi, karısına, “enti tâlikun se bare.” (Sen üç kere boşsun.) dese, ceddim demiş ki, çoğunlukla insanlar arasında câri âdetlerinin zahirine göre, bu tabirden üç talâk irade edilir. Fakat, Rafiî: Bu sözü söyleyen kimseye müracaat edilip niyetine göre fetva verilmesi muhtemeldir. Dedi.

 

El-Envar hâşiyesi Kümesra El-Envar’daki ezkûr ibaresinin hâşiyesinde demiş ki: “Se bare” tâbirinin manâsı, üç kere demektir. (Rafiî demiş ki) kavli ise, Rafiî onu Rüyânî’den hikâyet etmiştir. Yine mezkûr ibarede geçen (ceddim) kavli de Rüyânî’nin kavli olup yani Rüyânî’nin ceddi demektir. Hakikatını anlamak istersen, bunu araştır. Yine Envar’ın “Bu sözü söyleyene müracaat edilip” dediğinin manâsı, bu sözü söyleyen kimseden maksadı ne olduğu sorulur, demektir. Burada Kümesra’nın sözü sona erdi.

 

İşte, ey kardeşim! Düşün ki bu nakillerden anlaşıldığına göre, fıkıh âlimleri, talâk mes’elesinde yalnız talâk sayısı olan üç beş gibi lâfızlarla nazarı itibara almayıp belki o sayılardan sonra gelen temiz kelimesine (o sayının neden ibaret olduğu kelimeye) yani talâk kelimesini muteber tutmuşlardır. Eğer fıkıh ilmince, sayıdan sonra temiz kelimesi, talâkın sayısından kinaye ise, ifadede, telâffuz edilen adedi de kinaye olarak ona tabi etmişlerdir. Bahs edilen temiz kelimesi, boşanma için sarih ise, ondan önce zikr edilen adedi de (1,2,3) sarih olarak saymışlardır.

 

Zannıma göre, Envar kitabındaki ikinci tabir ile, bahis konusu olan adamın tabiri gibi olup, aralarında fark yoktur. Yani her iki tabirde de sarih olan adet, talâkın sarihine delâlet etmediği bir kelimeye izafe edilmişlerdir. Zira, tabirinde geçen (telâk) kelimesi, Nihayetül Muhtaç kitabı sahibinin görüşüne göre, mutlaka talâktan kinayedir. Ahmed bin Hâcer’in görüşüne göre, mutlaka kinaye olmayıp belki talâk değil, telâk ile telâffuz eden kimse, ta harfini te harfine tebdil eden kavimlerden olmaması kaydıyla kinaye olur. Hattâ İbni Hâcer’in mezkûr kitabının hâşiyesi olan İbnu asım kitabından, Şâfiî âlimlerince, telâk (mastar) kelimesinin telâffuzunda değil, tâlık (ismi fâil) kelimesinin kinaye olup olmadığı hususunda ihtilâf olduğu anlaşılır. Nitekim mezkûr hâşiyede demiş ki: Fer’ûn (geçen konu ile ilgili bir dal) ama te harfi ile telâffuz ederek Aleyyettelâk (telâk üzerime düşsün!) tâbiri, avam tabakasından olsun, fakih olsun, herkes hakkında kesin olarak talâkın kinayesidir. Bu tabir, (te) ile telâffuz olunan tâlık tabiri arasındaki fark ise, şudur ki, te ile telâffuz edilen telâk kelimesi için, manâ yoktur. Fakat masdar olan telâk kelimesine, bir manâ olduğu muhtemeldir. Burudu İbnul Kasım’ın ibaresi sona erdi.

 

Tuhfetül Muhtaç ve diğer kitabların ibarelerinden istifade edildiğine före, yukarıda geçen El-Envar kitabındaki “enti talikun se bera” tabirinin iki manâsından ikinci ihtimali doğrudur. Yani kinaye olup, hüküm söz sahibinin niyetine bağlıdır. Çünkü onda kavmin lügat ve âdetleri, telâk ile telâffuz edilmesinin, şartı nazarı itibare alınmamıştır.

 

Revd kitabı ile şerhinin ibaresi ise, bu konuda meâlen şöyledir. Talâk hususunda muvataat (anlaşma), kinayeyi sarihe eklemez. Meselâ: kocanın kullanacağım “sen üzerime haramsın” tâbiri telâktüki (seni boşadım) tabiri gibi talâkın sarih olsun, diye muvafakatı, yani koca, “Ne vakit karıma sen bana haramsın” cümlesini desem, bundan şübhesiz talâkı idare ediyorum dedikten sonra, karısına sen bana haramsın demesi, talâkın sarih olmaz. Belki, iptidâen söylemiş olduğu gibi kinâye olur. Zira, bunu söylerken daha önce niyetinin değişmiş olduğu muhtemeldir. Burada Ravdü ile şerhinin ibareleri sona erdi.

 

İşte bu mes’elenin tahkîkini, fıkıh kitablarından böyle anladık. Şeyhim ve islâm şeyhi El-Şeyh Fethullah (kuddise sirruh) dahi bu şekilde fetva vermiştir. Şayet sizde de bu hususta bu fetvadan başka sarih bir ibare varsa, bizi ikaz ediniz! Allah’ın salât ü selâmı Efendimiz Muhammed’e, (Sallâllahü aleyhi ve seallem) âline ve ashâbına olsun!

 

OTUZBEŞİNCİ MEKTUP

 

Arvaslı Molla Abdülhakim’e. Nikâh hakkında Şâfiî olan bir kimse, Ebû hanife, Allah ona rahmet eylesin! Mezhebini taklid etmesi (uyması) câiz olup olmadığı, nikâh akdi hüküm ve ifta verme kabilinden olup olmadığı, bir kimse hüküm ve iftade taklit eylediği imamın mezhebinden başka bir mezheb imamını taklit etmesinin, taklit etmeden her dört mezheb ile amel etmesinin câiz olup olmadığı konular ve bunlarla ilgili mes’elelerin beyanı hakkındadır.

 

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

 

Bu mektûb, Arvas’ın yüce kapı eşiğinin (Allah onun yüce sâdâtının rûhlarını kutlasın!) hizmetkârı olan Muhammed Ziyâuddin’den, en şerefli kardeşi, en saâdetli dost, zekâ ve temiz kalb sahibi, kendinde güzellikler ve dirayeti toplayan, sâlih âlimlerin bakiyesi Molla Abdülhakîm’edir. Allah, onu doğru ve sağlam yolda sülûk etmeye muvaffak eylesin! Size selâmdan, dünya ve âhirette saâdetinize, âfetlerden selâmetinize duâ ettikten ve sizden duâ taleb eyledikten sonra, size şunu bildireyim ki, din mes’eleleri ile, onları kabul edip kâmil âlimler nezdinde kabule lâyık olan doğru ilmî mes’eleleri idrak ve kabul etmenize dair ondan gayret kokusu yayılan mektûbunuz bize ulaştı. Mektûb dört mes’eleden bahs etmektedir.

 

  1. A) Şâfiî olan bir kimse, nikâh için, Ebû Hanife’nin (Rahimehullah) mezhebini taklid etmesi câiz olup, olmadığı.
  2. B) Böyle bir akdin, hüküm ve ifta kabilinden olup olmadığı.
  3. C) Âlim bir kimse, kendi mezheb imamından başka diğer bir mezheb imamının hüküm ve iftasıyla hüküm ve iftası câiz olup olmadığı.
  4. D) Fıkıh kitablarında yazıldığına göre, avm tabakasından olan kimseye muayyen bir mezheb olmadığına binâen herhangi bir imamın mezhebini taklid etmeden, her dört mezheble amel etmek câiz olup olmadığı.

 

Biz: Tevfik ancak Allah’tan, tahkik yolları ancak kudretinin elinde olduğu halde, sorulan bu suallerin cevabında, deriz ki: birinci mes’elenin cevabı: Mustuluhat-u İbni Hacer, (Ahmed Bin Hacer’in te’lifi hakkındaki ıstılâh terimlerine mahsus) adlı, te’lif sahibi El-Şeyh Muhammed demiş ki: altı şartla mezheb imamlarından, herhangi birisinin mezhebinin taklid edilmesi, câizdir.

 

1) Kendisine taklid olunan imamın mezhebi, müteferrik olmayıp, derli toplu olması.

2) Bir mes’ele için mezhebinden başka bir mezheb imamını taklid eden kimse, o mes’eleye ait olan şartları ezbere bilmesi.

3) Taklid eylediği mes’elede kızının hükmü, iptal olunmaması.

4) Ruhsatları kast ederek araştırmaması yani bir mezhebden yalnız en kolay fetva ile amel etmek için araştırmaması.

5) Bir mes’ele hakkında bir fetva ile amel ettikten sonra, aynı mesele hakkında, zıddına delâlet eden kavil ile, amel etmemesi.

6) Yapılan taklid de telfik olmaması.

 

Bâzı âlimler, taklid edebilmesi için, yedinci bir şart koymuştur. Şöyle ki: Bir imamın mezhebini taklid eden kimse, o imamın mezhebini diğer imamın mezhebine tercih etmesi veya hiç olmazsa, ona müsavi olduğuna itikad etmesidir. İbni Hacer, mezkûr bâzı âlimlerden bu yedinci şartı nakil ettikten sonra, demiş ki: Lâkin Şeyhayn (Nevevî ile Rafiî) ilimde üstün olan bir imamın mezhebi bulunmakla beraber mafdulun (ilimce berikinden aşağı olan) mezhebinin taklid edilmesinin cevazını tercih etmişlerdir. Burada hülâsa olarak Şeyh Muhammed’in dedikleri sözleri sona erdi.

 

İbni Hacer’in (El-Fetavel Fıkhiyye) kitabının nikâh bâbında özet olarak şu vardır: Nikâh mes’elesinde (Şâfiî olan bir kimse), diğer bir mezhebi taklid etmek için kendisinden sorulunca, şu cevabı verdi: Ebu Hanife (Rahmetullahi aleyh) ile diğer mezheb imamlarına, tezvic (nikâh akdi) hususunda, o mezhebin sika (itimad edilir) âlimlerden olan bir zâta müracaat edip o mezhebdeki nikâhta muteber olan bütün hükümleri kendisinden sormak şartıyla taklid etmesi câizdir. Mutlak (kayıtsız şartsız) olarak taklid câiz değildir diyen kimse, gerçekten yanılmıştır. Burada mezkûr kitabın ibaresinin meâli sona erdi.

 

İkinci sorunuzun cevabı ise, nikâh akdi, hüküm ve ifta kabilinden değildir. Çünkü onad âkîd (akid eden kimseye) ya kadını isteyen erkek veya istenilen kadındır. Halbuki onların bu akidleri ne hüküm ne de fetve olduğu âşikârdır. Nikâhları başkaları tarafından yapılsa, ya vekâlet veya tahkim 8birisini hakem tayin etmek) suretiyle yapılır. Yani evlenecek eşler, her ikisi de beldede zaruri kaldı (fâsık olup, yetkili zat tarafından tayin olunan kadı) da olsa, aralarında nikâh akdini kıymak işini yetkili kadıya, bulunmazsa veya yetkili kadı bulunup da eşlerin nikâhları kıymak için maddi durumlarından fazla ücret alırsa, nikâh işlerini kadıdan başka adâletle, kadılığa ehil olan kimseye havale ederler. Mezkûr âdil kişinin akdi eşler tarafından kendisine tevdi edilmesi, vekâlet cihetindense, yaptığı o akid, ne hüküm ne de fetva olmadığı yine açık bir hakîkattir. Çünkü Nihayet El-Muhtaç kitabının (Faslün men yâkıdünnikâha ve mayet be ûhû) nikâhı kıyan kimse ile o konuyla ilgili mesele hakkındaki fasıl ile ona tâbi olan mes’eleden anlaşıldığına göre, bir akdin vekili sırf sefirden (elçiden) başka bir şey değildir.

 

Şayet vekil ile muhakkem (hakem edilen kimse) manâ itibariyle bir sayılır denirse, hayır ikisi bir değildir deriz. Nitekim İbni Hacer, El-Fetava El-Fıkhiyye’de nikâh bâbında, az anlayışlı olan kimsede, tahkim ile vekâlet meselesi bir olmadığını açıkça anlar demiştir. Burada İbni Hacer’in sözleri sona erdi.

 

Şayet kendisine tevdi edilen nikâh kıyma işi, tahkim yoluyla olsa, muhakkemin tasarrufu, hüküm değildir. Nitekim Nihayet El-Muhtaç mezkûr faslın hemen evvelinde geniş bir açıklamadan sonra, hâkim, nikâhımı kıyacak kadın, kendisine izin verdiği sabit olmadıkça, onu tezviç edemez. Çünkü hâkim, nikâh akdine hüküm cihetinden sahib olduğu için, müstenedi (kadının izin vermesi) sabit olması vâcibdir, diye İbni Abdüsselâm ile Bulkînînin dedikleri sözleri reddetmek izin, onu sarih olarak söylemiş ve İbni Abdüsselâm ile Bulkînînin mezkûr bahisleri hakkında demiş ki, Onların bu dedikleri, hâkimin tasarrufu, hüküm olduğuna binaendir. Halbuki sahih olan şey bunun hilâfınadır. Hanefî fıkıh kitablarından olan İbni Âbidîn Edebülkada bahsinde demiş ki, Hâkimin tasarrufu, vilâyet (velilik) cihetindense, hükümdür. Vekâlet cihetindense, hüküm değildir. Burada İbni âbidînin dedikleri sona erdi.

Üçüncü sorunun Faslün fi ma yaktadî inîzalelkadı (kadının azli icab eden şeyler hakkında bir kısımdır.) tabirlerinden hemen az önceki Edebülkada bahsinde demişler ki: Nevevî Rafiînin kelâmlarından anlaşıldığına göre, bir mezheb imamını taklid eden kimse, mukalledinin (ona taklid eylediği imamın) dediklerinden başka bir hüküm vermez. Remli, İbni Hacer’den ziyade “Bu böyledir” demiş, sonra her ikisi de bunda, onlara muhalefet edenleri red etmişlerdir.

 

İbni Hacer (El-Fetavel Fıkhiyye) kitabının Edebülkada bahsinde demiş ki, amelde dört mezhebden birisini taklid eden kimse, vereceği fetvayı bilerek onu söyleyen imama izafe ettiğinde kendi mezhebine ve mezhebinin hilâfına göre de halka fetva vermesi câizdir. Zira son asırdaki ifta yolu, ancak nakil ve başkalarından rivayet etmektir. Bugünkü müftülerin fetva yolları bu olunca, müftü, ya kendi mezheb imamından veya başka mezhebin imamından hükümü nakil etmesi arasında hiçbir fark yoktur.

 

Burada da İbni Hacer’in, El-fetavel Fıkhiyyedeki sözleri sona erdi. Sonra İbni Hacer, bunun isbatına delil getirip, bu hususta ona muhalefet edenin sözlerini red etmiştir. Daha sonra, aynı bu fetva bahsinde demiş ki, ashâbımızın büyüklerinden bir cemaat, “mukalid taklid eylediği imamın mezhebindeki mes’eleler hakkında fetva vermesi haramdır.” Dedikleri kavlinin manâsı, İbhussılahın dediğine göre, mukalid îndî (kendi görüşüne göre) fetva vermesi, haramdır. Ama, onu taklid eylediği mezhebin imamına isnad ederse, bunun hiçbir maniî yoktur demektir. Burada İbni Hacer’in dedikleri sona erdi.

 

İşte, bu nakillerden, müftü ile hâkimin arasındaki fark anlaşılıyor ki: Müftü mezkûr şekilde yani fetvayı bilip kendisinin taklid etmediği bir mezheb imamına göre de fetva verilebilir. Fakat vazifesi, hüküm, karar verme olan bir hâkim, kendi imamını mezhebinden başka bir imamının mezhebine göre, dinlediği dava hakkında hüküm, karar vermesi câiz değildir.

 

Dördüncü sorunuzun cevabı: Şübhesiz Molla Yahya El-Muzüri., Tuhfetülmuhtaç kitabın dibacesine (ön sözüne) ait hâşiyesinde sözünün hülâsası şudur: “Fıkıh usûlü âlimlerin, avam tabakasından olan kimse için, amel bakımından herhangi muayyen bir mezhebi yoktur.” dedikleri kavlin manâsı, mezkûr kimse, bir mes’ele hakkında muteber mezheblerden birisini taklidi, diğer bir mes’elede, ondan başka yine mûteber bir mezhebi taklidi ve hakeza câiz olup devamlı olarak herhangi muayyen bir mezheble amel etmesi lâzım olmadığı, yanlış düşünülerek kendisi muteber mezheblerden hiç birisini taklid etmeksizin amel etmesi demek olduğu değildir. Burada Molla Yahya’nın dedikleri sözleri sona erdi.

 

Makam ve zaman daralması için, yukarıda geçen kitabların ibarelerini kısalttık. Uzun uzadıya beyanını istersen, cevablarda geçen ibarelerin bahsinde, mezkûr kitablara müracaat edip hakkıyla düşün ki size hak ve hakîkat zahir olsun! Hakka doğruya tabi ol! Çünkü hakka tabi olmak daha lâyıktır. Hidayete tabi olana, Mustafa’nın (Sallâllahü aleyhi ve sellem) (onun, âl ve ashâbına salât ü selâm olsun) mutebeatından ayrılmayana selâm olsun. 17 Nisan 1321. H.

 

OTUZALTINCI MEKTUP

 

Kadırî seyyidlerinden Şeyh Necmüddin ile Şeyh Tayyibe, Dervişü’n-Nebî (peygamberin dervişi) diye lâkablandırılmıştır. Tilanlı Şeyh Kasım oğlu ve mezkûr iki şeyhin şerefli babaları, Şeyh Habib’in vefatı dolayısıyla taziyeleri (baş sağlığı) içindir. Allahü Teâlâ onlara rahmet eyleyip bereketlerinden bir nebze üzerimize de nâzil eylesin!

 

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

 

Hiçbir varlık yok ki onu hamd ile tesbih etmesin. Salât ü selâm, Efendimiz Muhammed’in, (Sallâllahü aleyhi ve sellem) bütün âl ve ashâbının üzerine olsun! Bundan sonra, bu mektûb, âlem kutbu kaymakamının (Radıyallahü anh) perverdesinden, ulu, temiz soylu ve din adamları nezdinde sevgili, Resûlüllah’ın, onun, âlinin üzerine salât ü selâm olsun! Torunları, yüce neseb sahibi, şerefli olan Şeyh Necmüddin ile diğer kardeşlerinedir.

 

Allah (Celle ve alâ) ehli, bilhassa Seydanın kapı eşiğindeki halkınca büyük olan musibet haberi, perverdeye ulaştı. Bizzat kapınızın eşiğine gelmek istediyse de bulanıktan o maksatla acele olarak dönerken, malûm olduğu üzere, kar ve rüzgâr fırtınası onu gelmekten men etti. Dolayısıyle fırsat bulup da size gelecek vakte kadar, bir teselli olmak gayesiyle size bu mektûbu yazıp hususi adamı olan Molla Muhammed ile gönderdi.

 

Evvelâ uluların efendisinden (Peygamberimizden) onun âl ve ashâbının üzerine salât ü selâm olsun! Rivâyet olunan “Allah, sevabınızı büyültsün. Mateminizin sonunu güzelleştirip, geçmişinizi bağışlasın!” cümlesi ile sizi taziye ederiz. Allah’ım! Onun şerefini yücelt, kabrini nûrlandır, onu bizim gibi günahkârlara şefâatçı kıl. Allah derecenizi yüceltip, sizi, şerefli cedlerinizin yolunda bulundursun! Onlardan üstün olanların üzerini asâleten ve diğerlerine mütabaaten salâvatların en üstünü selâmların en kâmili olsun!

 

Saniyen (ikincisi) cenâbınız ile perverdenin, rahmetlinin âhirete intikalinden nasibleri, ibret almaktır. Şöyle ki, dünya, onun gibi zatlara kalmayıp da size ve perverdeye nasıl kalacaktır?

Ahirette intial etmeye hazırlanmak için, herkes bu dünyadan göç edeceğini dünyanın zevk ve neş’e yeri olmadığının bilinmesi lâzımdır.

 

Sizin ve nezdinizdeki akrabanızın ellerinden öper, sizden ve onlardan dua dileriz. Allah, Efendimiz Muhammed’e, (Sallâllahü aleyhi ve sellem) âl ve ashâbına salât ü selâm eylesin!

  1. Kânunievvel (Aralık) 1321. H.

 

OTUZYEDİNCİ MEKTUP

 

Şerefli babasının halifesi Şeyh A.Hakim (Rahimehullah) evinde ikâmet eden kayın birâderi Molla Ubeydullah ile ev halkınadır. Molla Ubeydullah’ın oğlu Muhammed Mazhar’ın (Rahmetullahi aleyh) vefatı dolayısıyla taziyeleri baş sağlığı için, dünyada, Allah’ın (Celle ve alâ) muhabbetine dalmış kimseden başka hiçbir kimseye esenlik olmadığı, musîbetler ânında, bütün ümmetinin musîbetine nisbeten en büyük musîbet olan Peygamber’in (Sallâllahü aleyhi ve sellem) vefatı dolayısıyla, bu ümmetin fertleri, birbirlerini taziye etmeleri ve bu konu ile ilgili mes’elenin beyanı hakkındadır.

 

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

 

Hiçbir varlık yok ki onu hamd ile tesbih etmesin. Salât ü selâm, Efendimiz, Muhammed’in, âl ve ashâbının üzerine olsun! Bundan sonra, bu mektûb, âlem kutbu kaymakamının perverdesinden, Allah yolundaki kardeşi Tağili Mollo Ubeydullah’a. (Allah’a olan muhabbeti artsın!) ve şeyh Abdülhakim’in (Kuddise sirruh) ev halkına, (Allah’a olan yakınlıkları ziyade olsun!) ve o tarafın ahalisinedir. Allah onları sâlik kişilerden eylesin!

 

Perverde ile size ait musibetten haber verici mektûbunuz, kendisine ulaşınca, “Biz Allah’ın kuluyuz, (öldükten sonra) yine ona döneceğiz.” cümlesiyle, Allah’a bulundu. Kendisine ve size Allah’dan (Celle ve alâ) sabır ve büyük sevab vermesi talebinde bulundu. Ey kardeşler! Eskiden beri dünyanın âdeti böyledir. Ayrılık yeni peyda olan şeylerden değildir. Onda, ilim, irfan, taâtler ve Allah’a (Celle ve alâ) yakın olmak, onun için sevmek, onun için kızmakla, yani halkı Allah için sevmek ve onun için halktan kızmakla, meşgul olan kimse, şübhesiz rahat olup dünyada büyük bir saâdet payı alır. Bu mezkûr şeylerin zıddıyla meşgul olan kimse, dünyada esenliği kayıp eder. Çünkü dünya meşakkat ve gurur evidir. Zira müşahade edildiği üzere, onda, kardeşler, baba, anneler, çocuklar, birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Öyle ise, akıllı kimseye, âhiret işlerine ve Allah’ın (Celle ve alâ) muhabbetine çalışması lâzımdır ki, dünyevî meşakkat ve kösteklerinden (bağlarından) kurtulup rahat olsun! Şiir:

 

“Allah muhabbetinin esiri ol. Ki, esaretten (dünyanın keder ve bağından) kurtulasın. Aşkın derdini göğsün üzerine bırak ki, sevinesin.” Yoksa, bu musîbetin benzerleri, sene be sene, ay be ay gelir. Onlardan kurtuluş yoktur. Nitekim, Allah (Celle ve alâ) Kur’ân-ı Kerîm’de:

 

“Ey mü’minler! And olsun, (itaat edeni âsi olanlardan ayırd etmek için) sizi biraz korku, biraz açlık ve biraz da mallardan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Ey Resûlüm! Sabr edenleri (ihsanlarım) ile müjdele.”  Diye te’kidli yeminli buyurmuştur. Hattâ bu musîbetten daha üstün, daha şiddetli hâdiseler vâki olmuş ki bu ona nisbeten bir hardal tanesinin dünya dağlarının en yükseği olan dağın nisbetine benzer. Yani Peygamber’in (Sallâllahü aleyhi ve sellem) vefati…

 

Şübhesiz, Peygamber’den (Sallallahu aleyhi ve sellem):

“Ben ümmetim için, (ölüm hususunda) selefim benim vefatımın musibeti gibi hiçbir musîbet başlarına gelmez.” rivâyet edilmiştir. Yine Peygamberimiz (Sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki:

 

“İnsanlardan veya mü’minlerden birisinin başına bir musîbet gelse, vefatımın musîbetiyle, başına gelen diğer musîbetlerin üzüntüsünden teselli edip sabr etsin! Çünkü ümmetimden herhangi birisi, benden sonra vefatımın musibetinden daha şiddetli bir musîbet başına gelemez.”

Mü’min kişinin hakkı böyle olması gerekir. Zira Peygamber Efendimiz’den (Sallâllahü aleyhi ve sellem):

 

“Herhangi birinizin, beni malından, evlâdından, nefsinden daha çok sevmedikçe, hakkıyla iman etmiş olamaz.” rivâyet edilmiştir. Madem ki, Peygamber (Sallâllahü aleyhi ve sellem) sevgililerin en sevgilisi ve en üstünüdür, musibeti de daha şiddetlidir. Ondan sonra da hesabsız sayılmayacak kadar musîbetler vâki olmuştur. İşte onlardan da ibret alıp teselli ediniz! Şu da düşünülmelidir ki: Eğer, başına musîbet gelen kimsenin, ölüsüne karşı olan sevgisi, dünya için olsa, gerçekten dünya muhabbeti zâil olup gitmiştir. Allah (Celle ve alâ) için olsa, Allah bâkîdir, ölmez. Rivâyet edilmiş ki Sıddîk-ı Ekber (Ebubekir) (Radıyallahü anh), (Hazret-i Peygamber’in vefatında sahabîlere hitaben) buyurdular ki: “Ayılın! Şayet Muhammed’e ibâdet eden varsa, şübhesiz Muhammed (Sallâllahü aleyhi ve sellem) öldü. Allah’a, (Cele ve alâ) ibâdet eden varsa, şübhesiz Allah diridir, ölmez.”

 

Rahmetlinin anası ise, başına gelen bu musîbet hususunda Peygamber’in (Sallâllahü aleyhi ve sellem) ezvacından (Allah ona ve ezvacına salât ü selâm eylesin!) İbret alsın! Çünkü Hadice’den (Radıyallahü anhâ) başka hepsi de çocuksuz idiler. Halbuki rahmetlinin annesine, hayata evlât kalmış, ikisi erkek çocuklarıdır. Allah, ömürlerini uzatsın! Öyle ise, geçmişi kendisine âhiret selefi edinip, ikisinin hayatta kalmalarına hamd ü şükr etsin!

Bundan sonra perverde taziyeniz dolayısıyle der ki, “Allah ecrinizi büyültsün, mateminizin sonunu iyileştirip geçmişinizi bağışlasın!”

 

Size, bütün dostlara Mustafa’nın (Sallâllahü aleyhi ve sellem) âl ve ashâbını üzerine salât ü selâm ve senâ, şeariatına tabi olanlara da selâm olsun!

 

OTUZSEKİZİNCİ MEKTUP

 

Zirkili Kulihan bey ile kardeşlerinin oğullarına, akrabasına baş sağlıkları ve sabr etmelerine teşviki ile fitnenin vuku bulmasından fitneyi alevlendirmekten korkutması hakkındadır.

 

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

 

Hiçbir varlık yok ki onu hamd ile tesbih etmesin. Salat ü selam Efendimiz Muhammed’e (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün al ve ashabına olsun! Bundan sonra bu mektub, alem kutbu kaymakamının (Radıyallahü anh) perverdesinden, emsalinin en üstünü, asrının en üstünü, asrının en iyi adamı olan Kulihan bey ile Şerif ağa, kardeşlerine, oğullarına ve akrabalarınadır.

 

Tarafınızda vaki olan fitne ve Esad ağa ile bazı ileri gelenlerinizin ahirete intikal ettiklerinin haberi perverdeye ulaştı. Evvela size “Allah ecrini büyültsün, mateminizin sonunu güzelleştirip, geçmişlerinizi bağışlasın. Gönlünüze sabr versin!”

 

Ey dostlar! Sabr etmek şartıyla başa gelen musibetin ecrine hiçbir şey denk gelmez. Allah (Celle ve ala) Kur’an-ı Kerim’de:

 

“Onlar, o kimselerdir ki, kendilerine bir bela geldiği zaman, teslimiyet göstererek “Biz Allah’ın kuluyuz ve (öldükten sonra) yine ona döneceğiz.” Derler. O teslimiyet gösterip rablerine sığınanlar üzerine, rablerinden mağfiret ve rahmet vardır. Onlar, hidayete erişmiş olanlardır.”

 

Allahü teala bu ayetlerde belaya karşı sabr edenlere üç şey isbat etmiştir.

 

  1. Rahmetle beraber yücelik.
  2. İkinci ayette, harfi atıf olan (vav) bulunduğundan mezkûr rahmetten sonra, ni’met manasını ifadan rahmet.
  3. Hidayet.

 

Peygamber’den (Sallallahu aleyhi ve sellem) özetle şöyle rivayet edildi:

“Musibet zamanında, “biz Allah’ın kuluyuz ve yine ona döneceğiz.” Diyen kimseden başka musibetin ağırlık yükünü sırtına almamıştır.”

 

Yani sabretmiştir. Öyle ise, fitne çıkarmayıp, ateşini alevlendirmeyin! Belki onu yaratan Allah’a (Celle ve ala) havale ediniz! Çünkü Allah’ın intikamı çok şiddetlidir. Hiçbir kimsenin hakkını diğer kimseye bırakmaz. Fitneci, fesad olanlara kulak vermemeniz lazımdır. Şayet katilleri yakalamak isterseniz, hükümet bu iç için daha evladır. Zira sizinle çatışanlar, kendilerini kurtarmak için, onlardan birisi hatta dört kişi bile öldürmelerini temenni edip de hükümetin onlara yaptığı baskıları istemezler. Billiniz ki, bizler, sizin bu olayınız için şiddetli üzüntüde bulunuyoruz. Dünyayı elde etmek için, ahiretinizi satmanızdan korkarız. Zira mel’un, (Allah’ın rahmetinden kovulmuş şeytan) fitne ve fesad çıkarmaya ve ateşlerini alevlendirmeye çok haristir. Yapacağı fitnenin ateşinden sakınınız. Biz sizin akıl, namus sahibi olduğunuzu sanıyoruz. Komşularınız, sizden kıskandıklarını, kalblerinde size karşı olan kin ve kıskanmalarının öfkesini almak için, fitneye düşmenizi sevdiklerini de biliriz. İşte bu hususta uyanık olun! Bununla beraber maktülleriniz cihetinden size ve rütbenize noksanlık gelmez. Size, akrabanıza, size tabi olanlara ve köy ahalisine, selam olsun! Sizin ve onların sıhhatini aziz ve yüce Allah’tan dileriz. Sözün hülasası, kurtulma çaresi, resullerin efendisinin mutabaatındadır. Onlara, ona, al ve ashabına salavatın en tamamı, selamlardan en kamili olsun!

 

OTUZDOKUZUNCU MEKTUP

 

Tili köyünden halifesi olan Şeyh Şihabüddin’e, Allah’ın kazasına razı olmasına teşviki ve eşinin vefatı dolayısıyla baş sağlığı, ahiret alemine göç etmeye hazırlanmasının teşviki, vefat edenlerin hayatta kalanlardan, hayattakilerin de vefat edenlerden payları ve o konu ile ilgili mes’elenin beyanı hakkındadır.

 

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

 

Hiçbir varlık yok ki onu hamd ile tesbih etmesin. Salat ü selam Efendimiz Muhammed’e, bütün al ashabına olsun. Bundan sonra, bu mektub alem kutbu kaymakamının (Radıyallahü anh) perverdesinden, Allah yolundaki kardeşi, dostu Şeyh Şihabüddin efendiyedir. Allah, onu kendi muhabbetinde fani eylesin!

 

Perverde ile mülakat sohbetini dinlemek mümkün olmadığından hasrette bulunduğunuza delalet eden mektubunuz ona ulaştı. Ey kardeşim! Allah’ın kul hakkında seçtiği şey’e, kulun razı olması layıktır. Zira Allah’ın (Celle ve ala) kula seçtiği şey, kulun kendine seçtiği şeyden daha üstündür. Tarikat reisi, Şah-ı Nakşibend lakabıyla bilinen (Kaddesallahü sirreh) ve (Radiyallahü anh), “Kula hasıl olan gayrı ihtiyari fakirlik, haleti, (kendini küçültme) Allah’tan ona seçildiği için, kul, kendi kesbiyle seçtiği fakirlikten daha şereflidir. Fakat yine Allah’dan geldiği için düşünmesiyle o halete razı olmak lazımdır” diye buyurmuştur.

 

Perverdeye mektubunuz gelmeden önce, taziye için size bir mektub yazmak istediyse de mümkün olmadı. Çünkü, bayramdan evvel ta bayram gününe kadar, kendisinde romatizma hastalığı vardı. Bayramdan sonra da gelen ziyaretçilerle meşguldü. Öyle ise, baş sağlığınıza ait satırlar da bu mektubda bulunsun! Şöyle ki, “Allah, ecrinizi büyültsün; mateminizin sonunu güzelleştirsin. Geçmişinizi bağışlasın. Musibetinizi, sizin için daha güzel hallere değiştirsin!” der.

 

Ey kardeşim! Rahmetlinin (vefat eden kadının) ölümünden nasibimiz, ibret almaktır. Yani bütün insanlar ahirete göçüp, nakil üzere oldukları, hatta ölüm insana her şeyden daha yakın olduğunu bilmek, alçak dünya ile şiddetle meşguliyetine dalmamak, baki olan ev için hazırlanacak şeylerle meşgul olmak, bu dünya evi işlerinin hazırlığı ile meşgul olmaktan daha şiddetli ve üstün olması demektir. Hatta akllı kişi, dünyadan yüz çevirip ondan gün be gün eline geçen rızkıyla yetinir. Rahmetlinin bizdeki payı ise, Allah’tan bağışlama ve üzerine rahmet nasip olması için dua etmektir.

Resulullah buyurdular ki:

 

“Ölünün mezardaki hali, imdad diye bağıran, denize düşmüş kimseye benzer. Boğulmak üzere olan kimse, kendisini kurtaracak birini beklediği gibi, meyyit de anasından, babasından, kardeşinden, arkadaşından gelecek bir duayı gözler. Kendisine bir dua gelince, dünyanın hepsi kendisine verilmiş gibi sevinmekten daha çok sevinir. Allahü teala, yaşayanların duaları sebebi ile, ölülere dağlar gibi çok rahmet verir. Dirilerin de ölülere hediyyesi, onlar için dua ve istiğfar etmektir.”

 

Perverdesinin bedeli olarak Molla Ubeydullah ile Abdurrezzak’n, baş sağlığını yapın ve kendini soğuktan koruyup, eldiven kullan! Perverde, size Muhammed Emin’e, Şeyh Nureddin’e Sıddık Efendi ve diğer şeyhlere, köy ahalisine selam eder. Hidayete tabi olanlara selam olsun!

 

KIRKINCI MEKTUP

 

Şeyh Abdülkahhar’ın (Kaddesallahü sirreh) oğlu, halifesi, Molla Mahmud’a. Muhabbetin galebesinden müride peyda olan halet, hata da olsa, dolaysiyle yerilmediği, manevi teveccühün bazı adabı ve umumi olarak hatta kadınlar için de teveccüh olduğu, tarikattan maksad, kalb tasfiyesi, tasfiyenin hakikatının ne olduğu, velev ki hayır amel de işlese, bütün amellerde nefsini kötülükle ittiham etmesi, mübah şeylerde de daima ona muhalefette bulunması, insanı Allah’a yaklaştıran şeylerde kendi nefsini başkalarının üzerine tercih etmesi ve bu yüce tarikat bütün tarikatlardan daha üstün, daha iyi olduğunun beyanı ile, bu konularla ilgili mes’eleler hakkındadır.

 

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

 

Bize, kendine ulaştıran yolu göstermekle iyilik eden Allah’a hamd olsun! Salat ü selam, Allah nezdindeki yakınlık yolunu halka bildiren Peygamberine, (Sallallahu aleyhi ve sellem), Allah’ın muhabbet yolunu insanlara açıklayan al ve ashabına olsun!

 

Bundan sonra, bu mektub, alem kutbu kaymakamının (Allah her ikisinden razı olsun ve ruhlarını kutlasın!) perverdesinden, Allah yolundaki kardeşi, Allah için dostu, faziletçe emsalinden üstün olan ve sevilen Molla Mahmud’adır. Allah, ona ve nezdindekilere, feyz ve bereketini nazil eylesin!

 

Şeyh Alaüddin (şerefi arttırılsın!) namıyla gönderdiğiniz mektub perverdeye ulaştı. Ona bakıp, müridlerin yaptıklarından size arız olan macerayı, şiddetli korku ve öfkenizi anladı. Ey kardeşim! Bu hususta ne size ne de onlara bir beis yoktur. Çünkü onların yaptıkları hareketler, Allah’ın aşkındandır. Şahsı, nefsin hevasına değil. Hata da olsa, muhabbet için yapılan bir şey hakkında sahibi, mazeretli görülür. Nitekim rivayet edilmiş ki, Musa Efendimiz, Peygamber Efendimize, ona ve her ikisinin aline salat olsun!

 

Bir çobanın önünden geçerken: “Ey Rabbim! Neredesin? Bana gel ki, elbiseni bitten, kirden temizleyip ayakkabını yenileştireyim” dediğini işitince, Musa (aleyhisselam) ona “Sen yüce Allah, hakkında ne diyorsun? O, halbuki bu dediğin şeylerden münezzehtir, uzaktır” dediğinde yüce Allah, Musa’ya dostumdan ne istersin? Buyurdu. Musa (Aleyhisselam) Ey Allah’ım! O hakkınızda böyle böyle der. Celil ve yüce Allah, buyurdular ki, onun dedikleri sözleri sevgisinin şiddetinden olup, dolaysıyla aklı gitmiştir. İşte bundan anlaşıldı ki, Allahü tealanın rızasına yapılan, nefsin hevasından ona bir şey karışmayan hareket makbuldür. Şayet müridlerin yaptıkları bu kabildense, makbuldür. Yoksa, onlar yaptıkları hareketlerinin rehineleri olup cezasını göreceklerdir. Bu durumlarından çok korktuğun ve onlardan kızdığın için, sana zararı yoktur. Bununla beraber o, durumlarının hiçbir zararı yok, hatta Üstad-ı A’zam’ın (Radıyallahü anh) zamanında kadınlar bile manevi teveccühle emr olunmuşlardı. Yani müridler, üstadın teveccüh edeceği zan ettikleri vakit bir yerde toplanıp üstadın ruhaniyetinden teveccüh talebiyle, yarım saat veya bir çeyrek saat kadar, huzurda bulunmak için gözlerini kapatırlardı. Ama bundan mürid için bir ucub (kendini beğenme, bencillik) hasıl olmazsa iyidir. Fakat bundan kendisine ucub hasıl olsa, faydadan mahrum olur.

 

Ey kardeşim! Tarikattan maksad, kalbi manevi kötülükten tasfiye ve teskiye etmektir. Bu iki vasfın hülasası, kul, kendi nefsine ait olan menfaati için, hiçbir şey yapmayacaktır. Nerede kaldı ki dünya için yapsa, hali nice olacaktır? Nefsin arzusu için bir şey yaptığı zaman velevki ahirete ait ise, mesela cennete duhulü için veya cehennemden kurtulmak gayesiyle amel eden kimse, bu tarikatın ehlinden sayılmaz.

 

İşte, ey kardeşim! Nefsini düşün! Allah’dan başka bir şey’i düşünmekten onu temizle! Onu töhmet altında bulundur! İbadetten her ne zaman zevk aldığını anlarsan, ondan ve onun hilesinden kork! Nitekim, beyit:

 

“Nefs salih amelde çalışsa da ona dikkat et! Şayet o nafile ibadetlerden lezzet alsa da yine onu serbest bırakma!” denilmiştir. Nefsinin hoşuna giden ibadetin zevkini korku ile bulandır! Hile etmesinden dolayı, ona itimad etmemek, ondan uzaklaşıp, her şeyde hatta yiyecek ve içeceklerde dahi ona muhalefet etmek lazımdır! Yiyen kimse, nefsin iştihası bir miktar kalacak kadar yemelidir. İçmekte böyle olmalıdır. Hatta insan kendi şahsını ortadan kaldırıp varlığı olmadığını bilmesi ve hatta içinde bulunduğu bütün manevi ni’metler ariyet olan şeyler kabilinden olup, kendisi müflis çırılçıplak olarak, üzerinde elbise bile olmadığını bilmesi lazım olduğu ve bu düşünce, daima gözü önünde bulunması lazımdır.

 

Ancak müride, bu görüş mürşidinin himmetiyle hasıl olur. Şöyle ki; kendisi ne gibi bir maddeden yaratıldığını, su ile balçıktan hatta yoktan yaratıldığını ve toprak altına girip çürüyeceğini, tefekkür edecektir. İşte bu mertebeye erişen kimseye bütün işler, kudretinin elinde bulunan Allah teala irade ederse, ona hiçbir zarar yoktur, yoksa nefsinden korkması gerekir.

 

Hülasa, insan nefsini ıslah etmesini, başkalarının ıslahına tercih edip bu tarikatın reisi Şah-ı Nakşibend (Kuddise sirruh) lakabıyla bilinen zatın nehy eylediği gibi “mürşid olan kimse, mum gibi kendisini yakarak başkalarını aydınlattığı gibi olmamalı” Başkası ile kalkıp oturması, kendi nefsinin ıslahı için olsun! Şayet, başkasıyla yaptığı arkadaşlıktan nefsine bir ucub hasıl olmayıp da Allah’a kurbiyetini bilse, devam eder. Yoksa, o kimsenin arkadaşlığını terk etsin! Ancak, bu iki durumun arasındaki fark, ince olup havaslardan başka kimse bilmez. Öyle ise, salik için emr olunduğu amelde çalışıp onunla meşgul olması evladır. Ki tahsil eylediği makam zayi olmasın.

 

Ey kardeş! Bu tarik, tariklerin en yücesidir, a’lasıdır. Allah’a giden yolların en yakınıdır. Nitekim Hace El-Ahrar (Kuddise sirrih) bu tarikat ehli hakkında buyurdular ki:

“Bu tarikatın ehli, nisbeti, bir hile ve riyakarlık için kendilerine kabul etmezler. Fabrikalara yüksektir.” Mevlâna Cami de (Kuddise sirruh):

 

“Nakşibendi büyükleri, öyle acaib kafile reisleridirler ki, yolcu kafilelerini gizlice hareme (Allah’a giden yola) kavuştururlar.” Buyurmuştur.

 

Mevlâna Halid de (Kuddise sirruh) buyurduğu bir beytin manası şudur: “Kendi hayatımı tedris tahsili ilimle meşgul ettiğimden boşa harcadım artık bundan sonra, mürşidim Abdullah Şah’ın (Kuddise sirruh) hizmetinde bulunmam lazımdır.”

 

İş böyle iken, sağlam ahlak ve doğru düşünceli kimseye yaşantısını şeyh sadatın hizmetinde sarf etmesi ve başkalarını unutup, onlara önem vermemesi vacibdir ki, kendisine nisbetlerinin korkusundan bir nebze koku saçıversin.

 

Size ve yanınızdakilere, Mustafa’nın (Sallallahu aleyhi ve sellem) şeriatına tabi olana selam olsun. O şeriat sahibinin, al ve ashabının üzerine salavatlardan en tamamı, selamlardan en bereketlisi olsun!

 

KIRKBİRİNCİ MEKTUP

 

Norsli Molla Abdullah’a, mürid, Allah’ın emrine imtisal ve sadatı kiramı taklid etmek suretiyle amel etmesi gerektiği, kendisene bu sıfatın galebe ettiği faziletiyle, bu şekilde yapılan amelin fazileti, yaptığı tâate karşı herhangi bir fayda, sevab ve kerametlerin kendisine zuhurunu düşünmemesi ve zamanın imamı kadılarını, davasını on beş sene geciktirmiş kimsenin davasına bakmaktan men ederse de yine davacının dava hakkı sakıt olmadığının ve bu konu ile ilgili mes’elelerin beyanı hakkındadır.

 

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

 

Bütün hamdler, Allah’a (Celle ve ala) olsun! Salat ü selam Allah’ın Resulüne bütün al ve ashabına olsun! Bundan sonra, bu mektub, alem kutbu kaymakamının perverdesinden, (Allah her ikisinden razı olup, adabının inayetlerinden üzerimize nazil buyursun.) Allah yolundaki kardeşim, Allah için dostum, doğru olan alim, muhterem Molla Abdullah efendiyedir. Allah, onu temenni eylediği manevi rütbelere yüceltsin! Perverdeye olan muhabbet ve mülakatı için hasretten ve sonbaharda müzakere ettiğimiz mes´elenin sualinden haber verici mektubunuz, perverdeye ulaştı. Şimdilik o mes’elenin cevabına muvafık bir şey onun aklına gelmez ki ona göre cevabını yazıversin. Lakin tarikatta büyük esas olan birkaç kelimecikleri size yazacaktır. Onları dinle! Şöyle ki, tarikatte büyük hisse, ihlas, muhabbet ve mürşide teslim olmak esaslarından sonra salik, mürşidi tarafından kendisine telkin edilen şey’i taklid edip, ona terettüp edecek herhangi bir faydayı düşünmeden yapmasıyla meşgul olmasıdır. Hatta öyle bir faydanın düşüncesi, tarikat esaslarından hariç olan bir şeydir.

 

İmam-ı Rabbani, (Kuddise sirruh) El-Mebde ve El-Me’ad risalesinde sofuların tarikatından, hatta islam dininden büyük fayda, ancak kendisinde taklid ile aşk, muhabbet ahlakı daha ziyade mevcut olan kimse içindir. Çünkü, bu tarikatın medarı takliddir. Tasavvuf vatanındaki manevi hüküm, mütâbeate bağlıdır. Peygamberleri (Allah’ın salat ü selamı onlara olsun!) taklid etmek taatte onlara uymak, insanı yüksek derecelere ulaştırır. Asfiya (iç ve dışları kötülükten safi olanların) mütabeati, büyük makamlara çıkmasına sebeb olur. İşte bu fıtri vasıf Ebubekir El-Sıddık’da (Radıyallahü anh) daha ziyade oluşundan dolayı, tevakkuf etmeksizin hemen (Peygamberin) nübüvvetini tasdik etmeye acele etmiş ve Sıddıkların reisi olmuştur. Ebu Cehil’de ise, taklid ve tebeiyyet kabiliyeti çok az olduğu için, o seadete kabiliyeti olmayıp, mel’unların muktedası olmuştur.

 

Mürid, kemal mertebelerinden eriştiği herhangi bir manevi makama, ancak mürşidini taklid etmesindendir. Burda İmam-ı Rabbani’nin (Kuddise sirruh) buyurduğu sözleri sona erdi. Alauddin El-Attar da (Kuddise sirruh) buyurdular ki: Sadatı (tarikat ulularına) taklidederek amel yapan bir kimse, fyadadan mahrum olmayacağına hatta ona birçok faydalar hasıl olacağına dair onun zamini ve kefiliyim.

 

Rivayet olunur ki: mürşidlerden birisi, müridinin birisine, “Falan yere git” diye emr eder. Mürid emre uyarak sebebini sormadan gider. Geceleyin konakladığı yerde, ev sahibinin cariyesi yatağını hazırlamaya gelirken, cariyenin elinden tutup, öpeyim diye düşünürken, içinde bulunduğu odanın duvarı çatlar ve mürşidin eli görünür. Mürid korkarak kendinden geçip bayılır. Cariye dahi kaçıp gider. Mürid dönünce, şeyhi ona: İşte emrin imtisali senin imtisalin gibi olsun. Şeyh de müridin haramdan muhafazası, benim hıfz ettiğim gibi olsun! Çünkü sen hiçbir şey sormadan emre imtisal ederek gittin. Senin gördüğün gibi ben de seni haramdan muhafaza ettim.

 

Hülasa mürid ama gibi olmalıdır. Ama, hiç konuşmadan onu istediği yere götüren adamla gider. Hele Mevlâna Cami (Kuddise sirruh): “Aşık için, mahbubuna hizmet etmesi imkanından ne gibi büyük bir fayda olabilir.” buyurmuştur. Berçok mürşidler: “Talib için hallere ve kerametlere bakmadan emr olunduğu şeyle meşgul olması layıktır. Çünkü o haller, tarikatın küçük evlat ve zayıf olan kimseleri onlarla beslenen kuru ceviz ve üzümleri kabilindendirler.” demişlerdir. Öyle ise, kendisine tam iman ve ihlas hasıl olan kimseye, mezkûr haller ve kerametlerden bir şey zahir olması mümkündür.

 

Ey kardeşim! Sana telkin edilen şeyle meşgul ol. O şeyi kendine sevgili edin! Zira o mahbubdan sana gelmiş, ondan sadır olan her şey, velev ki az veya çirkin de olsa, mahbub olması layıktır.

 

Nitekim beyit:

“Hakkıyla onun (Allah’ın) kahrına ve lütfuna aşıkım. Ne şaşılacak şey ki, ben bu iki zıdda gönül vermişimdir.” denilmiştir. Sonbahar mevsiminde aramızda cereyan eden ilmi mes’ele, Şafii mezhebindeki fıkıh kitablarından, Süleyman El-Cemel, Muhammed El-Remlinin, Tahrir adlı kitab üzerinde, yazdığı eserinden naklettiği tabiri şudur: “Bu faydalı bir konudur” Şöyle ki, devasız olarak üzerinde on beş sene geçen bir hakkın davası, kadılarca bakılmaz. Zira iş başındaki zat, kadıları öyle bir davaya bakmaktan men ettikleri için, davacı, nezdinde o davayı açmaya yetkili bir kadı bulamaz. Şafii alimlerinden Ziyadi Remliye mütabeatten böyle fetva vermiştir. Burada Muhammed El-Remlinin Tahrir kitabının ibaresi hakkındaki beyanı sona erdi.

 

Bundan anlaşılıyor ki: mezkûr davanın dinlenmemesi, hukuken sakıt olduğu için değil, ancak öyle bir davaya bakacak bir kadının bulunmaması demektir. Nitekim mezkûr kitabın aynı sayfasının birkaç satırlardan sonra, bu mana sarahaten ifade edilmiş demiş ki: “Bu konuya ait daldır.” Şafii mezhebinde muteber kavle göre, muhakkem (hasımlar, kendi davalarına bakmak üzere, aralarında hakem olarak seçtikleri kimse)

 

Dinde müctehid ise, tahkimi (hakem edinmesi) caizdir müctehid değilse, hükmü şer’an geçerli olan kadının bulunmadığı şartıyla, zaruri kadı gibi tahkimi caizdir. Yoksa imam (iş başındaki zat) bazı mes’eleler hususunda, kadıyı hüküm vermekten veya bu zamanda olduğu gibi, imam onu davasız olarak üzerinde onbeş sene geçen bir hakkın davasına bakıp, hüküm vermekten men edince, hasımlar, kadının men edildiği hukukun davasına bakıp, hüküm vermesi için, aralarında bir kimseyi hakem edinmeleri caizdir. Çünkü o hükme nisbeten, hakiki kadı azl olunmuş olup, kadının hakikatta mevcut olması demektir. Burada Süleyman El-Cemel kitabında, Tuhfetül Muhtaç kitabının haşiyesi olan İbni Kasım kitabından naklen ibaresi sona erdi. Size nezdinizde bulunana ve Mustafa’ya (Sallallahu aleyhi ve sellem) tabi olana selam olsun. O sünnet sahibnin al ve ashabının üzerine salat ü selam ve sena olsun.

 

Bundan sonra matlub olan şey perverdeye bedelen, Gavs-ı A’zam’ın (Radıyallahü anh) türbesini ziyaret edip onun için istimdat etmenizi, sizin el’an halinizi (mutluluğu, devamı olsun) Seyyid Ali’nin durumunu perverdeye bildirmenizdir. Vesselam.

 

KIRK İKİNCİ MEKTUP

 

Gavs-ı Azam’ın, (Allahü teala bizi onun sırlarıyla kutlasın.) torunu, Şeyh Celalüddin’in (Rahimehullah) oğlu Seyyid Ali’ye, ev halkının ıslahı, insanların ıslahına sebeb olduğu, Mevla’ya (Celle ve ala) ahirete yönelmesine teşviki, aşağı olan dünya ve fani olan şeylerinden yüz çevirmesi ve bu konu ile ilgili şeylerin beyanı hakkındadır.

 

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

 

Allah’ım! Muhlis (ihlas sahibi olan kimselerin) size eyledikleri hamdleri gibi sana hamd eder, sana yalvaranların salat ü selamları gibi, Peygamberine, (Sallallahu aleyhi ve sellem) aline, ezvacına ve zürriyetine kıyamet gününe kadar salat ü selam ederiz.

 

Bundan sonra, bu mektub, Gavsın kapı eşiğinin feyzlerine muhtaç olan, mübarek eşiğine intisabiyle gayet iftihar eden ve o yüce kapının eşiğini öpmesini, kendisine şeref ve yüksek rütbenin nihayeti bilen kimseden, gözünün nuru kalbinin bahçesi, yüksek makamın hizmetinde bulunan mezkûr kimsenin mevlası, Seyyid Ali’yedir. Ey Allah’ım! Peygamberin (ona ve aline salat ü selam olsun!) hürmetine, onu ulu baba ve cedlerinin mesleklerinde yüce adabları üzerinde bulundur!

 

Şübhesiz bir müddetten beri, o tarafın ahvalinden haber alınmadı. Lakin bu durum mezkûr kimsenin taksirat ve cesaretsizliğindendir. Dolayısıyla, büyük zatlardan istimdad eylemekle, gönüllere şifa verici haberleri o taraftan celb edecek birkaç harfleri yazmak istedi.

 

Ey en aziz mevla! Bu sene cenabınızın ahvalinden güzel haberler gelmekte, eserlerinizden güzel kokular yayılmaktadır. Halkın bilhassa mensubların, Allah’a (Celle ve ala) taat etmelerine, yasaklarından kendilerini muhafaza ettiklerine sebeb olan faaliyetinizin haberi gelmektedirler. Çünkü siz ağacın köküne, halk ise, dallarına benzerler. Ağacın kökü ne çeşit su alırsa, aynı cins su, dallarına kadar yürür gider. Eğer halk din ve ahlak bozukluklarının içine vaki olurlarsa, cenabınızdan sorulacaktır. Öyleyse onların ıslahına ve Allah’ın razı olmadığı şeylerden uzaklaşmalarına siz sebeb olursunuz. Dünya ve ahiret ni’meti Allah’a (Celle ve ala) yönelen kimse içindir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de:

 

“And olsun ki Tevrat’tan sonra Zebur’da da yeryüzünde ancak iyi kullarımın mirasçı olduğu yazmıştık.” ayet-i celilesi buna kat’i bir delildir.

 

Gerçekten dünya, ahirete tabi olur, ahiret ise, dünyaya tabi olamaz, denilmiştir. Yani ahireti taleb edip de tahsili için, onun esbab ve zahiresinde (ibadetde) çalışan kimse, dünyası dahi ona hasıl olması mümkündür. Nitekim bu durum büyük zatlardan müşahade edilmektedir. Yalnız dünya tedbirinde çalışan ve dünyanın yaldızlı şeylerine meyl eden kimse, dünyaya yönelmiş olduğu ne görülür ne de işitilir. Belki o zat dünyadan yüzünü çevirip onu doğru yola koymuştur. Hatta yüce zatlar, dünyayı la şey (hiçbir şey) olduğunu ad ederler.

 

Dünya ve ahiretin efendisinden (Hazret-i Peygamber’den) Allah ona al ve sahabisine salat ü selam eylesin! Rivayet edimiş ki:

 

“Dünyada sanki bir garib veya yolcu gibi ol!” Yani bir yabancı ve yolcu kimse gurbet yerinde ve geçtiği yolda o yerin imar sebepleriyle meşgul olmadığı gibi, akıllı kimse de aşağı olan dünyanın yaldızlı şeyleriyle meşgul olmaması gerekir. Zira dünyanın bu iş ve eşyaları yerinde kalıp, onlarla meşgul olan kimse, ölüp gideceği müşahabede edilmektedir. Ne mutlu sana ne mutlu dünyadan yüz çevirene.

 

Bundan sonra, (Ziyaüddin) senin ve Şeyh Muhammed Reşid’in ayaklarından, Seyyid Abdullah ile Seyyid Dıhye’nin ellerinden, Selahaddin’in ve Abdullah Haydar ile isimlerini bimediğim küçüklerin gözlerinden ve yüksek kapının eşiğinde bulunanların hepsinin ellerinden öper. Onlardan, ayrı ayrı olarak ev halkından dua diler. Hacı Eshad’ın size havale ettim. Emniyet ve himayenizde bulunsun! Allah’ın salat ü selamı mevlamız Muhammed’e (Sallallahu aleyhi ve sellem) al ve ashabına olsun!

 

KIRKÜÇÜNCÜ MEKTUP

 

Billikili Ahmet ağanın evlâdına, fitne ve fitnecilere karışmaktan korkutmaları ve fitneye sebeb olacak kimsenin zemmi ve onunla ilgili mes’eleninin beyanı hakkındadır.

 

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

 

Hiçbir varlık yoktur ki onu hamd ile tesbih etmesin. Salât ü selâm, Allah’ın mahlûklarının en hayırlısı olan Efendimizi Muhammed’e, (Sallâllahü aleyhi ve sellem) bütün âl ve ashâbına olsun! Bundan sonra, bu mektûb âlem kutbu kaymakamının perverdesinden, Ahmed ağa oğulları ile torunlarınadır. Allah, onları fitnelerden ve fesatlığın sebeblerine mübaşeret etmedikleri müddetçe, âfetlerden muhafaza eylesin! Perverde, çok fesad olanların yaptıkları hâdiseyi ve bu âna kadar o vak’adan uzak olup ona meyl etmek bile sizden vâki olmadığını iştti. Dolayısıyla, şerefli merkadın (türbenin) nezdinde, Allah, bizi sahibinin sırlarıyla kutlayıp ondan râzı olsun. Dünya ve âhirette selâmette olmanıza dua eder. Öyle ise, hâdiseye ve sebeblerine mübaşerette bulunmanız gerekir ki, lehinizdeki bu dua, aleyhinize tebeddül olmasın. Allah’ın gazabı üzerinize nâzil olmayıp Üstad-ı a’zamın (Kuddise sirruh) ve (Radıyallahü anh)ın himmeti de sizden kesilmesin. Çünkü hasımlarınız ile aranızda vâki olan sulh, Üstad-ı a’zamın işaretiyle olmuştur. Öyle ise, o müsalehayı değiştirmeyi, bozmayı arzû eden kimse, tarikatından çıkmasını hattâ onunla muharebe etmesini ister demektir. Allah, bizi ve sizi, bu çirkin, ondan kurtulması güç olan belâdan muhafaza eylesin!

 

Perverde’nin, size bu mektûbu yazmasının sebebi, onu size karşı olan sevgisi, dünya ve âhirette nedâmetinize mucib olacak şeyleri size bildirmesidir. Çünkü size yazdığı bu satırlar, bir babanın çocuğuna eylediği uyarması kabilindedirler. Eğer doğrulukta sabit olursanız. Onun çocuğu hükmünde kalıp, doğruluktan ayrılırsanız, o hükümden çıkacaksınız.

 

Kudiğ oğullarıyla (yani Zübeyr ve Said’le) dostluk münasebeti kurmak haramdır. Dolayısıyla kişinin dünya ve âhiretini de elden götürür. Çünkü, onlar, müfsidlerdendirler.

 

Şübhesiz:

“Fitne uykudadır. Allah onu uyandıranı rahmetinden uzaklaştırsın.”  Diye Peygamber efendimizden rivâyet edilmiştir. İşte bu hadîsin nassına göre, fitneye sebeb olan kimse, Allah tarafından la’net edilir ve bu hadîsin mefhumu Said’e şâmil gelmektedir. Bu nedenle ondan kaçıp, ondan yüz çevirmek vâcibdir. Allah, onu dünya ve âhirette rezil etmiş kimseden başka saidle kalkıp oturmaz. Onun size karşı bu hareketi sizin için bir bozgunluk ve yüz kızartıcı olduğunu zan ederim. Onun bu musalaha işini bozması sizi sevdiği için değil ki, lehinizde olduğunu zan ediyorsunuz. Hülâsa benimle onun arasında hiçbir münasebet yoktur. Durum bundan ibarettir. Bunu arzû eden kimse onunla münasebette bulunsun! Size Mustafa’nın (Sallâllahü aleyhi ve sellem) şeriatine tâbi olana selâm olsun. O şeriatin sahibine, salât ü selâm ve senâ olsun!

 

KIRKDÖRDÜNCÜ MEKTUP

 

Şerefli pederinin (Allah, bizi onların sırlarıyla kutlasın.) halifesi Şeyh Abdülkahhar, oğlu ve halifesi olan âlim ve fazîletli Şeyh Mahmud’a, Allah yolundaki talebin fazîleti ve ona hiçbir şey müsavi olmadığı, insanların bu dünyada yaratıldıklarının hikmeti, râbıta ve tarikat âdâbından olan virdler ve daha başka mes’ele ile ilgili bâzı konular hakkındadır.

 

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

 

Hiçbir varlık yoktur ki, onu hamd ile tesbih etmesin. Salât ü selâm, Allah’ın mahlûklarının en hayırlısı olan efendimiz Muhammed’e, (Sallâllahü aleyhi ve sellem) bütün âl ve ashâbına olsun! Bundan sonra, bu mektûb âlem kutbu kaymakamnın (Radıyallahü anh) perverdesinden, Allah yolundaki kardeşi, Allah için dostu, iki gözünün nûru, gönlünün mahbûbu Molla Mahmud’adır. Allah, onu sevdikleri kimsenin yolunda bulundurup, kendisine yüce nisbetden tam bir nisbet şerbetinin tadını versin.

 

Size hasıl olan şiddetli şevk ve talebden haber verici mektûbunuz perverdeye ulaştı. Dolayısıyla gayet sevinerek Allahü teâlâya hamd etti. Çünkü, tarikattaki riyâzetin temeli, taleb üzeredir. Hattâ bazı tasavvuf ehli, (Kaddesallahü esrârehüm) tasavvufta yapılan bütün amelden maksadları, ona hasr edip tasavvufta talebden başka bir gaye oymadığını demişlerdir ve o manâ Hâfız’ın “vefatımdan sonra mezarımı aç bak! Ki içimdeki aşk ateşinden kefenimden duman yükselir.” dediği bu beytten anlaşılır.

 

İmâm-ı Rabbânî (Kuddise sirruh) taleb hakkında buyurduğu sözün hülâsası şudur: “Talebin artmasını istediğimden dolayı cennette bile istirahat edemeyeceğim.” Şeyhim, (Allahü Teâlâ bizi onun sırlarıyla kutlasın!) tasavvuftaki fenâ makamı, talebden itbarettir diye buyurdu ve bu manâyı ifade eden sözleri Üstad-ı a’zamdan (Kuddise sirruh) rivâyet ederdi. Öyle ise, cenâbınız, talebin artmasına çalışmanız lâzımdır. Tâ ki kalbinde talebin düşüncesinden başka bir şey kalmayıp taleb yolunda yanık, Mevlâsını (Allah’ın) ve üstadının rızâsında vücûdunu fena (yok) olan babanıza (Kuddise sirruh) hasıl olan makam, o talebinize terettüp eylesin. Çünkü insanın en şerefli çocuğu pederinin yolunda olanıdır. Bâhusus pederinin yolu halkça medh olduğu zaman, çocuğu daha ziyade, onun yolunu takib etmesi gerekir.

 

Perverdeye mektûbunuz gelmeden önce, durumunuzdan habersiz olduğu için şiddetli bir üzüntüsü vardı. Mektûb gelince, o üzüntüsünü izale etti. Zira perverdenin nezdinde, zan ettiğine göre, Üstad-ı a’zamın halifelerini evlâdı üstadın nisbetinde kendi babalarının nisbetinde çalışmalarından daha tatlı bir şey yoktur. Belki o, çalışmaları için, babalarına nasib eylediği makamı Allah’u Teâlâ’nın onlara da yaratması ümid edilir.

 

Ey aziz kardeş! Bu dünyada insanların yaratılmalarının hikmeti, Allah’ın marifetini kesb etmektir. Nitekim (Kur’ân-ı Kerîm’in), “Cin ve insanları ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.” âyeti ile, “Ben (Allah gizli bir hazine idim. Bilinmemi sevdim de mahlûkatı yarattım.” hadîs-i kutsîde bu manaya işaret ederler. Öyle ise, Allah’ın marifetini tahsil etmekten başka işe çalışan kimse, onun için yaratıldığı vazifelerini gerçekten zayi etmiş olur. Bâhusus Nakşibendî sâdâtına (Kaddesallahü esrârehüm) mensub olanların üzerine, o durumda dünya ve âhiretleri de yıkılır.

 

Hastalığınızın izalesi için perverde, Allah’a iltica eder. Daimî olarak size râbıta haleti hasıl olduğu beyanınız ise, o yüce Allah’ın lütûf ve kereminden olan bir ni’mettir. Öyle ise, ona hamd ve şükr et. Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak: “Eğer şükrederseniz, size (ni’metimi) arttırırım” buyurmuştur. Lâkin râbıta tefekkürünü namaz esnasında, sağ omuz ile boynunuzun arasına bırakın! kalbine az hatıralar, dünya düşüncelerinin geldiğinin durumu da râbıtanın durumu gibi olsun! Letâifleri hayalinize getirirken yaptıkları ihtilâçları, makamlarına olan iştiyaklarından ileri gelmektedir. İştiyakları tamamlanıncaya kadar çalışın. Lezzet haleti ise, büyük bir ni’mettir. Fakat tam muteber olması için devamlı olmasıdır.

 

Virdlerin yapılmasının âdâbı ise, sağ elin şehâdet parmağında elem olsa, sol elin şehâdet parmağıyla da vird çekmesinde zarar yoktur. Vird çekilmesi zamanında teverrük oturuşu tarzının aksine (sağ ayağı sol ayağın altından geçirerek oturmak şekli), kalbi gafletten uyarmasına yardım ettiğinden, diğer çeşit oturuştan daha evlâdır. Bununla beraber, vâciblerden değildir. Şayet başka oturuş tarzı ile de kalbin uyanıklığı hasıl olsa da yapılsın. Âmâ tarikat sâdâtının (Allah yüce sırlarını kutlasın) bu hususta âdet edindikleri şey, muayyen olduğu da bilinmesi lâzımdır. Gerçi insan zan ettiği şey’in hilâfı da olsa.

 

Virdler, bir günün ve ardındaki gecede yapılan sayıları toplayıp birbirine eklenerek hesab edilir. Eğer, eklendikten sonra mürşidin tayin eylediği miktarı tamamlanırsa, iyidir, yoksa, daha evvelki gün ve gecesinde çekilip noksan kalan virdin sayısına eklenemez. Bu durum, “geçmiş namaz kaza edilir, fakat mürşidin geçmiş sohbeti kazâ edilmez. Çünkü her sohbetten hasıl olan nisbet, o sohbete mahsustur.” denildiği sözün kabilindedir.

 

Aziz kardeş! Sözün hülâsası, amelde çalışıp te’hir etmemelidir. Belki çalışmak lâzımdır. Çünkü zaman, kılıç gibidir. Onu, tâat ve ibâdetle harcayıp kesmezsen o seni kesip harcayacaktır. Hidâyete tâbi olanların üzerine selâm olsun!

 

KIRKBEŞİNCİ MEKTUP

 

Molla Kâmil ile zirkılı Kulihan beye, islâm dininin kurallarına mütabeat edilmesi hakkındaki teşviki ve dünya iki itibarla yerildiği ve medh edildiği, Molla Kâmil’in bir oğlunun vefatı dolayısıyla taziyesi ve onunla ilgili mes’elenin beyanındadır.

 

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

 

Salât ü selâm efendimiz Muhammed Mustafa’nın, (Sallâllahü aleyhi ve sellem) âlinin, sâfi kalb ehli olan ashâbının üzerine olsun! Bundan sonra, bu mektûb, âlem kutbu kaymakamının perverdesinden dostlara ve doğru olanlara yani Molla Kâmil’e Allahü teâlâ temennilerini hasıl eylesin ve Kulihan beye Allahü teâlâ, onu âhiret işlerine yönelen kimselerden eyleyip râzı olmadığı şeylerden uzaklaştırsın!

 

Perverde size selâm edip selâmetle din istikâmetinde bulunmanıza, dîni bulandıran şeylerden uzak olmanıza dua eder. Ey dostlarım! Muhakkak ki dünya ve âhiretin selâmati, dünya ile âhiretin efendisine (Sallâllahü aleyhi ve sellem) mütabeattadır. Allah, onun, âlinin ve sahâbîsinin üzerine salât ü selâm (rahmet) nâzil eylesin. İnsanlar için yüz karası, aşağılık ve çirkinlik ise, ona mütabeat etmemektedir. Öyle ise, akıllı olan kimsenin, kendisi için onda yücelik ve şerefe olan şeyde çalışması ve çirkin, dünyevî, yaldızlı şeylerle mağdur olmaması gerekir. Çünkü o çirkin şeyler görünüşte güzel görünürlerse de lâkin hakikatte üstü şekerle kaplı öldürücü zehir kabilinden olup, sahiblerini öldürerek, onu Allah’ın (Celle ve alâ) lâneti üzerine nâzil olan bir mekân ederler. Gerçekten:

 

“Allah’ın zikri ve o zikre şâmil olan şeylerden başka, dünya mel’ûndur. İçindeki şeyler de mel’ûndurlar.” denilmiştir. Evet, onda ilâhi marifetlerin tahsiline çalışıp tâat ve Allah’ın râzı olduğu şeylere yönelen kimse için, dünya güzeldir. Şiir: “Dünya aslanlar (Allah yolunda çalışanlar) için iyidir. Erkekler için acaib bir mülktür. Onu hayır işler için imar ederlerse acaib bir mezra, akardır.”

 

Ey kardeşim Molla Kâmil! Perverde, oğlunuzun ölümünü işitti. Allah, senin sevâbını büyültsün. Mateminin akıbetini güzelleştirip, âhirete nakil olandan daha güzelini verip değiştirsin: geçmişi anne ve babasına önceden gönderilmiş bir selef ve zahire eylesin!

 

Musîbetlerin birbiri ardında üzerime nâzil olmalarına karşı tahammülüm yoktur. Dediğinize karşı cevab şudur: Ey kardeş! Kulun, Rabbinin (Celle ve alâ) onun hakkında yapacağına râzı olması lâyıktır. Ona seçtiği şey, kendisi bizzat nefsine seçtiği şeyden daha sevab, daha yüce, daha kâmil olduğunu bilmelidir. Bâhusus yüce Nakşibendî tarikatine, (Allah, ehillerinin sırlarını kutlasın!) mensub olduğunu iddia edenler, sevgilileri olan Allah’nı yaptığına râzı olmaları lâzımdır. Çünkü onlar, sevgilinin yaptığı her şeyi sevgilidir derler. Bu düşünce vasıtasıyla, bir musîbete giriftâr olan kişinin ızdırabı kolaylaşır. İşte bu tefekkürden ayrılma! Sizin ve nezdinizde olanların, Mustafa’nın (Sallâllahü aleyhi ve sellem) şeriatına tabi olanların üzerine selâm ve senâ olsun!

 

KIRKALTINCI MEKTUP

 

Bu mektûbları toplayan fakir ve hurma çekirdeğinin üzerindeki beyaz çizgiden daha kıymetsiz, kıtmirden (Ashâb-ı kehf köpeği) daha aşağı olan Muhammed Alâüddin’edir. Allah, onu (Hazretin) sırlarıyla kutlasın! Onu derya gibi nûrlardan doyursun! Onu ve insanları, yaşantısının uzamasıyla faydalandırsın! Muhabbetin fazileti, husûsen muhabbetle birlikte mürşidden ayrılık üzüntüsünün fazileti ve bazı vakitte müridin cismine ârız olan ağırlığın, vaaz ile sohbetin arasındaki farkın ve râbıtanın, bâhusus devamlı râbıtanın fazileti, tarikatta râbıta en büyük temel, birçok faydaların mukaddimesi olduğunun beyanı ve onunla ilgili mes’elelerin beyanı hakkındadır.

 

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

 

Hiçbir varlık yok ki, onu hamd ile tesbih ekmesin. Slât ü selâm Allah’ın mahlûkatının en hayırlısı olan efndimiz Muhammed’e, (Sallâllahü aleyhi ve sellem) bütün âl ve ashâbına, ev halkına olsun! Sonra bu mektûb, âlem kaymakamı (Kuddise sirruh) ve (Radıyallahü anh) ın perverdesinden Allah yolundaki kardeşi, gözünün nûru Şeyh Alâüddin’edir. Allah, onu kendine yakın olanların temenni eylidikleri şey’e ulaştırsın!

 

Hasret ve kederle karışık sevgiden haber veren mektûbunuz, perverdeye ulaştı. Dolayısıyla Allah’a (Celle ve alâ) hamd ve şükr etti. Çünkü hülâsa olarak bu işin temeli, muhabbet üzeredir. Hattâ muhabbetsiz mümkün değildir. Nitekim, Muhabbet sofuların beniğidir. O olmasaydı, mahbûbuna (Allah’a) vâsıl olmazlardı denilmiştir. Câmi (Kuddise sirruh) (Abdurrahman) şiir:

 

“İşittim ki mürid bir mürşidin yanına gitti ki mürşid manevî seyri sülûkte ona yardımcı olsun. Mürşid ona dedi ki, eğer aşk yolunda ayak yerinden kalkmazsa, git! Âşık ol, sonra yanımıza gel.” diye buyurdu.

 

Bâhusus aşkın içine hüzün de karışsa daha iyidir. Çünkü bu durum, mahbûbun ayrılmasından haber verir. Mahbûbundan ayrılan kimse, mahbûbuna kavuşması için çalışarak kat’iyyen durmaz. Ayrılığın hilâfı ise, (visal) sevgili ile âşıkın birbirine vuslattan ibarettir. Halbuki vuslat (kavuşma) sahibine bazen aşkın duraklaması peyda olur.

 

Birçok vakitlerde bana şaşkınlık acz ârız olur. Bedenim gevşeyip ağırlaşıyor diye mektûbda yazılmıştır. Ey kardeşim! düşün ki, bu hâllerinin neden peyda olduklarına anlıyasın. Zira bunlar sebebsiz olamaz. Mühim olan şey sebeblerinin bilinmesidir ki, onlara münasib olan konudan bahs edilsin. Açık olan bu husustaki fikir şudur: Sâlik ortadan kendi nefsini atıp aklında yalnız üstâdını düşünmesi kalırsa, bu haletler, ne sebebten olursa olsun, velev aşktan da peyda olmuşlarsa da zâil olup gideceklerdir. İşte, bunda düşünürsen, mezkûr haletler, nefsinden olduklarını bileceksin. Çünkü nefsi görmeden ancak mücerred üstadın emrine imtisal edilerek halkla sohbet yapılıp konuşulurken, bu haletler sıyrılırlar.

 

Mektûbda, halka sohbet ederken, cemâatin durumuna lâyık olan sözler mi veya akla gelen sözler mi konuşayım, diye yazılmıştır. Ey kardeş! Tarikatın sâdâtı (uluları) sohbet ile vaaz arasında fark etmişlerdir. Şöyle ki. Sohbet, hiçbir şey düşünülmeden kalbe, dile gelen hitabettir. Belki o, kalbin galeyana gelmesindedir. Sohbet edenin yaptığı bütün konuşması, kendisine ârız olan şevki veya hüznü ya Allah’tan olan korku veya iştiyakı veya mahbûba kavuşmasına olan hasretinden olur. Hattâ bu durumdan olan sohbetçi çok def’a karşısında cemaatin olduğunu da unutur. Vaaz ise, sohbetin hilâfınadır. Bazı zamanlarda sohbetçi yanında oturan kimseleri ve durumlarına lâyık olan sözleri düşünerekten konuşur. Bu çeşit konuşmada sözcü cemaatin arzu ettikleri şey’i kendi nefsânî arzularına tercih etmesi şart koşulmuştur. Yoksa durumundan korkulur. Nitekim, birisi mürşidine, halka konuşmak isterim der. Sebebi nedir diye sordu. Adam bütün insanlar cehennem ateşinden kurtulup içinde yalnız ben kalmamı istediğimdendir, deyince, şeyhi ona, işte o, yani ondan bahs ettiğim makam, çıkıp halka konuşma makamıdır, diyerek onu minbere oturttu. Kendisi de konuşmasını dinlemek için minberin ayağının yanında oturdu. Adamın konuşması esnasında, bir dilenci gelip, Allah için bana bir şey verin dedi. Mezkûr sözcü, hemen minberden aşağı inip ona cübbesini verdikten sonra, yine minbere çıkıp konuştu. Şeyhi ona Ey kezzâb, (çok yalancı kimse) in aşağı! Diye seslendi. Hemen aşağı inerek şeyhinin elini öpüp yalan söylediğim şey nedir? diye sorunca; şeyh, sen ilkin bana, halkın arzularını kendi arzularıma tercih ederim dedi. Eğer durumun öyle olsaydı, herkesten önce, cübbeyi dilenciye vermekte acele etmezdin. Belki ilkin halkı o sevâba teşvik eder, onların, dilenciye bir şey vermekten ümidini kestikten sonra, cübbeyi dilenciye verecektin.

Hülâsa, halka vaaz ve sohbet eden kimse, her iki halette de nefsini görmemelidir.

 

Mektûbda, bugünlerde yaptığım râbıta güzel olup, bu durum dururken, hareket ederken gözümü kapatıp açarken, hattâ uyuyup uyanırken bütün hallerimde devam etmektedir diye yazılmıştır. Ey kardeş! Bu büyük bir ni’mettir. Sadât-ı kiram (Kaddesallahü esrârehüm) vasıtasıyla o ni’meti verene sığınıp ona muhtac olduğun niyetiyle kendisine şükr et. Çünkü bu tarikatda en büyük temel râbıtadır. Şübhesiz Hâce El-Ahrar:

 

“Rehberin gölgesi, halkın zikrinden daha iyidir” demiştir. Râbıtaya öyle devam et ki, onda fâni olup, râbıtanın kendisi, halkla konuşan, teveccüh eden, hareket edip duran bir halet olsun. Zira râbıtadaki fânilik haleti, yüce Allah’ın aşkında fâni olmasının mukaddimesidir. Hattâ Allah aşkındaki fânilik makam-ı râbıta makamındaki fâniliğe göredir.

 

Şeyh-i ekberin (Şeyh Fethullah) (Kuddise sirruh) hareminden (zevcesinden) ve ev halkından dua dileriz. Şimdiye kadar Şeyh-i ekberin (Kuddise sirruh) ve (Radıyallahü anh) merkadini ziyaret etmek mümkün olmadı. Mümkün olup olmayacağını da bilmiyoruz.

 

Huyuta gitmeniz mes’elesi ise, yol, hava iyi ise hemen git! İyi değil ise, hastalık korkusundan gitmenizi istemiyoruz. Sana v nezdinizde bulunanlara, Mustafa’nın (Sallâllahü aleyhi ve sellem) şeriatına tabi olanlara selâm olsun! O şeriatın sahibine, âl ve ashâbına da salâvatın efdali, selâm ve senânın en kâmili olsun!

 

KIRKYEDİNCİ MEKTUP

 

Halifesi Şeyh Mahmud B. Şeyh Abdülkahhar’a, (Kuddise sirruh) bu yüce tarikatın medarı, tâleb üzere olduğu, başkası da şayet tâlebin artmasına sebeb olursa iyi, eğer tâlebin fütûruna (gevşemesine) te’hirine sebeb olursa onda tehlike olduğu, yapılan bütün amel ve tâatlara karşı bir cihetten şükretme, diğer cihetten de korkuyu icab ettiği ve bu konu ile ilgili mes’elenin beyanındadır.

 

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

 

Bütün hamdler, kendisine mahsusu olana (Allah’a) dır. Muhaliflerinden ebediyyen yaptıkları iyilikleri kabul olunmayan kimseye Muhammede, (Sallâllahü aleyhi ve sellem) âl, ashâbına, zevcelerine ve ensâr ile muhacir olan sahâbîsine selât ü selâm olsun! Bundan sonra, bu mektûb, âlem kutbu kaymakamının, (Allah bizi onların sırlarıyla kutlayıp onlardan râzı olsun) perverdesinden. Allah’ın yolundaki kardeşi ve (Allah için) dostu, sevgili Molla Mahmud efendiyedir. Allah, onu kendine yakîn olanlardan eylesin!

 

Şeyh Alâüddin (Allah onun temennilerini güzelleştirsin) vasıtasıyla, hal, sıhhat ve selâmetinizin beyanına şâmil olan mektûbunuz perverdeye ulaştı. Dolayısıyla Allah’a hamd ve şükr etti.

 

Ey kardeşim! kalben Allah’ın manevî huzurunda bulunulmanın devamı, tekellüfsüz olarak râbıtanın zuhûru büyük bir ni’mettir. O ni’metlere karşı en kâmil bir şükürle şükretmek vâcibdir. Ancak bu ni’metler tâlebin te’hir ve gevşemesine sebeb oldukları cihetden de içinde korku tehlikesi de vardır. Halbuki bu tarikatta en mühim maksad tâlebin şiddetli olmasıdır. Hattâ sâdât, tâlebden başka hiçbir şey maksûd değildir. bâhusus bu iki ni’metin zâhir olmalarından sâlik şükr etmeden kendilerine bir varlık, bencillik veya Allah’a yaklaştığının kokusunu duysa, durumu daha tehlikeli olup o zaman onların zuhûru sâlikin maneviyattan mahrum olmasına sebeb olur demişlerdir. Öyle ise, mezkûr her iki ni’metin zuhûruna karşı, bir taraftan şükr etmek, diğer taraftan da tehlikesinden kokmak vâcibdir. Birinci (şükr etmenin) sebebi, o ni’metlerin zuhûru sâdât-ı kiram (Kaddesallahü esrârehüm) vasıtasiyle Allah, (Celle ve alâ) sâlike ihsan eylediği içindir. İkincisi (tehlikeli olması) kendisi o ni’metlere mazhar olmasına liyakatı olmadığı hakkında riâyet etmediği içindir.

 

Hülâsa: o ni’metlerin zuhûru, nefsin çirkin, kırık ve Allah’ın nezdinde kabul olması sahasından uzak ve kâinatta yok olduğunun bilinmesine sebeb olsa, yani nefsinde hâsıl olan bütün kemâlâtı Allah’a (Celle ve alâ) isnad edilip haddi zatında nefis kemâlâttan çıplak kalıp kendi halinden konuşmasından başka, başkalarıyla konuşmasına kudreti olmayacağı mertebesine ulaşıp hattâ başkayarıyla ilgilenmekten utanırsa, bu cihetlerden mezkûr her iki ni’metlerin zuhûru çok iyidir. Eğer zuhûr sebebiyle nefsinde Allah’a yaklaşma hâsıl olduğu halde, Allah’ın (Celle ve alâ) bir ihsânı olduğu cihetinden değil, kendisinde hâsıl olduğu cihetden bir ferah ve neş’eye sebeb olsa, işte bu cihet nefsin helâkine bir sebebdir. Allah, perverdeyi ve sizi ondan kurtuluşu güç olan bu belâdan korusun.

Şeyh Halid, (Kuddise sirruh) Gavs-ı A’zamdan (Radıyallahü anh) rivâyetle bu hususta söylediği sözlerin özeti şudur: Bâzen râbıtanın zuhûru, müridin manevî yükselmesinin te’hirine sebeb olur.

 

El-Hacı Abdülkerim, başka bir tâbirle Şeyh-i Ekrem’den (Şeyh Fethullah)dan (Allah, bizi onun sırlarıyla kutlasın ve ondan râzı olsun) şöyle ribâyet etmiş: Akşam namazından da ta yatsı namazı vaktine kadar, kendisinde şiddetli taleb olduğu hâlde, gözlerine kapatıp da ona râbıta zâhir olmayan kimse, mezkûr her iki vaktin arasında, kendisindeki tâleb gevşek olup da râbıta hâleti, ondan ayrılmayan kimseden, makamca daha yüksek, daha efdâl, Allah’a daha yakındır.

 

İşte bu beyandan anlaşıldığına göre, bu tarikatın medarı, tâlebden başka bir şey değildir. Tâlebe sebeb olan bütün şeyler, müridin kurtuluşuna, ona muhalif olan şeyler helâkına sebeb olur. Öyle ise, tâlebin artması için çalışkan olun!

 

Şeyh-i Ekrem, (Allahü teâlâ bizi onun sırlarıyla kutlayıp ondan râzı olsun) Üstad-ı A’zam’dan (Radıyallahü anh) rivâyetle; Gavs-ı A’zam ona (Üstad-ı A’zam’a) “halk, bize fenâ makamı hâsıl oluyor sonra gidiyor, derler. Sen de öyle misin değil misin? Ben ise, öyle değilim. Belki bana hâsıl olduğu zamandan beri benden o hâlet gitmemiştir.” buyurdu. Bunun üzerine üstad, demiş ki: “Eğer, o hâlet bana hâsıl olsa, gitmez. Söyledim.” diye bu sözleri naklederken, demiş ki: “Üstad-ı A’zam, Hunuk’ta okurken ona fena makamı hâsıl olmuştur. Çünkü kendisi o zamanda tâlebin son derecesi olan hâlette idi.”

 

Halk ile konuşmak konusu ise, eğer konuşma, Züleyha’nın Yûsüf’den, (Peygamberimize ve onun üzerine salât ü selâm ve senâ olsun.) bahs etmek gayesiyle halkla konuştuğu gibi olup gaye halk v halka konuşmayı duyurmak ve onlara bir şey ifade etmek için olmayıp sırf Allahü teâlâya olan, şiddetli muhabbetten peyda olursa iyi, yoksa iyi değildir.

 

Perverde annenizden dua diler. Talebelere, bütün müridlere selâm eder. Muhammed Said, Fethullah, Molla Muhammed Emin, Hacı Abdülkerim, Molla Abdurrahman, Molla Mahmud, Molla hüseyin, Şeyh İbrahim, Molla Abbas ile yüksek kapı eşiğinde (Üstad-ı A’zam’ın tekkesinde) bulunan talebe ve diğer kimselere de selâm edip duanızı dilerler. Bundan sonra, işte Nurşin köy camii hatibi size geldi ona hürmet etmeniz lâzımdır. Allah, efendimiz Muhammed’in, (Sallâllahü aleyhi ve sellem) âl, sahâbe, zevcelerinin, ensâr, muhacir ve sahâbelerinin üzerine salât eylesin!

 

KIRKSEKİZİNCİ MEKTUP

 

Bu mektûbları derleyen fakir, nâciz Muhammed Alâüddin’e, Mürid manevî ilerlemesi hâsıl olmadığı için, çektiği faziletli hasretinin, Allah’ın manevî huzurundan uzak kaldığını bilerek hasret edip tedarikine arzûsu, kendisine cezbe gibi bir hâletin husûlüne sevinmesinden daha evlâ olduğunun, ne şekilde olursa olsun, rüyada sâdât-ı kirâmı (Kaddesallahü esrârehüm) görmek, rüyayı görene, onların iltifat ve himmetlerine işaret olduğunun, sâliki külliyetiyle mevlâsına yönelmesine, dünyadan yüzünü çevirmesine dair, teşvikinin, bütün bu kâinat Bârî’nin (Celle ve alâ) varlığıyla mevcud olduğunu düşünmek için emirlerinin ve bu konu ile ilgili mes’elenin beyanındadır.

 

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

 

Bütün hamdler, bizi bu ni’mete kavuşturan Allah’a olsun.

“Eğer Allah bizi buna hidayet etmeseydi, kendiliğimizden hidayetlenmezdik. Gerçekten rabbimizin bütün peygamberleri, (Allah’tan) hak dini getirmişlerdir.” Allah (Celle ve alâ) hususî olarak bütün peygamberlerden (Aleyhisselâm) efdâl olan Muhammed’in, (Sallâllahü aleyhi ve sellem) umumî olark da diğer peygamberlerin, kezâ âl ve sahâbelerinin üzerine, salât ü selâm eylesin!

 

Bundan sonra bu mektûb, âlem kutbu kaymakamının (Radıyallahü anh) perverdesinden, Allah yolundaki kardeşi ve Allah için dostu, kalbinin neş’esi olan Şeyh Alâüddin’edir. Allah, onu şerefli cedlerinin (Kaddesallahü esrârehüm) yolunda bulundursun! Cumartesi ilim icâzetnâmesi okunduğundan sonra, pazar günü mektûbunuz perverdenin eline geçti. Gecikmesinin sebebi, kimden ve neden olduğunu anlamadı. Bakarak okuyunca, ondan manevî huzur için çektiğiniz hasret, aşk kokusu duydu. Hattâ perverdede öyle te’sir eyledi ki, gözlerinden yaş akmasına yakın bir durum oldu. Manevî himmetlerinden, perverdenin kalbine esenlik nâzil olmak için, yüce cenâb, en kudsî olan iki zatın (Üstad-ı A’zam ile Şeyh Fethullah’ın (Kuddise sirruhüm) ruhlarına yalvarıp onlardan istimdad eyledi. Bunula beraber, size hâsıl olan hasret ve sıkıntınıza karşı, Allah’a hamd ve şükr etti. Çünkü ondan uzaklık, ayrılık kokusu duyulan manevî hâlet, ondan manevî yakınlık, visal kokusu duyulan manevî makamdan daha üstündür. Mürid, zamanı gafletle geçtiğini anlayıp da pişman olması, velev ki hasret çekip niyaz etmekle de olsa, gaflet zamanında ondan mahrum kaldığı, manevî faydayı ilerde tedarik etmesi, hakkındaki anlayışı, perverdenin nezdinde, mürid için, onda, cezbe, muhabbet ve kalb huzuru olması zan ettiği, zamandan daha sevgilidir.

 

Gördüğünüz her iki rüyanın tabirleri ise, sadatın (Kaddesallahü esrarehüm) son derece size iltifat eylediklerine delalet ederler. Çünkü o rüyalar, ya ibadete, çalışmanızın uyarılmasına veya sana tavsiye edilen virdlerin muhafazasına ve yapmadığın bu çeşit amellerin tedarikine çalışmanıza işaret olup, ikisi de onların sana karşı olan son derecede iltifatlarındandır. Öyle ise, bu iltifatlarının muktezasına göre, hareket edip, Allah’a (Celle ve ala) şükretmek, ibadete ziyadesiyle çalışmak, dünya aldatıcı, hilekâr olduğundan, ondan yüz çevirmek vacibdir.

 

Mektubunuzun geldiği günden bir gün önce, meclistekiler arasında, sahabeden (Radıyallahü anhüm) bahs geçince, bazı kardeşler tarafından “onlar dünyanın faydasız ve onda huzur ve esenlik olmadığını kat’i olarak bilmişlerdi. Hatta onda vaki olan elem verici hadiseler olduğunu bilip de ondan yüz çevirerek, geçinecekleri kadardan başka bir şeyle meşgul olmalıdır. Dolayısıyla külliyetleriyle ahirete ve Mevla Bari Teâlâ’ya ( Celle ve ala) çalışarak, dünyada başlarına gelen sıkıntı ve musibetlere ehemmiyet vermediler” denildi. Bu sözlerin te’siri, bu mektub yazıldığı vakte kadar da perverdenin aklında kaldı. Buna size te’sir etmek ümidiyle mektuba derc etti. Çünkü bazı mürşidler, “Herhangi bir şey’e çalışmanın gücü, o şey’in faydasının bilinmesine göredir.” demişlerdir.

 

Üçüncü rüyanız, yine sadatın (Allah bizi sırlarıylan kutlasın) sana iltifat eylediklerine delalet eder. Çünkü onlar, senden üzüntü fakirlik, güçsüzlük hali görünce, senin için güler yüz izhar ettiler. Bu günlerde hayalinizi, bu alemin, Allah (Celle ve ala) ile ilişkisi olduğu, yani Allah’ın kudretiyle olduğu üzere, toplayınız! Yani hatıra gelen şey batıl da olsa, Allah’ın onu izhar ettiğini biliniz. Zira batıl şey de Hak Teâlâ’nın fiilinden peyda olan şeylerin bazısı olduğu denilmiştir. Alemin Hak teala sebebiyle varlığının manası, zat’ı Bari teala ile alem, güneş ile ışığı gibi birbirlerinden ayrılmayan iki şeyler oldukları bilinmelidir.

 

Bayramlaşmaya gitmeniz, Şeyh-i Ekberimizin (Kuddise sirruh) adet ve adabına uyup gitmek niyetiyle geçen seneler gibi olsun.

 

Size ve yanınızdakilere, tabilere, Muhammed Mustafa’nın (Sallallahu aleyhi ve sellem) şeriatına tabi olanlara, selam olsun! O şeriatın sahibine, aline de salavatın efdali ve en kamili olsun.

 

KIRKDOKUZUNCU MEKTUP

 

Yine lâ şey (hakikatte mevcut olmayan) bu mektubların derleyicisi Allaüddin’e. Halkın hidayeti ve Allah’ a olan muhabbetleri, şevkleri, hatta bütün ni’metler, mürşide zahir olması, bir cihetten şükür, diğer cihetten istiğfarına (mağfiret dilemesine) mucib olduğunun ve bir mazerete binaen, tarikata dahil olan bazı kimselere teveccüh yapılmasının te’hirinde hiçbir zararı olmadığının, teveccüh ve sohbet esnasında, beyitlerin okunması, tarikat harici olan şeylerden olup, lakin tarikat mürşidleri bir şartla azına müsamaha ettiklerinin ve bu konu ile ilgili mes’elenin beyanındadır.

 

ALLAHIN ADIYLA BAŞLARIM

 

Hiçbir varlık yok ki, onu hamd ile tesbih etmesin. Salat ü selam Allah’ın mahlukatının en hayırlısı olan efendimiz Muhammed’e, al ve ashabına olsun!

 

Bundan sonra bu mektub, alem kutbu kaymakamının (Allah bizi onların sırlarıyla kutlayıp, onlardan razı olsun!) perverdesinden, Allah yolundaki kardeşi, Allah için dostu, gözünün nuru, Şeyh Alaüddin’edir.

Allah onu üzüntü ve teessüfe mucib olan şeylerden muhafaza edip, mümkün olan son manevi makama ulaştırsın!

 

Molla Muhammed ile gönderilen mektubunuz, perverdeye ulaştı, okudu, içindekilerini anladı. Allah’a (Celle ve ala) şükr edip ona sığındı.

 

Ey kardeş, şükr ve istiğfar etmek lazımdır. Üstad-ı a’zam, Allah Abdülkadır’in kendisine, aşkının artmasına dair gönderdiği bir mektubun cevabındaki hülasası şudur: Size ve bize lazım olan şey, şükr ve istiğfar etmektir. Şükrün sebebi, yalnız Allahü Teâlâ’dır. Bizi onun sırlarıyla kutlasın! Mecazi bir hidayetçidir. Bununla beraber zahirde yüce Hak teala hidayeti bize isnad etmiştir.

 

İstiğfar sebebi ise, mezkûr büyük nimetin hakkına layıkıyla riayet edilmemesidir. İşte bu aşk haletinde, mezkûr iki cihetten hem şükr, hem istiğfar toplanır. Hatta tasavvur edilse, Allah’ın insanlara verdiği bütün ni’metleri de böyledir. Her nimete karşı şükr ve istiğfar edilmelidir. İhsan, bu nimetlerin husulünde, yalnız Allah’ı bilip gerçekten ortada kendi nefsini görmemesinin manası, istihraç edilir. Hatta ne cihetten olursa olsun, çirkin cihetinden de nefsin bilinmemesi gerekir.

 

Mektubda bazı kimseler, teveccüh günlerinin gecelerinden başka vakitte tarikata dahil olmalarını isterler, diye yazdığı mesele ise, Ey kardeş! Tarikata dühul işini tehir etme. Ertesi gün şayet teveccühün yapılması mümkünse velev ki tarikata dahil olan bir kişi ile beraber iki veya üç kişi bulunursa da teveccüh etmeniz lazımdır. Çünkü Gavs-ı a’zamın ( Radıyallahü anh) zamanında, bir çok günlerde olurdu. Üstad-ı a’zamın (Radıyallahü anh) ilk irşadı sırasında da durum böyle idi. Sonra yakın ve uzak yerlerden teveccühe gelmeleri için, bu gayeye binaen teveccüh yapılması için gün tayin edilmiştir. Şayet teveccüh mümkün olmazsa, tarikata yeni dahil olan müridin teveccühü malum güne te’hir edilmesinde hiçbir mahzur yoktur. Teveccühte, beytlerin okunması ise yüce Nakşibendi tarikatının adabından olmadığı malumdur. Lakin aşk ve şevkleri, nakıs olan kimselerin, şevklerinin hasıl olması veya artması için, tarikatın sadatı, okunmalarına müsamaha etmişlerdir. Öyle ise sohbet zamanında veya başka zamanda da okunmasında hiçbir mahzur yoktur. Ancak çok söylenmesi de iyi değildir. Belki sohbet yapılırken, keza teveccüh zamanında bir veya iki kaside söylenilir. Bununla beraber, cemaate şevkin husule gelmesi veya artması, sadatın himmetinden olup, mürşidden olmadığı bilinmelidir.

 

Perverde, size ve Şeyh-i a’zamın (Radıyallahü anh) bütün ev halkına selam edip, dualarını diler. Allah, efendimiz Muhammed’in, (Sallallahu aleyhi ve sellem) alimin ve ashabının üzerine salat ü selam eylesin!

 

ELLİNCİ MEKTUP

 

Bazı alimler, zevcesine mahalli lisan ile “isa Se telakı bi fetva Gevri kızı Ahmed jimin berdayi bi “Fetvası olmayan üç talak Mehmet kızı Gevri benden boş olsun” diyen kimsenin, tek bir talakı düştüğü fetvasının ve telaffuzda, sayıya delalet eden kelimeyi talaka delalet eden kelimeye rabt edecek, bağlıyacak bir edat olması lazım olduğunun, sayıya değil, o sayının temizine (ondan sonra telaffuz edilen kelimeye) bakılır. Temiz kelimesi talak babında, sarih ise, sayı da sarih, kinaye ise, sayısı da kinaye olduğunun, talakın sarih ve kinaye kelimeleri beraber söylenmeleri, yekdiğerini delalet ettiği asıl manasından çıkarmadığının ve bu konu ile ilgili meselenin beyanındadır.

 

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

 

Hiçbir varlık yok ki onu hamd ile tesbih etmesin. Salat ü selam Allah’ın mahlukatının en iyisi olan Muhammed’e, (Sallallahu aleyhi ve sellem) aline ve ashabına olsun!

 

Bundan sonra, Serkisli Abdürrezzak, zevcesinin talakı hakkında. “ Fetvası olmayan üç talak Mehmet kızı Gevri benden boş olsun” dediği sözünün fetvasını benden sordu: “ Mehmet kızı Gevri benden boş olsun” dediği kelimelerde, talakın sayısını zikr etmediği ve bunu söylerken de, sayısına da niyet etmediği için, açıkça bir talaka delalet edip, yalnız bir talakı düşmüştür, diye kendisine cevab verdim bu sözden önce söylediği ( üç talak) kelimeleri ise, El-Envar kitabında yazılmış, açık bu tarzdaki misallerden anlaşıldığına göre, adamın söylediği bu son sözünde, bağlaç edatı olmadığından, önceki sözünü bağlı olmayıp hiçbir mana ifade etmemiştir. Halbuki bağlaç edatı fıkıh kitablarının ibarelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Demek ki söylediği mezkûr ilk sözü ile hiçbir talakı düşmeyip manasızdır. Şunu da ilave edeyim ki, adam, mahalli lisanı ile, üç manasına olan (se) kelimesini (te) ile telaffuz ettiği (telak) kelimesine izafe etmiştir. Halbuki telak kelimesi, fetava El-Remli ile mezkûr Tuhfe kitabının haşiyesi olan İbni Kasım kitablarının ibarelerine göre, boşanmada sarih bir kelime olmayıp, telakın kinaye kısmındadır. Demek ki mezkûr tabirdeki (üç) kelimesi, talaka ait sarih olan sayısının manasından çıkmıştır. Çıktığı da El-Envar kitabının şu ibaresinden anlaşılır:

 

“Birisi zevcesine; sen üç kere boşsun, dese, Rafii dedi ki, Ceddim, birçok insanların örf ve adetlerine göre bu tabirden üç talak irade edilir demiş. Fakat Rafii, bu sözü söyleyen kimse, maksadı ne olduğuna dair kendisine müracaat edilip ondan sorması da muhtemeldir, demiştir”. Burada El-Envar’ın ibaresi sona erdi, Tuhfe kitabının, birisi, zevcesine; seni boşadım otuz kere, deyip de üç talaka niyet etmezse, bazı alimlerin dediklerine göre, yalnız bir talakı düşer. Çünkü otuz, kelimesi, şübhesiz bir tam sayıya delalet eder. Fakat o manaya delalet ettiği gibi tam bir talakın otuz parçasına delalet eylemesi mümkündür. Lakin o bazı alimlerin mezkûr tabire verdikleri bu manaya itiraz edilir. Çünkü otuz kelimesinden çabucak akla gelen mana, tam otuz talak sayısı demektir.” Şu ibaresinde de anlaşılır. Çünkü Tuhfenin bu ibaresi, talak tabirinde kullanılan sayı kelimesinin manası, temiz kelimenin manasına göre olduğu açıkça delalet etmektedir. İşte bu nakillerden, talakta kullanılan sayı kelimesinin temiz kelimesi (tefsiri), talak kelimesinden başka bir kelime ise, sayıya delalet eden kelime de talak adedinin kinayesi olduğu sabit olup bu şekilde konuşan kişi kaç talak ettiğini ve söylerken telaffuzu zamanında niyyeti, kelimeleriyle beraber olup olmadığının bilinmesine ihtiyaç vardır. Halbuki bu fetvayı benden soran Abdürrezzak, söylediği mezkûr kavlinden herhangi bir talak sayısını kasd etmediğine dair şer’i bir yemin ile yemin etti. El-Envar ve tuhfe ile diğer fıkıh kitablarının ibarelerinden de anlaşıldığına göre, Abdürrezzak bunu söylerken, talaka niyyet edip etmediği hususunda yemin ile musaddaktır. (Ona inanılır ve ona göre hüküm verilir) Talaktan kinaye olan kelime ile beraber talakın sarihi olan kelimenin demesi, kinaye kelimesini manasından çıkarıp sarih talak kelimesinin hükmüne çıkarmaz. Belki her iki kelime de taşıdığı manayı ifade eder. Nitekim El-Envar kitabında, eğer birisi (zevcesine) sen bainsin ve talıksın (sen ayrısın ve sen boşsun) dese, adamın niyetine müracaat edilip talakta sarih olan sen boşsun kelimesi, talaktan kinaye olan sen ayrısın kelimesine tefsir olmaz. Burada El-Envar’ın ibaresi sona erdi.

 

İşte bütün bu zikr edilen kitabların ibarelerinden Abdürrezzak’ın yalnız bir talakı düşmüş, bu recat denilen talakın kısmından olup, recat (karısını tekrar kabul etmek) hükmünü kendisine beyan ettikten sonra, ona recat etmesini emrettim. Zevcesi idde halinde olduğu halde recat etti. Demek ki zevcesi tekrar ona iki talakı sabit olmakla nikahı altında kaldı. İşte bunu bil! Son duamız. Bütün hamdler, bu alemin Rabbine mahsustur. Salat ü selam, Allah’ın mahlukatının en iyisi olan Muhammed’in, (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün al ve ashabının üzerine olsun!

 

ELLİBİRİNCİ MEKTUP

 

Pederinin hem halifesi hem kâtibi olan Bitlisli Molla Mustafa’ya, (Rahimehullah) insan, bazı evliyanın aklına gelmesinin faziletine hiçbir şey müsavi olmadığının, Müslümanların aralarına ihtilaf sokmak isiteyen muhaliflerin teşebbüsleri kökünden kesmesi için Müslümanların birlik ve beraberliğini tahsil etmeye çalışmak lazım olduğunun beyanıdır.

 

ALLAH’ IN ADIYLA BAŞLARIM

 

Kainatda hiçbir varlık yok ki, onu hamd ile tesibih etmesin. Salat ü selam, Allah’ın mahlukatının en hayırlısı olan efendimiz Muhammed’e, (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün aline, ashab, ezvac, ensar, muhacir sahabisine olsun!

 

Bundan sonra, bu mektub, alem kutbu kaymakamının (Radıyallahü anh) perverdesinden, ömrünü mevlasının hizmetinde fani eylemiş ve sebebden doğruluğuna delalet eden Katibilesrar (sırların kâtibi) diye izafeli bir isim kendisine hasıl olmuş, çünkü izafeli isimde, özel isim olmadan önceki asli manasının kokusu bulunur. Keza herhangi bir kayd ile mukayyed olmayıp iki cihetden gerek mutlakıyyetine ve gerekse hizmet ettiğine delalet eden iki manalı Halife ismi de ona hasıl olan muhterem Molla Mustafa efendiyedir. Allah, onu utandırıcı şeylerden korusun!

 

Perverdeye manevi irtibatınıza, onu hatırınızın sahasından çıkarmadığınıza delalet eden sevgili mektubunuz, kendisine ulaştı. Dolaysıyla gayet sevinerek onunla müşerref oldu. Çünkü ey efendi! Perverde. Allah’ın (Celle ve ala) evliyasından bir velinin hatırına gelmekten daha üstün, daha yüce bir rütbe olmadığını bilir. Öyle ise, saadeti arzu eden kimse, evliyanın hatırlarından bir hatırın iltifatını kendine doğru celb olacak bir amel ile amel eylesin! Hatta, bu yol, insanı matlubuna ulaştıran yolların en yakınıdır. Nakşibendi tarikatının reisi Şah-ı Nakşibend (Radıyallahü anh ve Kuddise sirruh) “Bu zamanda, salik kimse için, Allah’a kavuşma yolunun tedbiri, mevlasının ve mürşidinin razı olduğu şeylere çalışması ve ne gibi bir şeye rızasının hasıl olacağını düşünmesi, Mevla’sı ondan razı olan ve ondan kendisinin üzerine Allah’ın aşkı nazil olacağı bildiği şeylere çalışmasıdır. Riyazet ve meşakkatli ameller değildir. Çünkü bu zamanda onlar, imkânımız dahilinde değillerdir.” Buyurduğu sözleri de bundan peyda olmuştur. Sofuların bazısı da demişler ki “Evliyanın kalbleri, Allahü Teâlâ’nın feyzlerinin nazil olduğu yeri olduğundan dolayı, bir kimse onların hatırına gelse, feyzler onun üzerine gelecektir. İşte, bunun için perverdeye neşe hasıl oldu. Zira, Allah’ın ( Celle ve ala) nezdinde makbul olan zatın ona, perverdeye, iltifat edip ona dua etmesinden başka, iyi bir ameli olmadğını bilir. Çünkü “onunla günah işlemediğin bir ağız ile kendine dua et!” denilmiştir. Bu ise, Allah’ın yolunda sabit olup, varlıkların ve zamanın muhtelif davranmalarıyla hareket etmeyen zatdan hasıl olacak duasıyla olur.

 

Üstad-ı a’zamın (Radıyallahü anh) ev halkının, tabilerin, talebelerinin hallerinden sorulursa, sıhhatte olup iltifat ve duanızı rica ederler. Tam bir tesirle halk seydanın tekke kapısına gelmeleri ve şerefli türbeyi ziyaretleri, geçen seneden daha çok vaki olmuştur.

 

Bitlis’teki ehl-i küfrün ateşi, kısmen sönmüştür. Bu da fikirce birleşik halkın yazışmalarından olduğu söylüyorlar.

Birinci mektubda size yazılan şeylerden maksad, Müslümanlar arasında birlik ve beraberliğinin temin edilmesidir. Çünkü birlik ve beraberlikleri, muhaliflerinin kötü düşüncelerinden doğan kötülüğü def etmeye sebeb olur. Öyle ise, herkes, Müslümanların hepsi bir gayede bulunmaları için, aralarında birlik ve beraberliğinin teminine çalışması lazımdır.

Üstad-ı a’zamın ev halkı ile, buradaki bütün alimler, ellerinizden öperler. Şimdilik bizde, Muş ve nahiye tütünü yoktur. Bulununcaya kadar, size çukur tütünü gönderilecektir. Size ve hidayete tabi olanlara, selam olsun! Allah, efendimiz Muhammed’in, (Sallallahu aleyhi ve sellem) alinin ve sahabesinin üzerine salat ü selam eylesin!

Kanuni evvel (Aralık) ayı – 1324

 

ELLİ İKİNCİ MEKTUP

Nursli Molla Abdullah’a, telaffuzdaki gitmek manasını ifade edecek kelime, velev ki halk dilinde talak için çok kullanılırsa da cümlede talak kelimesine isnad edilirken, talakın kinayesi olduğu, ister içinde talak kelimesi bulunsun veya bulunmasın. Şöhret, cümledeki talaktan kinaye olan kelimeyi, sarih talakı ifade eden kelimenin hükmüne geçirmediği ve bu konu ile ilgili meselenin tahkiki hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler, insana doğru yolu ilham eden Allah’a mahsustur. Salat ü selam, Allah tarafından kendisine Faslı Hitab (hüküm kuvveti) verilen zat olan Muhammed’e, (Sallallahu aleyhi ve sellem) dünya ve ahirette, muhtaç olduğumuz nasihatı bize ileten aline ve ashabına olsun!

Bundan sonra, bu mektub, yüce kapı hizmetçisi, ahiret için sermayesi az olan kimseden, Allah yolundaki kardeşi, Allah için dostu, hakkı, doğruyu belirtmeye çalışan, Molla Abdullah’adır. Allah, onu mukarrebundan (kendisine yakın olanlardan) eylesin! Aziz kardeşim! molla Abdülkerim namına gönderdiğin mektubunuz, hizmetçiye ulaştı. Ona baktım fakat ondan maksad ne olduğunu anlamadığı için, onu getiren adam ile, Molla Abdülkerim’e gönderip, ondan maksad ne olduğu, sonbaharda sizin ve onunla aranızda cereyan eden ilmi münakaşayı beyan etti. Hizmetçiye yakışmaz ise de lakin Allah’ın tevfikına temessük ederek, tahkik yolları kudreti elinde bulanan Allah’tan yardım dileyip, istediğin meselenin beyanını yazdı.

Ey kardeş! Allah, bizi ve sizi doğru yol üzerinde bulundursun! Hiç şübhe yok ki, birisi karısına hitab ederek: “Üç talakın benden gitmiş olsun. Veya talakın benden gitmiş olsun.” Ki arabça tercümesi de, “ selasü talkatüki zahibetün minni ev talakuki zahibün minni” olup söylediği sözün fetvası hakkında, Fethul-Muin kitabında bu lafzın talaktan kinaye olduğunu sarahaten bildirmiştir. Mezkûr kitab birisi sevcesine talakın gitti. Mealindeki dediği sözünü kinaye kısmından saymıştır. İbni Hacer de Fetava kitabında, bunu kinayeden hatta en zaif kinaye sözlerinden saymıştır. Nitekim İbni Hacer, mezkûr kitabda “Talakın düşmesi veya gitmesi bir olayda talıkının, mesela: Birisi zevcesine, eğer eve girsen, talakın düşsün veya talakın düştü veya gitti, dediğinin hükmü nedir?” diye kendisinden sorulan bu sualin fetvasının cevabında demiş ki: Adam, eğer eve dahil olsan talakın düşsün veya düştü dese, bu sözün zahirden anlaşıldığına göre, bu tabir, talak için sahih bir talık olup kadın ancak talakı, onunla talık edilen eve girmesinden başka hiçbir şeyle düşmez. Ama eğer böyle demeyip de bunun yerine talakın gitti dese, zahirine göre, bu sözü talakın sarihi olmayıp kinaye kısmındandır. Çünkü gitmek ve düşmek manalarının arasında bir nevi yaklaşma mevcud olduğundan, bu iki manaya delalet eden kelimelerin birisinden o birinin delalet eylediği mana kasdedilmesi düşünceden uzak değildir. Şayet, adam bu talaklı sözünden, talakın düşmesini irade etmişse, kadının eve girmesiyle talakı düşer. Etmemişse düşmez. Burada İbni El-Hacer’in Fetava kitabındaki ibaresi sona erdi.

İşte İbni Hacer’in bu ibaresini düşünürsen, konumuz olan, “üç talakın bende gitmiş olsun veya talakın benden gitmiş olsun” manasındaki söz konusu olan tabir, İbni Hacer’in nezdinde, talaktan kinaye olan siğaların en zaifi olduğunu anlayacaksın. Mezkûr Fethulmüin ile Fetava kitablarının sahibleri olan bu çok büyük alimlerin yukarıda geçen kavillerine göre, konumuz olan tabir, talakın sarihi olmayıp kinaye olduğu sabit olduktan sonra, tabirde talak kelimesi bulunsun veya bulunmasın, halk arasındaki örf ve şöhret, talaktan kinaye olan tabiri, sarih talak tabirinin hükmüne koyup koymadığı ve talaktan kinaye olan tabirin hakikati ne olduğu konusu üzerindeki fikir münakaşası kaldı.

İşte bu konu hakkında deriz ki: Fıkıh alimleri, talaktan kinaye olan tabiri, ister açıkça talakın düşmesini ifade veya etmeyecek, içinde talak kelimesi bulunsun veya bulunmasın, talak manasından başka bir manaya delaletinin ihtimali olan tabirdir, diye tarif etmişlerdir.

Şerhur-Ravd kitabının sahibi, Ravd kitabında sarih talak olmayan sözler bahsindeki veya (birisi zevcesine), “bir talak senin içindir” dediği metnin şerhinde demiş ki, bu tabirin iki manası vardır. Birincisi sarih talak, ikincisi talakın kinayesi olmasıdır. Çünkü bu, talakın ikai-i (düşürmesi) manasını içine almamıştır. Bu tabir, birisi diğerine, “bu elbise senindir” dediği sözün ya muhatabının mülki olmasından veya ona hibe ettiğinden haber verdiğinin ihtimali gibidir.

Sonra mezkûr şerhin sahibi demiş ki, metinde geçen söz, en kuvvetli delile göre, talakın kinayesidir.

Ravd kitabında geçen talak senin içindir tabirinin, kinaye olduğunu Şafii mezhebinin şeyhleri olan İbni El-Hacer ile Remli de sarahaten söylemişlerdir. Fıkıh alimleri, “Talak üzerime vacibdir” tabirini talakın sarih kısmından “Talak üzerimde farzdır” talaktan kinaye olduğunu saymışlardır. Çünkü ikinci tabir, talaktan başka manaya da muhtemeldir.

Fıkıh kitablarından Büceyremi kitabında, bu iki tabirde geçen farz ile vacib arasında, şöyle bir fark vardır ki, “birincisi kinaye ikincisi talakın sarihidir. Sebebi: ikincisi tabirdeki vücub kelimesi, sübut manasıdır. Çünkü farz ibadette meşhur olarak kullanılır.” Burada Büceyremi’nin ibaresi sona erdi.

Farz kelimesinin talaktan kinaye olduğunun beyanı hakkında bazı kitabların ibarelerinde, farz kelimesi, takdir etmek manasına geldiği de yazılmıştır. Bundan da anlaşıldı ki, alimler, düşünceden uzak da olsu, talak manasından başka bir manaya ihtimali olan tabiri kinaye yaplar. Şöhret veya örf ise, ister talak lafzına şamil olsun veya olmasın, aslında talakın sarihi olmayan bir tabiri, sarih talak hükmüne geçirmeye, hiçbir müdahaleleri yoktur. Ve buna fakihlerin sözleri de açıkça delalet eder.

Ravd kitabının sahibi, aynı kitabda, talaktan kinaye olan kelimeleri sayıp, birisi zevcesine “sana talakları hazırladım, senin üzerine talak açtım” dediği tabirleri de kinaye kısmına derc eyledikten sonra, demiş ki “Far’un” (geçen konu ile ilgili bir dal). Önce, kadın kocasından boşanma talebinde bulunması veya boşanmaya delalet eden bir karinenin mevcut olması veya karı ile kocanın, “sen üzerime haramsın” mesela tabir, koca tarafından söylenirken, “seni boşadım” tabiri talakın sarihi olmasına dair muvafakatları gibi, durum ve sözler, kinayeyi sarih talak tabiri olan “seni boşadım” hükmüne bağlamaz. Belki kocanın tabiri, ibtidaen söylemiş gibi kinaye olur. Burada Ravd’ın ibaresi sona erdi.

Ravd kitabının şarihi (ona şerh eden) Şeyhül İslam El-Kadı Zekeriyya da bunu kabul etmiştir. Şirvani, mezkûr kitabın fer’i ile şerhini, İbni Hacer’in Minhac kitabının talak düşmesini kasd etmezse, alimlerin icmaına göre, talakı düşmez. İster söylediği sözlerle, talaka ait karine bulunsun veya bulunmasın” dediği kavlinin yanında nakletmiştir.

Remli de mezkûr Minhac kitabının “İmâm-ı Şâfiî mezhebine göre, herhangi bir lisan ile olursa olsun, (arapçadaki) talâk kelimesinin tercemesi, talâkın sarihidir. (Açıkça bir tâbirdir.)” ibaresinin şerhinde demiş ki: (Arapçadaki) firah ve serah kelimelerinin tercemeleri ise, kinayedirler. Nitekim, Ravdet kitabı, İmâm-ı Şâfiî ile Ruyaniden bunlar kinaye olup kabul ettiklerini nakletmiştir. Çünkü her ikisi de sarih talâk manâsında kullanılmaktan uzaktırlar. Fakat şöhretin bu iki kelimeyi sarih talâk manâsında kullanılmaktaki te’siri, birisi zevcesine meselâ, “Sen bana haramsın” dediği sözün talâkta (boşanmada) kullanıldığı te’sirsiz şöhretine aykırı değildir. Çünkü arapça lügatındaki mezkûr kelimelerin tercümeleri esnasında, hususi olarak boşanma manâsına konulmuştur. Halbuki sen bana haramsın tabiri, boşanma manâsında kullanılması meşhur ise de esnasında talâk manâsı için vâz edilmemiştir. Burada Remlinin dedikleri sona erdi. Remlinin bu manâsını İbni El-Hâcer de Tuhfet El-Muhtaç kitabında açıkça yazmıştır. Öyle ise dikkat et ki, kendisi de yalnız misal olarak getirdiği tabirde yetinmeyip, (meselâ) diyerek hükmü genişletmiştir. Demek ki, yalnız bu misal değil, buna benzeyen bütün kinaye tabirleri, İbni Hâcer’in nezdinde, bu misalin (sen bana haramsın) hükmündedirler. Yani halkın örfü, talâkta kullandıkları buna benzer tabirlerin şöhreti, onları kinayelikten çıkarıp talâkın sarih hükmüne dahil etmez.

Bu konu yalnız “sen benim üzerime haramsın” olan mezkûr misâle mahsus olmayıp, genel olduğuna dair, Tuhfetül Muhtac’ın hâşiyesi, İbni Kasım bu hususta açıkça geniş bir izah esnasında, Süyûtî’den naklen demiş ki: şöhret, kinaye tabiri, sarih talâk hükmüne dahil etmediği meselesi, yalnız.

“Bu helâl üzerime haram olsun” tâbiri ile benzerlerine mahsus olduğunu hiç kimse zan etmez. Çünkü bu tâbir, âlimlerce ancak misâl olarak fıkıh kitablarında zikr edilmiştir. Bir tâbirin sarih olmasının kaidesi şudur: Bir tâbir veya bir kelime, bir beldede veya bir halk taifesi arasında, talâkın (açıkça boşanmanın) manâsını taşımakta meşhur olmasıdır. Öyle ise, “bu helâl üzerime haram olsun” tâbiri, Nevevî’nin görüşüne göre, avam tabakası hakkında talâkın kinayesi kısmındadır. Rafiî’ye göre, sarihtir. Burada İbni Kasım’ın Süyûtî’den nakl ettiği ibâresi sona erdi.

Kinaye olup, talâktan başka bir manâya ihtimali olan bir tâbirin, sarih talâk hükmüne geçirmeye sebeb olan şöhretin te’sirini, kökünden sıyıran delillerden birisi, Büceyremi hâşiyesinin Menhac kitabı “aralarında fark edilir” kavline ait açıklamasındaki, yani talâk tercümesinin tabiri ile, “sen benim üzerime haramsın” tâbiri arasında fark edilir. Öyle ise, talâk için halk lisanında meşhur olup, manâsı da Kur’ân-ı kerîmde vârid olan kelime, ancak hususî olarak arab lügatında talâk manâsına konulduğu takdirde, saruh talâk manâsını ifade eden bir kelime olur.” ibaresidir.

Süleyman El-Cemal kitabının tabiri de buna benzer. Fakat onda, sarih talâkı ifade eden tabirin manâsı, Kur’ân-ı Kerîm’de vârid olmasını ve yalnız halk arasındaki şöhretini de, muteber tutmayıp belki şöhretle birlikte o kelimenin talâk manâsına konulmuş olmasını nazari itibare almıştır. Şöhret v örfün talâktan kinaye olan tabiri sarih talâk hükmüne çevirmediğine dair, bundan daha açık delilerden bâzısı da İbni Hâcerin Fetâvâ El-Kübrâ kitabındaki şu ibaresidir:” “Şu iş böyle olmazsa, kadınım hakkında, üzerime üç talâk olsun.” denilen sözün fetvâsında, örfe müracaat edilmesine hüküm etmediğinizin sebebi: Zira sarih talâka delâlet eden kelimelerde, örfün hiçbir müdahelesi ve te’siri yoktur. Bir tabir hakkında örfe müracaat etmekten gaye, ancak halk bir sözü talâ olarak örf ve âdet edindiklerinde, o sözün talâk manâsına delâletinin ihtimali varsa, talâkın kinayesi olur. Burada Fetâvâ kitabının ibaresi sona erdi.

Çünkü Fetâvâ’nın bu ibaresinden, talâkın sarih olmasına, örfün hiçbir müdahalesi olmadığı ve ancak bir sözün talâk manâsına delâletinin ihtimali varsa, kinaye olduğu anlaşılmaktadır.

Remlinin Fetâvâ kitabındaki bir soruya verilen cevabın beyanı da İbni Hâcer’in Fetâvâ kitabındaki bu beyanına benzer. Şöyle ki: Mezkûr kitabda yazıldığına göre, Remliden “Hindistan’ın bâzı ülkesindeki ahalisinin lügatına göre, talâk (boşanma) manâsına kullandıkları birçok sözleri meşhur oldukları hâlde, arapça talâk kelimesinin tercemesi değillerdir. Onlarca o sözün şöhreti, arapçada boşanma için kullanılan talâk kelimesinin şöhretinden daha çoktur. Şu hâlde o sözleri talâkın sarih (açıkça) lâfızlarından mıdır? Eğer evet deseniz, o ülke halkı kadın boşanma hususunda kullandıkları mezkûr sözleri, kinaye mi yoksa sarih talâk kısmından mıdır?” sorulduğu bu suale, o sözleri, talâkın sarihi değillerdir. Sonra, eğer o sözlerin talâk manâsına delâletlerinin ihtimali varsa, kinayedirler. Yoksa kinaye değillerdir, diye cevab vermiştir. Burada Remlinin Fetâvâ kitabının ibaresi sona erdi.

İşte nakl eden bu ibareden El-Hâtıbın (kinaye olan tabirin kaidesi şudur) “Fırakî” (karı ile kocanın ayrılmasını) ifade eden lâfızların manâlarına yakın bir manâyı ifade edip fakat ne şeriatte, ne örfde o manâda kullanılması şayî (yaygın) olmayan bütün lâfızlardır”, dediği mücmel ibaresinin manâsı zahir oldu. Mücmel oluşunun sebebi şudur: Çünkü bu ibaresinde, talâkın kinayesi olan sözlerde ayrılık manâsına delâletleri için, şuyû ve örfü muteber olmayıp, belki sarih talâk kelimesinin manâlarına delâlet etmelerine, halkın örfü muteber olduğu anlaşılır. Halbuki bu manâ yine Hâtıb’ın kendisi, bundan önce, Nevevî’nin Minhac kitabında “Allah’ıh helâli üzerime haram olsun.” Gibi talâk için meşhur olan tabir, sahih kavle göre, kinayedir derim ve Allah çok bilir dediği kavlinin şerhinde, yani böyle bir tabir halk nezdinde kinayedir. Çünkü talâkın sarih kelimeleri ancak Kur’ân-ı kerîmden anlaşılıp şeriat âlimlerinin lisanı üzerine tekrarla kullanılan kelimelerdir. Halbuki mezkûr tabir öyle değildir, diye zikr ettiği ibaresinden, bir tabirin sarih talâk manâsını ifade etmeye örfün te’siri olmadığı manâya aykırıdır. Bu münafaata, ancak şöyle cevab verilir ki, kinaye tabirine dair beyan eylediği kaideden anlaşıldığı üzere, sarih talâk sözlerinde örfü muteber etmesi, yukarıda İbni Kasım’ın, Süyûtî’den nakl ettiği Nevevî’nin kavline göre değil, Rafiî’nin kavline göre olduğu muhtemeldir.

İşte bu nakl olunan kitabların ibarelerinden, fıkıh âlimleri nezdinde talâktan kinaye olan kelime ve tâbirlerin hepsi kuvvet ve zaafiyet cihetinden bir seviyede olup, aralarında hiçbir fark olmadığı anlaşıldı. Zira nakl edilen mezkûr ibarelerin hepsi de kayd ve istisnalardan, mutlak olarak bütün kinayelere şâmildirler.

Öyle ise, bâzı kitabların ibarelerinde şöhret, tabirin sarih talâk olmasına müdahalesi olduğu bahsi, ya yukarıda adları geçen Şâfiî mezhebinde mûtemed olan kitabların yazdıkları şeylere muhaliftir veya hem talâkın sarihine hem de lâğve (batıl hiçbir manâ ifade etmeyen) ihtimali olan bir tabir hakkında olup, bu ihtimalden dolayı kinayedir. Çünkü hem talâk hem de lâğv olması böyle bir lâfız kavmin nezdinde sarih talâkta kullanılması meşhur ise, sarih talâk lâfzı olur. Hem sarih hem kinaye olduğuna ihtimali olan tabirlerden birisi de Şebramesilli İbni Kâsım kitabından nakl eylediği şu ibaresidir. “Bu mes’eledir. Şöyle ki, biri zevcesine, Teküni tâlıkan (Sen boş olasın) dediğinde, bu sözü şimdiki zaman ile gelecek zamana delâleti olduğu ihtimalinden dolayı, kadın boşanır mı, boşanmaz mı? Bu sözü talâkın sarihi mi yoksa kinayesi midir? Talâkı hemen düşmez derseniz, ya ne zaman düşer? Bu sözün üzerinden hemen geçecek bir anda mı, yoksa tabirdeki vakit mübhem olduğu için, hiç mi talâkı vâki olmaz?”

Cevabi şudur: Söylediği bu sözü talâkın kinayesidir. Şayet adam söylediği bu sözünden talâkın şimdiki zamanda düşmesini kasd ederse, kadını hemen boşamış olur. Şayet talâkını bir zamana tâlik etmesini kasd ettiyse, ne gibi bir şey’in husûlüne tâlik eylediği şeyden bahs etmesi lâzımdır. Bunu da kasd etmişse ise, söylediği bu tabiri zevcesine, talâkını vereceğine dair bir va’d, söz vermiş olup, talâkı düşmez.

Bu cevab verdikten sonra, bu mes’ele hakkında birisi şöyle münakaşa ederek demiş ki: Bu, tabir kinayedir, dedin. Halbuki kinaye, hem talâk (boşanma) hem başka manâya da ihtimali olan tabirlerdir. Sual konusu olan tabir ise, öyle değildir (talâkı sarihtir).

Bu itirazın cevabında dedim ki: evet, bu tabir hem talâkın ikâına, hem de va’ad etmeye delâletinin ihtimali olduğu için kinayedir. Naklen İbni Kâsım’ın ibaresi sona erdi. İşte, Şebramellisin İbni Kâsım’dan naklettiği bu ibaresini düşün! Çünkü bu, yukarıda geçtiği üzere, bâzı ibarelerden şöhretin sarih talâk tabirine müdahalesi olduğu anlaşılan manâ, adları geçen muteber fıkıh kitablarının ibarelerine muhalefeti hakkında veya talâkın sarih ve gayri sarihine delâlet eden manâlara ihtimali olan tabirler hakkındadır, deye söylediğimiz tecvihe sarâhaten delâlet eder. Zira İbni Kâsım’ın ibaresinde geçen arapça teküni tâlıkan (sen boş olasın) tabiri ancak içinde geçen “olasın” kelimesi, şimdiki ve gelecek zamana delâletinin ihtimali olduğundan dolayı kinayedir. Bu tabirdeki arapça teküni (olasın) fiilin masdarı (kökü) olan kevn (olmak) kelimesi arapçadaki zehab (gitmek) kökünden türeyen fiiller gibi talâkın kinaye kısmından deildir ki, o cihetten kinaye olsun. Belki kevn kökünden, müştak olan (gelecek zamanın fiili) öznesini mastarından (kökünden) başka bir vasfı ispat eylemesine konulmuştur. Öyle ise, hakikatta İbni Kâsım ibaresinde geçen arapça teküni talikan (sen boş olasın) tabirinin manâsı, sen (ey eşim) talâk ile muttasıfsın demektir. Bu manâya göre, bu lâfız, talâkın ikâında kullanıldığı ve halkın örf ve âdeti de böyle olduğu zaman (şimdiki ve gelecek) delâletinden başka bir manâya ihtimali yoktur. Örf ve istîmalin (kullanmanın) ancak talâkın sarih ve sarih olmayan manâsına delâletinin ihtimali olan bir tabirde, te’sir ettiğine dair mezkûr bu beyanımıza, Remlînin Fetâvâ kitabındaki, “Boşanma benden ayrılmaz.” sarih midir yoksa kinaye midir? Diye kendisinden sual hakkındaki tabirde geçen “ayrılmak” fiili, şimdiki vegelecek zaman manâları arasında müşterek bir fiil olduğundan kinâyedir, ilk cevabı işaret eder. Halbuki, yukarıda Şebramelisinin İbni Kâsım’dan naklettiği son ibaresinden, “gelecek zaman”a delâlet eden fiilin kullanılmasından dolayı, talâktan hiçbir şey vâki olmayıp, belki bir va’d olduğunu anladın. Remlînin “Boşanma benden ayrılmaz” tabirin fetvasında dediğine göre, öyle bir fiilden şimdiki zaman kasd edildiğinde, talâkın sarihidir demiş. Sonra mezkûr kavlinden rücû edip (pişman olup) tabirde geçen arapça yelzemuni (benden ayrılmaz) örf ve âdete göre, hâl (şimdiki) zamanda kullanıldığı delil göstererek, dolayısıyla talâkın sarihi olduğuna karar vermiştir.

Ravd kitabı ile şerhindeki arapça “talakuki aleyye” talâkın (ey zevcem) üzerimdedir” tabirin manâsı, meşhur olmamakla beraber talâkın üzerimde farzdır manâsına ihtimali olduğu için, “üzerimde talâk” tabiri, hükmüne muhalif olup, talâkın kinayesidir diye sarâhaten söyledikleri ibareleri de, yukarıda geçen mezkûr beyanımızdaki örfün te’sirini te’yid eder. Te’yidin sebebi: Ravd ve şerhindeki “talâk üzerimdedir” tabirinin, talâkın farzdır manâsına olduğu ihtimaliyle beraber talâkta kullanılması meşhur değildir diye zikr etmeleridir. Bâzı kitabların ibarelerinde, senin “talâkın üzerimdedir” tabirin kinaye olduğunun illetinde şöhretten bahs etmeyip, belki yalnız talâk üzerime farzdır manâsına ihtimali olduğundan bahsetmiştir. “Talâk üzerime vâkidir” tabiri, yukarıda geçen “sen boşsun” tabiri kabilindedir. Zira, bu hem yemin etmek hem talâk manâsına ihtimali olduğundan, kinâyedir. Bununla beraber, bu tâbir, talâkta (kadın boşanmasında) kullanıldığı takdirde, sahibi, dediği bu sözü ile üzerine talâkı iltizam ettiği manâya delâlet ettiğinden dolayı, sarih talâk tabirinden olur. Öyle ise, bu tabir bir kavmin örfünde talâk manâsına kullanılması meşhur olunca, sarih olur. Çünkü dinde, talâk ile yemin edilmesi muteber olmadığından bu tabir ya lâğv (manâsız) bir tabir bir veya yemine delâleti olmayınca, boşanma manâsından başka bir manâsı olmadığı için talâkın sarih tabiridir. İşte âlimler, örfün talâkta kullanılan lâfızlarda te’siri vardır dedikleri sözlerinin manâsı budur. Yoksa, sözleri yukarıda geçen nakillere muhaliftir.

Remlînin Fetâvâ kitabında birisinin:

“Üzerimde talâk vâkidir” dediği sözleri hakkında sual ve cevab bahsindeki ibaresi, düşünülse, şöhretin bu gibi tabirlerde sarih talâk olmalarına te’siri olduğu anlaşılır. Lâkin kendisi, aynı fetvâ bahsindeki “üzerime talâk vâkidir” mes’elesinde, şöhretin te’siri olduğuna göre, eğer “Bu helâl veya Allah’ın helâli üzerime haramdır” gibi misaller, talâkta kullanılmaları meşhur olsa da sahih kavle göre, sarih talâk olmaması, müşkül olmaz. Çünkü şöhretin te’siri içinde, talâk kelimesi bulunmayan tabirdedir dediği kavli ise, sana itimad edilir kitablardan naklettiğimiz ibarelerden anlaşıldığı üzere, şöhretin bu kabil misallerde (üzerimde talâk vâkidir) te’siri olduğu manâsına hami edilir. Yoksa talâk lâfzı, herhengi bir tabirde bulunursa bulunsun, sarih talâktır demek değildir. Sana Ravd kitabı şerhinin hâşiyesinden naklettiğimiz Ferûn (bu bir daldır) ibaresi de bunu ispat eder.

Konumuz olan Zehabbuttalâk (talâkın gitmesi) tabiri ise, teküni talikan (sen boş olasın) ve aleyyettalâk (veya üzerimde talâk vâkidir) ev eltalâku yelzemuni (vyea talâk benden ayrılmaz) talâkın sarih vegayri sarih manâları arasında ihtimali olan tabirlere benzemez. Ki örfün onda te’siri olsun. Belki o kökten türeyen (talâkın gitti) fiil, birçok manâlara ihtimali vardır. Zira bu, talâkın düştü veya gitti, artık istemiyorum veya talâk için azimli olduğum halde, o azmim zail oldu. Veya kaydın (bukağının) çözülmesi gitti. Manâlarına muhtemeldir. Çünkü, talâk bukağının çözümüne de denilir. Bukağı açılmazsa, kapalı kalmış olur. Kapalı kalması nikâhın yerinde sabit kalmasından ibarettir. Bu gibi kinaye tabiri, sarih talâk manâsına geçirmesine örfün hiçbir te’siri yoktur.

Hülâsa talâktan başka manâya müsavi veya racih (tercihli) veya mercuh (tercihsiz) bir manâsı olan herhangi bir lâfzda, şöhretin onu sarih talâk hükmüne çıkarmaya asla hükmü yoktur. Kendisinde şöhret te’sir eden, onu sarih talâk hükmüne koyan kelime, açıkça talâk manâsını ifade, lâfız odur ki, sarih talâk kelimesi olup da fakat şimdiki ve gelecek zamana veya yemin (and etme) ile talâk manâları arasında delâleti müşterek olduğu ihtimal olan veya arapçadaki firâk ve serah kelimelerinin tercümeleri gibi sarih olup da ancak o manâya delâleti açık olmayan kelimedir. Çünkü fıkıh âlimlerince sabit olduğu ve Minhac kitabının “Talâk kelimesinin tercümesi sarihtir.” ibaresinin şerhinde, Nihayetül muhtaç ile Tuhfetül muhtaç’tan anlaşıldığına göre, örf ve şöhret, bu iki arapça kelimelerinin tercümeleri sarih talâk manası olmalarına sebeb olurlar.

Halbuki mektûbunuzda yazdığınız talâk hakkındaki lâfızların hepsinde, şöhretin te’sir eylediği tabirlerdir. Yalnız mektubunuzda geçen ettelâku fardun aleyye (talâk üzerimde farzdır) tabiri, bu hükümden hariçtir. Çünkü bu, talâktan başka manâya delâleti ihtimali olduğundan, talâk hususunda, fıkıh âlimleri onu sarih talâk olarak nazarı itibare almadılar. Kinaye olduğuna dair yalnız talâktan başka bir manâya delâletini, bazan da örfde o manâya eklemesi, bâzı vakitte yalnız örfü sebeb olarak göstermişlerdir. Şayet fıkıh kitabları burada zikredilen tabirlerden başka bir lâfız olup da şöhret onda te’sir edip sarih talâk hükmüne koymuştur diye açıklamışlarsa, bize bildiriniz! Bütün bu izah ile beraber, birçok kitabların ibarelerinden anlaşıldığına göre, örften maksad, şeriat âlimlerinin örfüdür. Öyle ise, diğer kitabların ibarelerinde geçen örf de aynı manâya haml edilmelidir. Allah, efendimiz Muhammed’e, (Sallâllahü aleyhi ve sellem) âline ve ashâbına salât ü selâm eylesin.

 

ELLİÜÇÜNCÜ MEKTUP

Şerefli, en yüce âlim, en kâmil olan ârif, ilimde mahir, Hazretin (Kaddesallahü sirreh) validi (El-Şeyh Abdurrahman’ın Kuddise sirruh) halifesi, Taşkesanlı sonra Erzurumlu olan mevlâmız El-Şeyh Ahmed, (Kuddise sirruh) içinde bulunduğu zamandan şikâyeti ile, mezkûr şeyhin kalbini teselli etmesi ve buna benzer mes’elenin beyanındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Hiçbir varlık yok ki, onu hamd ile tesbih etmesin. Salât ü selâm Allah’ın mahlûkatının en hayırlısı olan efendimiz Muhammed’e, (Sallâllahü aleyhi ve sellem) âl, ashâbına, ezvâc, ensârı sahâbisine ve ehl-i beytine olsun!

Bundan sonra, bu mektûb, âlem kutbu kaymakamının (Radıyallahü anh) perverdesinden, övünen ahlâk ile muttasıf zat-ı muhabbetle şereflenmiş Nakşibendî tarikatında doğruluğa vasıl olup seydaya (El-Şeyh Abdurrahman’a) mensup, nisbetin feyzlerinin şarabından içen, bu zamanda yüce sofîye tâifesinin reisi olan muhterem mevlâmız, El-Şeyh Ahmed efendiyedir. Devamlı olarak âlemin aydınlatıcısı ol! Ayrılık ve muharebe kelimesinin zamanı uzayınca, mülâkat iştiyakının hararetini gidermek, hastaya şifa verip, ferah ve neş’eye, Allah’a (Celle ve alâ) yönelmeye, mâsivadan yüz çevirmeye sebeb olacak haberleri tarafınızdan celb etmeye perverdenin iştiyakı hasıl oldu. Fakat Üstad-ı a’zamın (Radıyallahü anh) ve halkının hemen her odalarında mevcut hastalıklar, ki Allah’ın hamdi ve Üstadın (Radıyallahü anh) himmetiyle şimdilik hafiflimiş ve bu kışta haber ve havadislerin çokluğundan doğan teşvik, hayret ve bu cümleden olarak perverde büyük taş gibi yerinden kımıldanmayıp sabit olduğu halde, şehir ahalisi haber gönderip onu harekete getirerek, gözünün nûru olan Muhammed Said’ı kendisinden taleb etmeleri üzerine, onu gönderip mahallî kulüpteki meşverelerine dahil olduğu olaylar, perverdeyi, size mektûb yazmaktan alıkoydu. Bu manilerden az bir vakitte kurtulduğunda kalbinizin kendinize doğru iltifatına sıhhat ve selâmet haberlerinizin celbine, halkınızın, tabilerinizin hallerini anlamaya sebeb olması için, bu mektûbu yazmasına başladı. Çünkü zaman, her gün hattâ her saatte değişik durumda olduğu için, şerrinden kurtulmak mümkün değildir. Lâkin hamd kendisine mahsus olan Allah’a olsun.

Üstadın (Radıyallahü anh) himmetiyle bu ânâ kadar zâhire göre yapılan sûrî sohbet ile, keza sûrî teveccühte ve o gayelerle halkın toplantısında gevşeklik peyda olmayıp, belki bu kışta her taraftan gelip toplanmaları, geçen senekinden ziyadedir. Fakat, iç görünüşe göre, kendisi (perverde) üstad, ona ve etrafında toplananların üzerine himmet eylemesi, perverdenin doğru yoldan çıkmaması, faydasız şeylerle meşgul olmaması için ondan (Radıyallahü anh) istimdad ederek ona (perverdeye) vasıta olmanızı yüce cenâbınızdan taleb eder. Zira gerçekten de bu zamanda insanı doğru yoldan çıkaracak ve onun faydasız şeylerle meşgul olmasına sebeb olacak şeyler, çoğalmıştır. Öyle ise, onu unutmayıp hatırınızdan çıkarmamanız lâyıktır. Çünkü kendisi sizin bu iltifatınıza lâyık değilse de lâkin, pîrinizin türbesinin hizmetçilerinden ve onun (Radıyallahü anh) civarında ikâmet etmektedir. Kendisi de şerefli türbesinin nezdinde sizleri anmaktadır. İşte perverde bu cihetten, üzerinde bir hakkı olduğunu bilir. Gerçi bu cihetten olmaz sa, gayet karışık bir durumda ve noksanlık haletindedir. Hattâ, mezkûr cihetten olmazsa, kalbden silinip unutulmaya müstahak olanlardandır.

Ev halkı şimdilik hastalıklarının azalmasından dolayı sıhhattedirler. Fakat zayıftırlar. Bu husus Muhammed Said’in oğlu ile Fethullah’ın oğlu, perverde, mümkünse bâzı havadisin beyanı ile sıhhat ve selâmetinizin beyanını taleb eder.

Bundan sonra, perverde, ellerinizden öpüp duanızı diler. Molla Ziyaüddin, Mehmed Sırrı, Molla İbrahim’in gözlerinden öper. Faki Muhammed’e, bütün talebelere ve tâbilere selâm eder, ev halkından dua diler. Allah, efendimiz Muhammed’e, (Sallâllahü aleyhi ve sellem) âline ve sahâbisine salât ü selâm eylesin!

 

ELLİDÖRDÜNCÜ MEKTUP

Pederinin halifesi Bitlisli Molla Mustafa’ya (Kuddise sirruh) perverdenin ona karşı muhabbeti zayıf olduğunu düşündüğünden dolayı, kendisinden özür dilemesi ve sohbetin bâzı âdâbının ve yine mezkûr zatın bâzı vâkıa halleriyle gördüğü rüyaların, velevki en azda mümkün olsa, evliyâlardan sâdır olan şeylere uyulmasının lâzım olduğu beyanındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler, âlemin rabbine mahsusutur. Salât ü selâm bütün peygamberlerin efendisine, (Sallâllahü aleyhi ve sellem) iç ve dışları temiz olan âl ve ashâbına olsun! Bundan sonra bu mektûb, nefsânî heva ve hevasının şerlerine dalmış, sağındaki melek (tarafından) amelinin defterinde hakkında yazılmış olan şeyden haberi olmayan, yüksek kapının hizmetçisinden, kudsî ruhlu o güzel zattan (Üstad-ı a’zamdan) devamlı olarak müstehak ve lâyık olduğu hilâfetle, müşerref olduktan sonra, üstada mensub mektûbların yazmasıyla müşerref olup da ki Kâtibül Esrâri ve El-Hafiyye (sır ve gizli şeylerin kâtibi) lâkabı ile adlandırılmış olan zatadır.

İnci gibi mes’elelerle dolu, ondan faydalar damlaları akan, faydaların ışıkları yükselen güzel sufrelerin kokusu gibi ondan kokular yükselen mektûbunuz, hizmetçiye ulaştı. Dolayısıyla gayet sevinip, aziz ve yüce Allah’a şükr ederek, bu vakitte, Üstad-ı a’zama en kâmil bir nisbetle mensub olan zatın hatırına geldiği için, bu “Rabbimin faziletinden bir ni’mettir” dedi. Bâzı işleri dolayısıyla acele olarak hemen size cevabını göndermek mümkün olmadı. Belki varlıkların husûle gelmesi için, Allahü teâlânın onlara tahsis eylediği zamanlarının rehini olup kul yapacağı işi, o vakti aşmanın kudretinde değildir. Nitekim Kur’ân-ı kerîmde bu manâya münasib buyurulur ki:

“Müddetleri (insanların müddetleri eCelleri) de geldiği zaman ne bir an geri kalabilirler ne de önce geçebilirler.”

İşte, Allah tarafından takdir edilen vakti gelince, hizmetçiye dua etmenize ve onun için Üstad-ı a’zamın (Radıyallahü anh) rûhundan istimdad etmenize sebeb olmak gayesi ile kendi iktidarına göre, gayri mazbut ve tertipsiz bir ibare ile bu mektûbu size yazdı. Lâkin mektûbunuzda hizmetçi, eskisi gibi size muhabbeti olmadığına, hattâ buna gördüğünüz birçok rüyaları da delil getirip yazmanıza taaccüb etti. Ey efendim! Eğer, bu düşünceniz, zahiren açıkça mülâkatsızlıktan ileri gelmiş ise, o, bunun için kınanmaz. Hele bu senede… Eğer bâtınî,manevî bir şey içinse, mümkündür. Çünkü sen öyle karar vermişsin. O ise, nefsânî hevasına daldığından haberi yoktur. Öyle ise, o âfetten kurtulması için Allah’tan (Celle ve alâ) dile! Tâ ki, o âfetten dolayı başına geleceğini bilip de ondan tevbe etsin! Çünkü kul nefsânî hevasına daldığı müddetçe, kendisine zararlı olduğu şey’i bilmez o, şey’in hakikatını bilen kimse, o hususta onu ikaz etmesi gerekir. Hakkında zararlı olduğunu bilip de onu uyarmadığı takdirde, kardeşlik hakkına riâyet etmediği için, ona hıyânet etmiş olur. Halbuki iki kişinin arasındaki kardeşlik münasebetinin icabı olarak, birisi diğerinde kendine karşı bir kusuru görünce, onu mazur görmektir.

Nitekim arkadaşlığın iki şartı olduğu denilmiştir. Birincisi hatalı olan arkadaşı, Allah’ın kudreti altında mecbur olduğu dolayısıyla onu özürlü bilmesi, İkincisi, onu uyarmadığı için, arkadaşlığın hakkını yerine getirmediğinden, kendi nefsini kınamasıdır. Bu fakirin zannına göre, sana karşı iltifatının azalması hakkında gördüğün rüya, kendisi hareketiyle bu zamana uygun olmadığı kanaatına muvafıktır. Bu, fakirin iltifatına olan cenâbınızın şiddetli hırsından peyda olup tâ ki aksine aklınızda iltifatsızlığı yerleşmiş, rüyanızda ona göre zuhûr etmiştir.

Rüyada katbay kelimesiyle konuştuğunun tabiri, aynı rüyanızdaki beyanınıza göre, bâzı yer sarsıntılarının farkına vardığında bana, bu katbay mıdır? diye sorduğunda, bu fakirde, “Seninle birlikte başkası da bunun farkına vardı mı?” diye sual ederken, cevabında “Bilmiyorum” deyişin, mürşid, amelde çalışması lâzım olup, tâ ki arkadaşlarından da aşk eseri zâhir olsun. Mürid arkadaşlarda zâhir olmayınca, kusur mürşide isnad edilir. Çünkü o, kendisin Allah’a kavuşmaktan alıkoyan şeylerden tahliye edip Allah’ın (Celle ve alâ) manevî huzurunda başbaşa kalsa, o manevî makamının eseri arkadaşlarından da zâhir olacağına bir işarettir.

Hülâsa, katbay kelimesi de delâlet ettiği gibi, bu rüya Allah yolunda çalışmaya işarettir. Zira “kat” ayrı, “bay” ayrı birer kelimelerdir. (ba) kelimesi, Farsça yazılışına göre (pay) ise, ayak anlamına, Arapçaya göre ise, mahallî lisana göre rüzgâr manâsına gelir. Kat kelimesinin anlamı da elbisedir. Oysa, bu iki kelimenin birleşmesinden, ayakkabı veya rüzgâr elbisesi demektir ki, bundan hafiflik manası anlaşılır. Hafiflik vasfı acele olarak maneviyatta seyretmeye münasibtir. Manevi seyr, bu yüce taifenin istılahına göre, kalben halktan alakayı kesip büsbütün Hakk’a (Celle ve ala) yönelmekten ibarettir. Mektubun geldikten on gün sonra, sabah namazından sonra bu fakir gözünü kapattığında, elbisenin üzerine gömlek giydiğini görmesi de buna işaret eder. Daha sonra, o vakıada kendisine zahir oldu ki o, fakir içindeki şeyin hilafını izhar eter. Fakat içinde saklı bulunan şeyler acaba hasenat mı ki, izhar ettiği şey ona muhalif olsun. Ve vasıf ile muttasıf olan kimse, Melamiyye (taifesi) kabilinden olur veya durumu bunun aksine midir? Ki, bundan Allah’a sığınıyor diye bir müddet tereddütten sonra, ona bu durumun açıklanmaması, Allah yolunda çalışmasına, yaptığı amellerden dolayı, Allah’ın muahezesinden kurtulmasına dair emniyette bulunmamasına işaret olduğu anladı. Çünkü insanın içindeki gizli şeyler, iyi ve güzel olsa, dolaysıyla kendisine bir nevi emniyet hasıl olur. Halbuki maneviyata arız olan afetlerden emin olunması Nakşibendi tarikatına muhaliftir.

Peygamberin Efendisine, (Sallallahu aleyhi ve sellem) onun al ve ashabına Allah’ın salat ü selamı olsun! Görmüş olduğun rüyanın tabiri, kitabların delalet ettiklerine göre, onu rüyada görmek haktır. (Doğru olup batıl bir rüya değildir) O rüyada, Hazret-i Peygamber’in kapıdan çıkması ise, parlak şeriatını o kadar açıklayıp kuvvet bulacak ki muhalefeti hiç kimseye mümkün olmıyacaktır. Rüyada bu fakirin size, Hazret-i Peygamber’e (Sallallahu aleyhi ve sellem) halimi arz etmeye git! demesi, fakir ile aranızdaki sadakatin kemaline işarettir. Çünkü öyle bir durum olmasaydı. Öyle bir makamda o cenab-ı aliye hal arz edilmesinden bahs edilemez. Aynı rüyada, aklın hayret edip ona salat ü selam söylemekten başka bir şey söylemeyişin, senin tinetinde, yaradılışında muhabbet kabiliyeti olduğuna bir işaret olduğu umulur. Zira hakiki aşık odur ki, sevgilisini görünce, kendini unutup sevgiliyi taleb eder, denilmiştir. Nitekim Busıri, bu durumla övülmüştür. Çünkü onun hakkında şöyle hikâye edilir ki, kendisi rüya da değil, aşikâr Peygamber’i (Sallallahu aleyhi ve sellem) gördü. Kendine ondan bir şey taleb etmeyip belki nefsini de unutarak, “salat ü selam senin üzerine olsun ey Allah’ın Habibi!” diyerek kendinden geçinceye kadar sesini yükseltti.

Demek ki, mezkûr muhabbetin kabiliyetini meydana çıkarmak için, meydana geleceğine dair senin için bir müjdedir.

Mektubda, rüya gördüğünüz günlerde, cenabınız Tezkiret El-Evliya adlı kitabın mütalaasına devam olan şeylerdeki mücahedelerinde ve Üstad-ı a’zamın (Radıyallahü anh) mücahedesinde ve nefsine yaptığı muhalefetinde tefekkür ederdiniz diye yazılan şeyler ise, evliyanın kitablarının okunmasıyla mezkûr şeylerin hasıl olmasına dair bu fakire bir ikazdır. Hele onlara iktida edilse durum nice olur? Öyle ise onlara mensub olduğunu iddia eden kimse, velev ki az bir işte de olsa, onlara uyması lazımdır. Nitekim Gavs-ı a’zam (Radıyallahü anh) bir gün Hazan’a gitmek üzere binmiş iken, Şeyh Halid (Kuddise sirruh) atının üzengisini tuttu. Onun yaptığı bu hareketine karşı, Gavs-ı a’zam sükût ederek az bir şey de olsa, mürşidlerin yaptıklarına uymak lazım olduğuna işaret edip, Sultan Veled, Şemsi, Tebrizi’nin Konya’ya kadar atının üzengisinden tutarak yürümekle ondan kabul eylediği gibi, Gavs-ı a’zam da ondan bunu kabul etmiştir.

Mektubda, kalbin altında çarpıntı gibi bir şey hasıl olup ondan dimağına kadar bir duman yükselir, dolaysıyla bütün azalarımda şeylerin hakikati, ruhun şiddetle yukarıya doğru yükselmesinin talebindendir. Bu halet İmam-ı Rabbani (Radıyallahü anh) mektubatında yazdığı en tamam tafsilata göre, tasavvuftaki manevi seyrlerden olan El-Seyrülüryani kabilinden olduğu umulur. Mektubda hasıl olan titreme vaktinde, bana muhabbet veya korku bile olup olmadığını da bilmiyorum diye yazılan şeyler de buna delalet etmektedir. Çünkü o vakitteki ruhun yükselmesi esnasında salik hiçbir şeyden haberi olmayıp belki nereye gideceğini bilmeyen kimse gibi, hiçbir şeyin farkında bile değildir.

Perverdeye layık değilse de mektubunuzdaki şeylere mutabık olsun diye bunları yazdı.

Bundan sonra, perverde ellerinizden öper, dualarınızı diler, fakı Halid B. Hamo ile ev halkınıza selam edip Muhammed Said’in iki gözlerinden öper, Allah efendimiz Muhammed’e (Sallallahu aleyhi ve sellem) aline ve ashabına salat ü selam eylesin!

Şubat – 1325.

 

ELLİBEŞİNCİ MEKTUP

Kendi halifesi ve şerefli validinin halifesi olan El-Şeyh Tahir El-Abirinin oğlu Şeyh İbrahime, (Kuddise Sirruhüm) insan bütün fiillerinde iyi niyet ve ihlas sahibi olması, akıbetini (ilerde ne ile karışılacağını) tefekkür etmesi, bütün hallerde her şeyden teberri edip Allahü Teâlâ’ya sığınmasına teşviki hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Hiçbir varlık yok ki onu hamd ile tesbih etmesin. Salat ü selam, Allah’ın mahkukatının en hayırlısı olan Muhammed’e, (Sallallahu aleyhi ve sellem) al ve ashabına olsun! Bundan sonra bu mektub, alem kutbu kaymakamının (Radıyallahü anh) perverdesinden Allah yolundaki kardeşi Şeyh İbrahim’edir. Allah, onu ayıblayıcı şeylerden korusun! Molla Muhammed Emin vasıtasıyla gönderilen mektubunuz, perverdeye ulaştı. İçindeki şeyleri anladı. Allahü Teâlâ’nın sizi, sevdiği ve razı olduğu şeylere muvaffak etmesi ve sizi onlarda çalıştırıp, hadise ve belalardan muhafaza etmesi, için Allah’a (Celle ve ala) sığınarak dua etti.

Ey kardeş! Allah’a giden yol malumdur. Kapısı açıktır. Öyle ise çalışmak lazımdır. Sadat (tarikat uluları) (Kaddesallahü esrahüm), insan menfaati kendi nefsine ait fiili değil, belki sadece Allah (Celle ve ala) zatı için yapmakla Allah’a giden yolu beyan etmişlerdir. Bir işin yapılmasıyla karşılaşınca, şayet dünya gayesiyle onda nefsine bir medh, sena veya başka bir şey tasavvur edilse, o işle meşgul olması doğru yoldan meyl etmektir. Şayet bu tasavvur olmazsa o işin yapılması Allah (Celle ve ala) içindir. Kendi akıbetini düşün! Çünkü dönüş yeri topraktır. Allah’tan başka bir şey kalmaz. Kıyamet günü iki konaktan başka yoktur. Ya cennet veya cehennemdir. Nefsin razı olduğu şeylerle meşgul olmak, cehennem ateşinin yoludur. Muhalefetiyle uğraşmak, cennet yoludur. Zahirde iş ve cüz’i ihtiyari Allahü Teâlâ tarafından insana bırakılmıştır. Mümkün olduğu kadar, teveccühü terk etme!

Allah’ın salat ü selamı Muhammed’e, (Sallallahu aleyhi ve sellem) aline ve ashabına olsun.

1325 yıl. H.

 

ELLİALTINCI MEKTUP

Üstün faziletli, alim kayın biraderi, Tağili Molla Abdullah oğlu Molla Emin’e, alçak olan dünya ve dünya ile ilgilenmenin zemmi, Allah Sübhanehü Teâlâ’ya yönelme, bu yüce tarikatın bazı adabına devam edilmesine dair emrin beyanındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Salat ü selam kıyamet gününe kadar, Allah’ın Resülüne, aline, ashabına ve aşiretine olsun!

Bundan sonra, bu mektub, alem kutbu kaymakamının (Radıyallahü anh) perverdesinden din kardeşi olan Molla Emin’edir. Allah, onu ayıblayıcı şeyden muhafaza edip, kendine doğru yaklaştıracak şeylerle amil eylesin! Selametinizden haber verici mektubunuz perverdeye ulaştı. Dolayısıyla Allah’a hamda etti. Onda, sıkıldığınızdan bahs edilmiştir. Neden olduğunu bilmedi. Eğer sebebi ayrılık ise, o haller medh edildiği için perverde artmasını diler. Hatta sevab bakımından o sıkıntıya hiçbir sıkıntı müsavi olmaz denilmiştir. Ama dosttan ayrılmaktan sonra, kavuşma düşüncesi, insana neş’e verir. Yoksa ayrılık düşüncesinde, ömür sarf etmek, akıllı kişi için layık değildir.

Zira bu dünya meşakkat evi olup, bir karar üzerinde gitmez. Belki inişli ve yokuşludur. Ona meyl eden kimse, dünya durumunun değişmesiyle, durumu da değişir. İnkılabıyla şaşkın olur. Ondan yüz çeviren ve Allah’a (Celle ve ala) yönelen kimse, durumu değişmez, tek bir hal üzere olur. Çünkü Allah (Celle ve ala) ezelden ebede kadar bir sıfat üzeredir. Demek ki, bir kimsenin kalbi değişken şeye taalluk ederse, ona tabi olur, uydusu olur. Başkasına taalluk ederse, onun uydusudur. Tarikatta, mümkün olduğu kadar, rabıta evrad ve hacegan hatmesinin terk edilmemesi layık, hatta lazımdır. Burada havadisler yok hatta denilen söylentiler asılsız olup onlardan bahs etmek bile layık değildir. Askerlik ve rediflik işi ise, tarafınızda olduğu gibidir. Seyyid Ali, Gaydaya (Allah Gaydanın sahibinden razı olsun!) neşeli olarak gitmiş, kendisine karşı gösterilen son hürmetle ancak bir ay Bitlis’te kalmıştı. Seydanın kapı eşiğindekilerin durumları, bu sene, geçen seneler gibidir. Hatta daha fazla iyi olduğundan, Allah’a hamd edilmesi icab eder. Haklarında dedikodu yoktur. Bütün hayır işler tek bir matlûb olan Allah’ın yolunda bulunmak üzere hasr edilmiştir. Allah, efendimiz Muhammed’e, (Sallallahu aleyhi ve sellem) aline ve ashabına salat ü selam eylesin.

13 Şubat 1325

 

ELLİYEDİNCİ MEKTUP

Bulanık Müftüsü Vanlı Ömer efendiye. Bir talak fetvasının talak ile telaffuz eden kimse, boşanmaya niyet edip etmediğinde, nasıl niyet ettiğinin, telaffuz ettiği sözünün sonu evveline ekleyip eklemediği davası hususunda, şeriatça, yemin ile musaddak (doğrulanır) olduğunun beyanındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Salat ü selam Allah’ın Resülüne, aline ve ashabına olsun! Bundan sonra, bu mektub, yüksek kapı eşiğinin hizmetçisinden, Allah yolundaki kardeşi Ömer efendiyedir. Şerefi artsın! Hasan, zevcesine ilkin (Be se talakı bi fetva, Halil be minra şerikati nake) “Fetvası olmayan üç talak ile Halil benimle ortaklık yapmaz” sonra: (Be se talakan tü berdayi je mala min here) “Üç talak ile sen benden boşsun, evimden git.” Daha sonra, (Min je husnü rızayı hüv berdaye) “Ben kendi hüsnü rızam ile boşamışım,” dediği sözleri hakkındaki mektubunuz hizmetçiye ulaştı.

Halil benimle ortaklık yapmaz mealinde dediği cümlesinde, kadından veya onunla taallük edecek hiçbir şeyden bahs etmediği için, batıl bir söz olup, talakından hiçbir şey düşmez. Bu sözün talak ile ilgisi yoktur. Bununla yemin etmiş demektir. İkinci ve üçüncü sözleri de daha evvel dediği sözünün esasına bağlıdırlar. Bağlı olduklarına göre, evvelki sözü ile talakı düşmediği gibi, dediği bu iki sözü ile de talakı düşmez. Bu fetva ‘Ahmed B. Hacer”in kitabındaki talak bansinde, Arapça: “Lev kale leha enti haramün aleyye” ‘Birisi zevcesine sen üzerime haramsın dese ve söylediği bu sözlerinden dolayı üç talakı düştüğünü zan ederek, sonra zevcesine, sen üç kere boşsun. Mezkûr zannına binaen söylediği bu ikinci sözü ile talakı düşmez’ diye yazdığı ibaresinden alınmıştır.

Öyle ise, Hasan’ın zevcesine söylediği ikinci ve üçüncü sözünü birinci sözlerine binaen söylemişse, talakı düşmez ve böylece fetvasını verdim. Eğer ikinci sözü, birinci sözü ile irtibatı olmayıp da ibtidaen ikinci bir manayı teşkil edecek bir söz ise, talakı düşer. Halbuki kendisi, söylediği ikinci cümlenin birinci cümlesine binaen söyledim yani birinci cümle ile talakım vaki oldu zannımla ikincisini de söyledim, diye yemin etti. Allah efendimiz Muhammed’in, (Sallallahu aleyhi ve sellem) alinin ve ashabının üzerine salat ü selam eylesin.

15 Şubat. 1325 yılı H.

 

ELLİ SEKİZİNCİ MEKTUB

Şerefli pederinin halifesi Çohresili Molla İbrahim oğlu ve kendi halifesi olan, Molla Abdurrahman’a (Kuddise sirruh) müridlerde zahir olan şevk ve cezbe, Allah’u Teâlâ’nın himmeti ve sadatı kiramında himmetiyle olduklarının bilinmesi, bu durum karşısında Allah’a şükr ve istiğfar edilmesinin gerektiği, Nakşibendi tarikatında asla bencillik, riyakârlığın yeri olmadığı ve en güzel şekilde namazın hakikati ve bu konu ile ilgili şeyler hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler kendisine layık olan Allah’adır. Salat ü selam, ebedi olarak en şerefli makam ile muttasıf olan Peygamberimize, aline, ashabına, zevcelerine ve zürriyetine olsun! Bundan sonra, bu mektup, alem kutbu kaymakamının (Radiyallahü anh) perverdesinden, Allah yolundaki aziz kardeşi Kelan (*) Molla Abdurrahman’adır.

Perverde, Molla Abbas’ın (manevi makamlara yükselmesi ve Allah’a olan yakinliği ziyade olsun!) ismiyle, süslü mektubunuzu aldı. İçindekileri okuyup anladı. Nispetin artmasından kardeşlerin selamette olduklarından ve şevklerinin ziyadeleştiğinden dolayı Allah’a hamd ü sükr etti. Ey aziz! Açıkça Allah’a muhabbet sahibi Şeyh Abdülkadir, (Kuddise sirruh) mürşidi olan Üstadı azama, şevkinin arttığına dair gönderdiği bir mektubun cevabında, Üstad hülasa olarak şunları yazdı: sizinle üzerine sükr ve istiğfar etmemiz vacibdir. Şükrün sebebi şudur ki, hakiki mürsid ve hidayetçi, Allah’u Teâlâ’dır. Başkası için hiçbir şey yoktur. Nitekim Kur’an-ı kerimdeki. “Ey habibim! Gerçekten sen, her sevdiğini hidayet edemezsin. Fakat Allah, dilediği kimseyi, hidayet eder.” (**) ayet-i celilesi buna kati bir nastır. Allah Teâlâ bu ayet-i celilesiyle kendi dostu Peygamber’e hitap buyurmuştur. Artık seninle bu fakirin hidayet durumları nasıldır Zahir ve mecazi hadi Gavs-ı azamdır. (Yani Üstadı azam için, Üstadı azam da bizim için) zahirde hidayet sana isnat edilmiş. Halbuki ne zahirde ne hakikatte senin malın değildir.

İstiğfarın vacib olması ise, halk tarafından malımız olmayan şey ‘in (hidayetin) bize isnad edildiği içindir ki, ondan bile ücûb, riya kokusunun husule gelmesi tevehhüm edilir.

İşte, müride hidayet dolayısıyla hasıl olan iştiyak vasfında, ni’met olduğu cihetten şükür, mezkûr üç afetin husule gelecekleri tevehhüm edildiği cihetten istiğfar etmeyi gerektirerek ikisi de onda birleşir.

 

(*) Bu kelime Farsça bir isim kelimesi olup, muhabbetli, heybetli manasındadır. Bu kelime ayni şekilde İmam-ı Rabbani’nin (Kuddise sirruh) Mektubatında, Hace Emkenki oğlu Hace Ebu El-Kasım’a yazdığı 180. mektubunda da geçer.

Hazret halifesi Molla Abdurrahman’i, adı geçen Hace’ye benzeterek böyle buyurmuştur.

Kelan kelimesi için Hayat Büyük Türk sözlüğüne bak.

(**) Kasas suresi, ayeti: 56.

Öyle ise, perverde, üzerinde lanet nazil olan şeytanın ve kötü nefsin hile ve aldatmalarından korku haleti üzerine bulunmasını, kendisi, boynunda bir ekmek asılmış köpek gibi olduğunu, etrafında dolaşanlar da ekmek için köpeğin etrafındaki diğer köpekler gibi olduklarını düşünsün! Çünkü diğer köpekler boynunda ekmek olan köpeğin etrafında dolaşmaları, şahsı için değil, belki ekmek için dolaşıyorlar. Zira salih ameller, tarikatın nisbeti (Allah’ın huzurunda bulunmak) ve başka iyi şeyler, insanın malı değillerdir. Çünkü insanın aslı yokluktan yaratılmıştır. Yokluktan iyi şey gelmez şer ve fesat iktiza eder.

Demek ki, perverdeye hasıl olan şey, sadatı-i kiramın (Kuddise sırruhu) himmetiyle ancak Allah’tandır (Celle ve ala). Nitekim Kur’an-i kerimde: “Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizin kazandığı günahtandır” ayeti ile: “Sana gelen her iyilik Allah’ın lütfundandır.” Ayeti de buna delalet eder. Birinci ayet-i celileden maksat, yani şahsiyetiniz, bozgunculuğu iktiza eder. Musibeti icat eder manasına değildir. Çünkü hakiki mucidi, ancak Allah’tır (Celle ve ala) demektir.

Üstadı azam (kuddise sirruh): “İnsanın fazileti şükr iledir, yani taat yapmakladır. O da Allah’tandır (Celle ve ala). Çünkü o kulun kalbine, taatin yapılmasını ilham eder. Kalbini, onun yapmasına, iyice azmettirir. Ona güç verip, kul onu kesb ettikten sonra, taatini onda yaratır. Bunula beraber, o fiili ona mal edip, ona göre karşılığını verip, insana isnad eder.” Diye buyurdu. İşte insan doğru yoldan çıkmaması için, bunda tefekkür edip, kendisi hiçbir şey olmadığını bilsin! Çünkü ondan hiçbir şey gelmeyen, ondan ne bir fiil ne bir irade ne de bir hareket bile hasıl olmayan kimse, halkın örfünde hiçbir şey sayılmayıp, belki madem (mevcut olmadığı) sayılır. Öyle ise, mürşid, irşad için, halk arasında dolaşması, kendini tehlikeye atması olduğunu bilmelidir. Lakin mürşid pirinin emrine imtisal etmesi, gayesiyle, kendine o tehlikeyi seçer. Hatta birçok mürşidler, halkın onlardan nefret etmeleri, etrafında toplanmamaları için, birçok şeyler yapmışlardır. Ben dahi, bunu düşünerek, mürşidim ve kendisine mütabeat ettiğim ve kıblegahımdan, (kuddise sirruh) bunu yani ekabir (ulu zatlar) bu irşad işinden kaçtıkları halde, Nakşibendi mürşitleri bunu yapıyorlar, diye sorduğumda; kendisi (Radiyallahü anh) Nakşibendiler “bunu üstatlarının emirleri üzere yapıp ve aralarına girdikleri halkı hatırlarına bile getirmeyip, görmezler.” Diye cevap verdiler.

İşte Nakşibendi mürşitleri, bu düşüncelerinden dolayı, diğer mezkûr ekabirin prensiplerinden ayrılmışlardır. Bu nedenle üstadı azam, (Allah bizi onun sırlarıyla kutsasın!) irşad kutbu El-Seyyid Taha’nın (Kuddise sirruh) “Nakşibendi tarikatında asla ucub (kendi yaptıklarını beğenmek) riyakârlık yoktur.” Buyurduğu sözün manası; onlar kendilerinden sadır olan bir şey bilmezler ki onlara ucub ve riya hasıl olsun. Belki mürşitlerinden biliyorlar, demektir diye buyurdu. Yine Şeyhim (Kuddise sirruh) Seyyid Taha (Kuddise sirruh) buyurduğu bu sözlerinin manası, bir kimse için ucub (bencillik) veya riyakârlık olsa, Nakşibendi olamaz, demek de muhtemeldir diye buyurdu.

Halk arasında hasıl olan cezbenin, tarikatta aslı olmazsa da zararı yoktur. Belki o, salikin içindeki birinci derece aşkın hararetinden arasında cezbe ve hararetin yeri, kalbdir. O makamdan yükselme hasıl olduğu zaman, o hararet mevcut olmaz denilmiştir. Bununla beraber, bu hal senden değil, belki başkasından olup, o kimse, sana lazım ve layık olan vaktini bilir.

Perverde, bu günlerde sadatın söylediği sözlerindeki manalarında çalıştığı için kendisine namazın manası zahir olmuştur. Dolayısıyla, hülasası söyle beyan eder. Namaz, insanın akli, düşüncesi Allah’tan başka, her şeyden kesilmesinden ibarettir. Namaz kılan kimse sonunda, sağında veya solundakilere selam vereceğine niyet etmesi müstehab olduğunu bilmez mi? Halbuki, namaz haricinde, hazır olana selam vermesi müstehab olmayıp belki, namaz haricinde iken, ilk mülakatta ona selam vermek, müstehabdır. İşte, musalli sağ ve solundakilere selam vermesi müstehab oluşundan, kendisi de cemaatin arasında olduğu halde, ona ilk mülakatı sayılır. Musalli namaza ilk giriş tekbiri getirirken, sanki halkın arasından çıkmış, namazın sonundaki selamı ile, onlara kavuşmuş olduğu demektir.

Öyle ise, musalli aldığı taharrum tekbirinden (Giris tekbirinden) maksad, yüce Allah’tan başka, şeylerden külliyen alakası kesilmiş olduğunu düşünsün! Nitekim tekbiri taharrumdan sonra, okuması sünnet olan:

 

وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذِي فَطَرَالسَّمَوَاتِ وَالأَرْضَ حَنِيفًامُسْلِمًا وَمَااَنَا مِنَ الْمُشْرِكِينَ، إِنَّ صَلاَتِي وَنُسُكِي وَمَحْيَايَ وَمَمَاتِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ لاَشَرِيكَ لَهُ، وَبِذَلِكَ أُمِرْتُ وَاَناَمِنَ الْمُسْلِمِينَ

 

“Ben, sadece ehak dine (tevhide) boyun eğip, yüzümü, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah’a çevirdim. Ve ben ona ortak koşanlardan (Müşriklerden) değilim. Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin rabbi olan Allah içindir. Onun ortağı yoktur ve bununla emr olundum ve ben Müslümanlardanım.” İftitah duası da buna şahitlik eder. Bu duada geçen çevirdim. Tabirden maksad yani ben ruh, kalb, zahir ve batin kuvvetimle, külliyetimle, yüzümü Allah’a çevirdim demektir. Öyle bir durumda bulunacak ki, o anda musallinin Allah’tan başka bir şeyle meşguliyeti kalmaz. Yani Allah’u Teâlâ dışını görür, kalbinde olan şeylerin bilicisidir diye anlayıp ta ki masivayı (Allah’tan başka her şeyi) unutur; öyle ki Allah’ın (Celle ve ala) huzurunda fani olup, sağında ve solundaki kimseleri bile aklına gelmeyecektir. Hatta şeyhlerin, mürşitlerin bazısı, musalli namazda iken, sağında veya solunda bulunan kimseyi bilse; namaz, namaz değildir, demişlerdir.

Perverde, mektubunda kendi halinden hiçbir şey bahsetmediğinize hayret eder. Halbuki en mühim olan şey odur. Hidayete tabi olan kimseye selam olsun!

 

ELLİ DOKUZUNCU MEKTUB

Hasani veya Biliki aşiret ağası Hüseyin’e, parlak İslam şeriatına mütabeat edilmesinin ve mümkün olan kimseye de icrasına çalışması, düğünlerde kadınlarla erkeklerin, beraber oynayıp birbirlerine karışmasının kınanmasının ve en te’kidli ve belağatlı bir şekilde ondan nefret ettirilmesinin, bu hareketin çirkinliği, namus ve gayrete aykırı olduğunun beyanı hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler, efendimiz Muhammed’i, (ona, aline ve ashabına, Allah’ın salat ü selamı olsun!) bize peygamber olarak göndermesi ile bizi şereflendiren Allah’a olsun! Efendimize tabi olan (uyan) kimse hidayete kavuşur. Ona muhalefet edip sünnet ve şeriatının hilafına hareket eden kimse helak olup hidayete ulaşmayarak dünya ve ahirette ziyan eder. Efendimize, (Allah, ona, aline ve ashabına salat ü selam eylesin!) tabi olan ne mutlu. Ona muhalefet eden kimsenin vay haline.

 

Bundan sonra, bu mektub, mübarek dergâhın hizmetçisinden, muhterem, şerefli ağa, yüzbaşı Hüseyin efendiye, dünya ve ahirette Allah onun şerefini ziyade etsin. Cindi ağa, mezkûr hizmetçiye gelip, bazı menkabenizden ve Seyda’nın (Radiyallahü anh) dergâhına olan şiddetli sevginizden bahsetti. Dolayısıyla ve aramızdaki İslamiyet kardeşlik rabıtası, onu size bir mektubu yazmaya sevk etti. Mektubda kardeşlik sevginin şartını beyan etti. Ki o, dünya ahirette iki cihanın saadetlerinin kazanılmasına sebep olan şeydir.

 

Ey dostlarım! Saadet ve kemaliyet, iki cihanın efendisi olan Peygamber’in mutebatında, şeriatının boyasıyla boyalanmakta, bizzat emirlerine imtisal etmek, nehy eylediği şeylerden sakınılmasında ve bunların mümkün olan kimselere de icra edilmesindedir. Bir kimse, başkasını Peygamber’in, şeriat, emir ve nehiylerine eylediği muhalefetinden men edecek kudrette olup da onu men etmezse, onun ortağıdır. Bir kimse, onun sünnetini ve şeriatın ahkâmını başkasına yaptırsa, ona hasıl olacak ecir ve sevabından hiçbir şey noksan olmaksızın kendisine de hasıl olur.

 

Köyünüzdeki düğünlerde kadınla erkeklerin bir arada karışık olarak oynadıkları haberi, hizmetçinin (benim) kulağına geldi. Bu olay, çirkin hatta ondan daha çirkini olmayıp dünya ve ahirette alçaklığa, Allah (Celle ve ala) ile Resulünün kahr ve gadabını icab etmektedir. Bu, parlak İslam şeriatına muhalefet etmek, şeytana (onun üzerine lanet olsun!) mutabeat olmakla beraber, akıl şeref, gayret ve namus bakımından da yakışmaz. Hatta bunu, ancak kendisinde insaniyeti selb olup, hayvan tabiatı bünyesinde yerleşen kimse yapar. Bu husus hakkında Peygamber’den varid olan hadisler zikredilse, onların heybetinden, insanın aklı uçar. Halbuki işittiğimize göre, sizler en güzel haslet üzere ve gayet mütedeyyin, kutbu alem Seyda’nın (Radiyallahü anh) hakkında, son derece muhabbeti üzeresiniz. Öyle ise, imkânınız dahilinde, köy halkınızı bu seni, çirkin hareketten men etmeniz lazımdır.

Size, akraba ve tabilerinize, Mustafa’nın şeriatına tabi olanın üzerine selam olsun. Mezkûr şeriatın sahibine, aline ve ashabına da salat-ü selam ve sena olsun!

 

ALTMIŞINCI MEKTUB

 

Uspayit emirlerinden olan Şeref Han beye, adı geçenin kardeşinin ölümü dolayısıyla taziyesi, dünyanın kınaması, ahirete yönelmek için, teşvik ile onunla ilgili şeyler hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Hiçbir varlık yok, ki, onu hamd ile tesbih etmesin. Salat ü selam, Allah’ın mahlukatının en iyisi olan Muhammed’e al ve ashabına olsun!

Bundan sonra bu mektub, mübarek dergâhın hizmetçisinden, en yüce emirimiz, çağdaşlarının en şereflisi olan Şeref Han beyedir. Allah, onu iki cihanda mutlu edip, ahirete kadar yücelerden eylesin!

Şerefli kardeşinizin, fani ve meşakkat evinden ebedi ve istirahat evine irtihalinin haberi ona ulaştı. Dolayısıyla, çok üzüldü. Lakin Allah’ın (Celle ve ala) emrine razı olup ona Allah’u Teâlâ’nın kereminden mağfiret ve rahmet diledi. Size, evvela, Allah sevabınızı büyütsün, geçmişinizi bağışlasın, kalbinize bol bol sabır döksün! Rızası olan şeylerde sarf etmek üzere sizin, evladınızın ve rahmetlinin evladının ömürlerini uzatsın! Diye dua eder.

Ey emir! Hizmetçi, geçmiş zamanda kendisiyle aranızdaki visal ve muhabbeti unuttuğunu zan etmeyin! Belki onun üzerinde, babalarınızın birçok hakları olduğunu ikrar eder. Çünkü Üstad, (kuddise sirruh) hakkınızda kendisi gösterdiği alakayı görmüştür. Şayet kendisi bizzat gelmeye imkânı olsaydı, taziyenize gelecekti. Fakat mümkün olmadığını biliyorsunuz.

İkincisi, şunu der ki, dünya hayatını ahirete vesile eden, kimseden başkasına esenlik olmadığı ve gerçekten dünya, meşakkat ve gurur yeri olduğunu biliniz! Çünkü hadis-i serifte: “Allah’ın zikri ve ona şamil olan şeylerden başka dünya melundur. Ve dünyadaki şeyler de melundurlar” (*) diye varid olmuştur. Allah, bizi ve sizi, emirleri ile amel eden ve nehy eylediği şeylerden sakınan kimselerden eylesin! Size, kardeşlerinize, yakınlarına Mustafa’nın şeriatına tabi olanlara, selam olsun! Mezkûr şeriatın sahibinin üzerine de salat ü selam ve sena olsun!

  1. Sene.

 

ALTMIŞ BİRİNCİ MEKTUB

Lice kazasına bağlı Hezan köyünde şerefli pederinin halifesi (Kuddise sirruh) olan Şeyh Abdülkadir’in ev halkına, sadatı kiram ile parlak İslam şeriatına mütabeat edilmesinin teşviki ve halifesi olan mezkûr Şeyh Abdülkadir’in büyük oğlu, (Hazret ‘in) halifesi (Muhammed Selim) Hazretin yanına gelmesi dolayısıyla yalnız kaldıkları için kalplerine teselli eylediği şeyler hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Hamd o Allah’a olsun ki, habibi olan Muhammed’in mütabeatiyle kendini boyatan kimseyi sevmiştir. Allah ona (Habibine), al ve ashabına salat ü selam eylesin!

Bundan sonra bu mektub alem kutbu kaymakamının (kuddise sirruh) perverdesinden, manevi ilallah seyr-i makamından sonra fillah, daha sonra billah ve meallah (**) manevi makamlarda seyr eden (hareket eden) açıkta muhabbet, ünsiyyet, mefharet ve manevi makamlar sahibi iyilerin efendisi Peygamber’in mütabeatiyle kendini boyamış olan efendimiz Şeyh Abdülkadir’in (Kuddise sirruh) ev halkınadır. Perverde, sıhhat ve selamet bakımından durumunuzu sorar, Gavs-ı azam (kuddise sirruh) ile Üstadı Azam’a (Radiyallahü anh) mütabeatinizin istikametinden sorar. Çünkü, onların yolunda gitmek, onların ahlaki ile muttasıf olmak, amellerin en alası ve amellerin son dereceleridir. Çünkü ikisinin de yolları, fakirlikte, zenginlikte, sıkıntı ve bolluk zamanında iki cihanın efendisinin yoluna mütabeat etmekle, ilahi cezbe ve ebedi muhabbettir. Bu vasıfla muttasıf olana ve mutlu. Pişmanlık bununla muttasıf olmayan kimseyedir.

 

(*) Bu hadisi-i şerif, 45. mektubda geçti.

(**) Diyaüddin Hazret (Kuddise sirruh) bu tabirleri ile tasavvuftaki manevi seyrlerin bazı kısımlarına işaret eder. Seyr, lügatte hareket etmek demektir. Tasavvufta, cismi hareket olmayıp manevi ilmin ilerlemesi manasınadır. Birçok kısımları vardır. Şöyle ki, seyr-i ilellah: Salik en aşağı ilimlerden başlayıp yüksek manevi ilimlere ilerlemesi, durmadan yükselip mahluklara ait şeyleri bildikten sonra Allah’ü Teâlâ’nın ilmine kadar varılır. O zaman kâinatın ilmi unutulur. Bu halete fanilik denir.

Seyr-i fillah: Allah’ü Teâlâ’nın isimleri, sıfatları, tenzihat mertebelerindeki ilmin azar azar aşağı bilgilere inilir. Böylece bütün vacib ilminin mertebeleri unutulur.

Seyr-i anillahli-billah ve ilellah: Bu da ilmin hareketi olup yüksek bilgilerden azar azar aşağı bilgilere inilir. Böylece bütün vacib ilminin mertebeleri unutulur.

Seyri-i eşya: Birinci seyrin mertebesinde unutulan eşyanın bütün ilimleri tedricen (azar azar) hasıl olmasından ibarettir.

Seyr-i ilellah – seyr-i fillah mertebeleri: Vilayet makamını elde etmek içindir. Zira tasavvuf ehli nezdinde fena ve beka demektir. Üçüncüsü, dördüncüsü ise, halkı doğru yola davet etmek içindir. Bu makamlar, peygamberlere (Aleyhimüsselam) mahsustur. Onların izlerinde olanlara bunlardan bir pay vardır.

İmam-ı Rabbani’nin (Kuddise sirruh) Işık Kitabevi’nde basılan mektubatının 144. mektubu.

Şiir:

“Aşk, muhabbetten payı olmadığı halde hayatını boşa harcamış olan kimse, nefsi üzerine ağlasın.”

Hele sadatın yakın adamları ve ev halkı olan kimselere aşağı dünyaya kıymet vermeyerek, onu arkalarına bırakıp külliyetleriyle Allah’ın Habibi olan Peygamber’e, Allah onun, alinin ve sahabesinin üzerine salat ü selam eylesin. Mütabeat etmeleriyle Allah’a yönelmeleri yakışır.

Gerçi, şimdilik molla Muhammed Selim’in bu tarafa geldiğinden dolayı yalnız kalmışsınız. Fakat bundan sonra, Allah size neşe verecektir. Zira perverde, onun hakkında zan ettiği şeyin en tamam bir şekilde açıkça tahakkuk etmesini ve onu güzel bir şekilde yetirmesini, onun ve sizin maksudunuz olan iyi emelinizi kat kat eylemesini Allah’tan (Celle ve ala) diler.

Allah etmesin! Size bir sıkıntı hasıl olsa da ona önem vermeyin! Çünkü o (Muhammed Selim) sevgilinin (Allah’ın) yolunda çalışmaktadır ve o yolda sıkıntı yoktur. Cihetinizden de gönlü rahat olduğu için, ecirde siz de ona ortaksınız. Hizmetinin gevşekliğine sebeb olup da onu üzecek bir haberi kendisine göndermediğiniz için de bu fakir dahi sizden razıdır. Belki sizden bu tarafa gelen herhangi bir kimse, en iyi şekilde ahvalinizden haber verir. İşte Muhammed Selim nisbet tahsil etmesini, eski eseriniz kayıp olmaması için, sizden ayrılmasını istediğiniz anlaşıldı. Sizde mevcut olan bu gayret ve tarikat nisbeti için, şiddetle yakınmanızdan dolayı, bu fakirin size karşı sevk ve muhabbeti, ziyadeleşti. Allah’tan (Celle ve ala) üzerinize manevi feyzin hasıl olmasını taleb etti. Seyda’nın (Radiyallahü anh) himmetlerinden, son iltifatını size diledi. İnşallah Teâlâ yakında Muhammed Selim’le sevineceksiniz. Büyük ve küçüklerinize selam olsun. Perverde Muhammed Şirin ile kardeşinin gözlerinden öper. Şeyh Seyyid, Molla Hüseyin ile bütün dost ve müridlere selam eder, sizden ve onlardan dua diler. Allah ona (Efendimize), aline, ashabına, zevcesine ve zürriyetine salat ü selam eylesin!

 

ALTMIŞİKİNCİ MEKTUP

Erzincan evkaf komisyonuna. Oradaki şerefli pederinin halifesi olan Muhammed Sami efendinin evlatlarından birsi, babasının yerinde irşad makamı için tekkesinde oturması dolayısıyla, aralarında vaki olan münakaşanın izalesi ve mezkûr münakaşaları üzerine komisyona müracaatta bulundukları irşad makama layık olmanın, Şeyh Sami efendiye evlatlık suretiyle değil, belki o şartlarla muttasıf olmanın muteber olduğunun beyanı ile, bu her iki şeylere karşı ihtiyatlı davranmaya dair, emri ve onunla ilgili mesele hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler Allah’a mahsustur. Salat ü selam kıyamet, gününe kadar, Allah’ın Resülünün, bütün alinin, ashabının, ezvac ve zürriyetinin, ensari ve asharinin (dünürlerinin – kayınlarının) üzerine olsun!

Bundan sonra bu mektub, yüce kapı eşiğinin hizmetçisinden Erzincan’daki halis ve temiz kardeşleri olan evkaf komisyonundadır. Allah onları belalardan muhafaza edip, sevdiği ve razı olduğu şeyleri yapması üzerine sabit eylesin! Gazabına sebeb olmayıp, kurtuluşlarına sebebi olan, onlardan belaları men eden, dünyadaki yükselmelerini celbedici hükümler, vasıtalarıyla icrâ kılsın. Zira aziz ve zelil edici Allah’tır.

Malumunuz olsun ki, şeyhlik ve irşad makamının birçok adab ve şartları vardır. Bazıları, batına göredir ki, onlar, kul ile Rabbın (Celle ve ala) arasında olup, onları hiç kimse bilmez. Belki bilinmeleri Rabba (Celle ve ala) havale edilir. Lakin kulun dıştaki görünüşü, şeriatın istikameti üzere mutabık olmasıyla o gizli şey’in eseri görünür. Yani cisminin azalarından herhangi birisinden şeriata muhalif bir şey sadır olmamasıdır. Çünkü o gizli manevi makamın madarı, Allah’a (Celle ve ala) yakınlık, kalbin masivaya taalluku (ilgisi) olmayıp, Allah’ın (Celle ve ala) zatından fani olmaktı, daima manevi huzurunda bulunmak ve onlardan bahs edilmesi uzun süren daha başka şeylerdir.

Bazıları da zahire göredir ki, şeyh (mürşid) olan kimse, kendisi kâmil ve başkasını da kemale erdirecek kabiliyetde olan bir mürşid tarafından irşad için icazetli olması, her türlü itikad ve inancını sünnet-i seniyyeye göre tashih ettikten sonra, bütün işlerinde mürşidine tabi olması, mümkün olduğu kadar ruhsattan korunması, belki yaptığı amelleri, azimete, hatta imkân dahilinde, mezhebler arasında üzerinde ittifak edilen ahkamlara göre olmasıdır. Mesela, Şafii olan kimse, bedeninden kan alınsa, Şafii, Hanefi mezhebleri imamlarına göre, abdesti sahih olması Nakşibendi tarikatının adabına göre Hanefi mezhebine riayet edip, abdest alması lazımdır. Keza Hanefi olan kimse, hanımına el değdirse, mezkûr adaba göre Şafii mezhebine riayetle abdest alacaktır. Aynı şekilde Maliki ve Hanbeli mezheblerine de riayet etmesi lazımdır. Dinde herhangi bir sünnet olursa olsun, hükmü de böyledir. Hatta rivayet etmesi edilmiş ki, tasavvuf ehlinden birisi şeyhin birisine gidip yanında oturdu. Şeyh öksürüp üh üh ederek tükürdüğünü kıble cihetine attı. Sofu, “kendini dinde yolu olmayan şeylerden muhafaza etmeyen kimse, başkasını yolsuz işlerden muhafaza edemez.” Diye hemen yanından kalktı. Diğer birisi de bir şeyh ile camiye girerken, şeyh evvela sol ayağını ileri sürerek camiye girince, adam içinden, “Peygamber’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) sünnetine riayet etmeyen kimse, arkadaşlığa layık olmayıp, yapacağı sohbeti Allah’ın (Celle ve ala) huzuruna yaklaşmaya sebeb olamaz.” Deyip, ondan ayrıldı.

Yine salik olan kimse, akidesini mezkûr şeylere göre tashih ettikten sonra, ruhsatlardan sakınması lazım olduğu gibi dinde, bid’a olan şeylerden de kendini muhafaza etmesi şarttır. Bid’a: Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem) ile sahabeleri (Radıyallahü anhüm) arasından sonra meydana getirilen, ona Peygamber’in buyurduğu hadisi şamil olmayan, dört mezhebin kaidelerinden hiçbir kaidenin hükmüne de girmeyen şeydir. Hatta Müslümanların işleri başında bulunanlara, dinde bid’alarla amel edip, tekkede oturarak, şeyhlik davasında bulunanları cezalandırmaları, hatta başkası da ondan ibret alıp, İslam dini bid’alardan korunulması için onu o makamdan uzaklaştırmaları lazımdır. Çünkü sünnette yeri olmayan bütün bid’alar, sapıklıktır.

Beyhaki hadis kitabının şuabül’l-iman bahsinde Hazret-i Peygamber, “Bir kimse, bid’a sahibini tazim etse (büyütse), gerçekten İslamiyet’in yıkılmasına yardın eder.” Diye buyurduğunu rivayet etmiştir. İşte yukarıda bahs edilen mezkûr iyi vasıflarla muttasıf olanlar, ancak Nakşibendi tekkesinde oturabilir, Neseb ve maddi evladlık, muteber değildir. Çünkü mürşidlerin hakiki evladı, odur ki onların boyaları ile boyanıp cezbeleri ile muttasıf olup Allah’ın sevgisi kalbinin noktasında öyle yerleşmiş ki, masivayı (Allah’tan başkasını) unutmuş, Allah’a (Celle ve ala) karşı kulluk hakkını ifa etmeye kalkmış kimsedir.

Tarikat reisi olan Şah-ı Nakşibend’de (Allah, bizi onun sırlarıyla kutlayıp, ondan razı olsun!) denildi ki, sen bu makama nesebinle veyahut şeceren ile mi eriştin? Sorulduğunda, buna neseb ve şecere ile kimse ulaşmadı. Ancak cezbe vasıtasıyla erişebilir. Nitekim, “Hak teala tarafından hasıl olan cezbelerde ek bir cezbenin makamı, insan ve cinlerin amellerinin makamına denk gelir.” Buyurmuştur.

Bundan sonra, Nakşi tarikatı ve Hâce Sami efendinin tekkesi (Kuddise sirruh) çocuk oyuncağı olmaması ve Müslümanların sapıklıklarına da sebeb olmaması için, bu işte titizlik ve ihtiyatlı davranmanız rica olunur. Çünkü böyle bir durum zulm etmekten, hırsızlık yapmaktan daha büyük bir günahtır. Zira, birisini öldüren veya hırsızlık eden veya zulm eden kimse, din çerçevesinden çıkmış olduğunu herkes bilir Onun bu fiil ve hareketinde ona uyan bir kimse, kendisi de dinden çıktığını anlar. Lakin irşad makamında oturup da o makamın vasfıyla muttasıf olmayan kimse, kendisinin doğru yolda olduğunu halka gösterdiği için, birçok avam tabakasının doğru yoldan sapıtmalarına sebeb olur.

Allah, insanların efendisi olan Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) yüzü suyu hürmetine, sizi devamlı seadet üzerinde bulundursun! Ay ve güneşin devamı müddetince, insanların mezkûr efendisine, ashabına ve zürriyetine salat-u selam ve sena olsun!

 

ALTMIŞ ÜÇÜNCÜ MEKTUP

Yine Erzincanlı mezkûr halife Muhammed Sami efendinin oğlu Salahaddin’e Nakşibendi tarikatından hatta diğer tarikatlardan maksad olan şey’in ve o maksada insanı ulaştıran tarikatların en alası Nakşibendi tarikatı olduğunun beyanı ile, Nakşibendi tarikatının bazı şartlarından olan muhabbet, ihlas, mürşide teslim olmanın beyanı, dünyayı, helak ve Allah ile kul arasında bir perde değil, belki onu ahirete bir mezra ve vesile edinmesinin teşviki ve insan, kendi ecdadının tarikattaki makamlarına, gönül bağlaması münasib olmadığı belki imkanı dahilinde, çalışmasına temessük etmesinin layık olduğu hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler Allah’a olsun ki, emirlerine itaat etmeyi, nehiylerinden korunmayı kullarına ihsan eyledi. Salat ü selam, efendimiz Muhammed’e (Sallallahu aleyhi ve sellem) olsun ki, Allah’ın emirlerini yapmanın ve nehiylerinden sakınmanın yollarının açıklayıcısıdır. Her iki yolu bize kadar ulaştıran al ve ashabına da olsun!

 

Bundan sonra bu mektub, yüksek dergâhın hizmetçisinden, Allah yolundaki güvenilir kardeşi en yüce şeyhin veledi, hakkı, hakka’l-yakine ulaştırmaya çalışan muhterem mevla Salahaddin efendiyedir. Allah onu nezdinde makbul olanlardan eylesin.

Mektubunuz, hizmetçiye ulaştı. Selametinize ve ondan mesleğe salahiyet kokusu duyduğuna çok sevindi. Bu durumunuz için, Allah’a hamd ve şükür etti. Ey kardeş! Bu tarikat, hatta diğer tarikatlar da üzerinde kuruldukları, usullerden başka, bir ilave veya onda bir eksiklik yapmaya hiç kimsenin müdahale etmesine hakkı olmayıp ve ehillerinin, Allah’u Teâlâ’dan başka, hiçbir kimseye, ihtiyaçları yoktur. Onlar daima kendi kusurlarını ve Allah’ın azametini düşünürler. Kınamaları ve onları yapan kimseler hakkında, şiddetli tehditten haber veren birçok ayet ve hadisler, varid olduğu, kibir, ucb, hased gibi kötü ve yerilen evsafları kendilerinden sıyırmakla, çalışmaları, daima Allah’a yönelmek ve razı olduğu şeylerden olup, kendilerinde, mezkûr kötü vasıflarının yerine övülen sıfatları ispat etmek içindir. Hatta mezkûr kötü vasıflardan kalbi temiz olmayan kimse, iyi vasıflarla muttasıf olması ve onları tahsil etmeye çalışması, farz-ı ayn olan şeylerdendir.

İşte bu gaye üzere yüksek tasavvuf alimleri, Kadiriyye, Kübreviyye, Çeştiyye ve Gazali’nin tarikatı gibi birçok tarikatlar kurmuşlardır. Fakat bu mertebeye vasıl olmak için, tarikatların alası, yüce Nakşibendi tarikatıdır. Allah bizi ve sizi, sahibinin sırlarıyla takdis eylesin. Çünkü bu tarikatın esası sünnet-i seniyyenin mütabeatı, dindeki ruhsatlardan ve Allah’ın rızası olmayan bid’alardan korunmak üzere kurulmuştur. Bununla beraber, Taği’li üstadı azam, “Allah bizi ve sizi onun sırlarıyla kutlayıp, ondan razı olsun.” Beyan ettiğine göre, Nakşi tarikatında mezkûr vasıfların diğer birçok şartları vardır ki salik ona mütabeat eylediği mürşidine karşı muhabbeti ve mürşidinden başka, dünya mürşidlerle dolu ise, veya ondan daha yüce bir mürşid de olsa, bidayeti ancak kendi mürşidinin aracılığına hasr edilmiş olduğuna itikad etmesiyle, hakkında ihlas sahibi olması bidayette güç de olsa, kendisine emirlerine imtisal, nehy eylediği şeylerden sakınma hasıl olması için mürşidine teslim olmasıdır.

Öyle ise, akıllı olan kimseye, dünyasını ahiretine mezra edip, hayatını dari bekada (ahirette) helakine ve Allah’a (Celle ve ala) karşı, mahcubiyetine sebeb olacak şeylerde zayi etmemesi lazımdır. Bu nasihat, akıllı kimsenin zihninde sabit olup dünyanın kötülüğü, rezaleti, aşağılığı, aklında yerleştiği vakit, aziz ve yüce Allah’ın rızasının olduğu şeylere çalışması lazımdır. Allah’a kavuşmanın yolu işte budur. Şayet birisine Nakşibendi tarikatına intisabı mümkün olmayıp, belki yukarıda adları geçen diğer tarikatlar mensub bir mürşid ona gitmesi gerekir ve o zaman, Allan yolundaki tarikat ecdadının mahbubu, sevgilisi olur. Zira tarikata mensub ecdadının tarikattan maksadları Allah’a (Celle ve ala) ulaşmaktır.

Allah, efendimiz Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) alinin, sahabesinin üzerine salat-u selam eylesin!

 

ALTMIŞ DÖRDÜNCÜ MEKTUP

Bu mektubları derleyen fakir Alauddin’e, Allah onu onun sırlarıyla kutlayıp onun derya gibi nurlarından Alauddin’in üzerine nazil eylesin! Bir talak meselesinin fetvası, talak da Hanefi alimleri nezdinde talak hususunda öfke talaktan önce karı kocasından talakın düşürmesini talep etmesi de talaka niyet etmenin yerine kaim oldukları, Şafii alimlerinin nezdinde, zihab [gitmek] tabiri talaka isnadı, talakın kinayesi olduğu ve talak ile telaffuz eden kimse, talakının düşmesine niyyet etmediği davasında bulunan bir kimse şafii alimlerince, içeceği yeminiyle musaddak (doğruluğuna karar verilir) olduğu hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler, Allah’a mahsustur. Salat ü selam, efendimiz Muhammed’e (aleyhisselam) aline ve ashabına olsun! Bundan sonra bu mektub, alem kutbu kaymakamı (Radıyallahü anh)ın perverdesinden, gözünün nuru El-Şeyh Alauddin’edir. Allah onu iki cihandaki afetlerden korusun! Şerefli mektubunuz perverdeye ulaştı. İçinde yazılan şeyleri anladıktan sonra, ibn-i Abidin kitabını mütalaa ederek mektupta yazdığınız lafızların ne onda ne de başkasında sarahaten delalet edecek bir şey bulamadı. Ancak, ondan talak hakkında yazdığın bu lafzın, talakın sarihi olduğu anlaşılan ibareyi gördü. Çünkü mezkûr kitabda talaka ait başka bir sarih kelimesi ilave olmaksızın Farsça:

“Talak baş (talak olsun)” sözü sarih talak tabiri yapmış ve “Talağ, telağ, talak ve telak” kelimelerini de o kabilden saymıştır. Mektupta yazdığınız ibare, talakın kinayesi olduğu kabul edilse de gerçekten o kitab da öfkeyi talakın niyeti yerine geçirmiştir. Zira, İbni Abidin kitabının metni olan Tenvirü’l-Ebsar kitabı, talakın kinayesini, tefsir ettikten sora, kinaye ile telaffuz eden bir kimse, ancak, boşanmaya niyet etmesi veya durumun delaleti olan aralarında talakın müzakeresi, yani telaffuz etmeden önce, zevce kocasından talakın düşürmesini talep etmesi veya kocanın öfkelenmesiyle zevcesi boşanır.

Hanefi kitaplarında, mektubunuzda ondan bahsettiğin şahsın fetvası bulunmadığından, İmam-ı Şafii (Radıyallahü anh) mezhebine taklid edip, o hususta mezhebini kabul ettikten sonra, talakı düşmediğine fetva verdim. Çünkü adamın söylediği (üç talak benden gitmiş olsun, her ikiniz de gideceksiniz” tabiri ise, fıkıh kitaplarında yazıldığı üzere talakın kinayesi olup kinaye tabirinin tefsiri, adamın niyetine bağlıdır. Kendisi talakın düşmesine niyetim olmadığı diye yemin içti. Ve kendisi içtiği bu yemin vasıtasıyla, şeriatçe musaddaktır.

Bitlis’te olduğun zaman, işittiğiniz havadisten başka, hiçbir şey yoktur. Molla Selim’in fikrinde hiçbir kimse ona ittifak etmemiştir. Hatta Seyyid Ali bile Molla Selim’in maksadı ortaya karışıklık çıkarmaktır diye etrafa mektuplar dağıtmış. Bir mektup da bu fakire ve diğer birisi de hacı Musa beye göndermiştir.

Bu fakir, size selam edip duanızı diler. Keza bütün dostlara Muhammed Said de size selam eder. Molla Emin ellerinizden öper. Allah, efendimiz Muhammed’e (aleyhisselam) bütün aline, ashabına salat eylesin, 19 Mart 1330. Perverde-i kaymakam-i Kutb-i Alem.

 

ALTMIŞ BEŞİNCİ MEKTUP

Anteb’e bağlı Mirza köyünden Molla Ali, Molla zâde, Molla Abdülmecid’e tasavvufun hakikati, parlak şeriatın mutabaatından başka bir şey olmadığı, İslami akide namazdaki Fatiha ile teşehhüdün tashihleri namaz ve cemaatle kılınan namazlara teşviki, Cuma namazının terkinden ve kılınmasından gevşeklik etmekten menetmesi ve onunla ilgili şeylerin beyanındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Hiçbir şey yok ki onu hamd ile tesbih etmesin. Salat ü selam efendimiz Muhammed’e (aleyhisselam), bütün al ve ashabına (Rıdvanullahi teala aleyhim ecmain) olsun!

Bundan sonra, bu mektub alem kutbu kaymakamının perverdesinden, Allah yolundaki kardeşleri, Mirza köyü ahalisinden Molla Ali, Molla zade ile Molla Abdülmecid’e ve diğer köy halkınadır. Allah, onları, bela afetlerden korusun! Malumunuz olsun ki, fakih Mustafa ile arkadaşları perverdeye geldiklerinde onlardan halinizden sordu. İşinizin güzelliğinden, yüce, parlak olan bu tarikatın, nisbetine sıkıca bağlı olduğunuzdan ve hatme yaptığınızdan haber verdi. Ancak kış mevsiminde Cuma namazını kılıp yazın terk ediyoruz, dedi.

Biliniz ki, ey kardeşler! Gerçekten tasavvuf, Mustafa (Sallallahu aleyhi ve sellem) in sünneti üzere hareket etmekten ibarettir. Bazı şeyhler tasavvuf, kalb çirkinlikten safi olmasıyla yün abası giymek, efendimiz Mustafa (Sallallahu aleyhi ve sellem)in sünnetine uymaktır, demişlerdir.

Evliyadan Şibli (Kaddesallahu sırruh) şeyhlerin birisine giderek onunla birlikte, cami kapısına yürüyünce, şeyh camiye girdiğinde, ilkin sol ayağını attı. Bu hareketini gören Şibli hemen geri dönüp, Peygamberin (aleyhisselam) sünnetine aykırı şeyden, nefsini muhafaza etmeyen kimse, başkasını muhafaza edemez, dedi. Abdülhalık El-Gucduvani (Kuddise sirruh), bir vakıa halinde, tarikat reisi olan Hace Bahaüddin El-Nakşibendi’ye Allah, bizi onun sırrı ile kutlayıp, ondan razı olsun! Şeriatın azimet olan hükümlere tabi ol, ruhsatlara tabi olma! Diye buyurdu. Şeyhlerin bazısı da Fahr-i Kainat’ı (Peygamber Sallallahu aleyhi ve sellem) rüyada gördükte, kendisinden ümmetinden bazı şahısların durumundan sorar. Efendimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) de sorulan kimselerin durumlarına münasib şeylerle cevabını verir. Sonra kendisinden Ebu Ali İbni Sina’nın durumundan sorunca, buyurdular ki:

“O, sünnetimden yolumdan başka, bir yol ile Allah’a kavuşmak istedi. Dolayısıyla Allah onu ateşe attı” diye buyurdu.

İmam-ı Rabbani (Kuddise sirruh) mürid tevbe ettikten sonra, yüce manevi makamlara uçmak için, kendisine şu iki kanadı tahsil etmesi lazımdır. Birincisi, akidesini, ehl-i sünnet ve cemaatın akaidine muvafık olarak tashih etmesi.

İkincisi, İslam şeriatı ile amel etmesidir. Bu iki şeyi tahsil etmedikçe, kudsi aleme kavuşması nasıl mümkün olur? Durum böyle iken, sahih akideyi tahsil etmesi lazımdır. Kitab halinde mahalli lisan ile yazılmıştır. Çünkü o akaidin temeli kabilindendir. Kendi inancını tashih ve tahsil ettikten sonra, şeriatın ahkamıyla amel edip namazdaki Fatiha’nın, teşehhüdün kıraetini tashih eder. Kendi başına ve cemaatle kılınan namazlar gibi ibadetleri yapılmalıdır. Namazlardan birisi de Cuma namazıdır. Şüphesiz terk edilmesi hakkında şiddetli tehdit varid olmuş, alimler, terkini büyük günahlardan saymışlardır.

İbnu Hacer (Rahmetullah aleyh) Zevacir-an-iktirafil-kebair adlı kitabında, Cuma namazının terk edilmesi bahsinde demiş ki: Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) Cuma namazını terk eden bir kavme, buyurdular ki:

“Ehemmiyet vermeyip, üç Cuma namazını terk eden kimsenin, Allahü teala onun kalbi üzerine mühür basar.

Diğer bir rivayette Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem):

“Bir kimse özürsüz olarak üç Cuma namazını terk ederse, muhakkak ki İslamiyet’i arkasına atmıştır.”

Öyle ise, sünnetine tabi olan ümmetine Cuma namazını terk etmemeleri lazımdır. Ülkemizde bulunan zımmilerin durumlarını düşünelim ki, dinleri batıl olmakla beraber, pazar günü bütün işlerini terk etmişlerdir. Hak (doğru) dinle müşerref olduğumuz ve Kur’an-ı Kerim’in:

“Sizler, insanlar arasında en iyi ümmet olarak meydana çıkarıldınız.” nassı ile de diğer ümmetlerden Allah nezdinde daha iyi olduğumuz halde, cuma gününde nasıl işimizi terk etmeyelim?

Size ve hidayete tabi olanlara, genellikle ve özel olarak Mustafa (Sallallahu aleyhi ve sellem) in şeriatına tabi olanlara selam olsun! O şeriat sahibine, aline, ashab, ezvac, dünürlerine, ensarı ve zürriyetine salatın en tamamı, selamlardan en kamili olsun!

20 Şubat 1330.

 

ALTMIŞ ALTINCI MEKTUP

En şerefli mürşidinin halifesi Karaköylü, Molla Ahmed’e (Kuddise sirruh). Bu tarikat, kalbde Allah’ın muhabbetinden başka, bir muhabbetin ortaklığını kabul etmediği, bu tarikatın tahsili gençlik çağında daha uygun ve münasib olduğu, evlad sahibi olan babalara, çocuklarının ahiretlerinin seâdetlerini temin edecek işlerde çalışmaları lazım olduğu, onlarda bu tarikata intisab etmek kabiliyeti mevcut olduğunu anladıklarında, başka bir şey ile meşgul ettirmemeleri ve bu konu ile ilgili şeyin beyanı hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Kâinatta, hiçbir şey yok ki, onu hamd ile tesbih etmesin. Salat ü selam, Allah’ın yarattıklarının en hayırlısı olan Muhammed’e (aleyhisselam) aline, ashabına olsun! Selamın tebliğinden sonra, arka arkaya gece gündüzlerde dualar Allah yolundaki kardeşi, Allah için dostu olan Molla Ahmed’e tebliğinden sonra, Allah efendimiz, insan ve cinlerin efendisi olan Muhammed’in (Allah onun alinin ashabının üzerine salat-u selam eylesin!) yüzü hürmetine onu dünya ve ahirette pişmanlığa sebeb olan şeylerden muhafaza edip, en yüksek maksada ulaştıran sebebleri kendisine nasib eylesin. Malumunuz olsun ki, Molla Mahmud hakkında, kınama ile dolu şerefli mektubunuz bize ulaştı.

Ey kardeşim! Malumunuz olduğu üzere, şübhesiz bu tarikat, kalbde iki cihete karşı, muhabbet ortaklığını kabul etmez. Zaruri olarak bu tarikat ehlinin kalbi, yalnız bir muhabbet ile taalluk eylediği aşikardır. Kab, bir şeyle dolduğu zaman başka bir şeyi kabul etmez. İçine alamaz. Sadık muhbir (Sallallahu aleyhi ve sellem):

“Dünya ve ahiret ancak iki kumadan başka bir şey değillerdir. Birisi razı olsa, diğeri darılır.”, buyurduğu gibi, dünya ve ahiret birbirlerine zıd olan bir şeyin iki kenarı üzerindedirler. Bu hadis-i şerifin mealinin ilhamıyla şöyle Farsça bir şiir:

“Hem Allah’ı hem aşağı olan dünyayı arzu edersin. Bu arzu hayaldir, muhaldir, deliliktir” denilmiştir.

Şunu da bilmelisin ki, gençlik zamanında yapılan tek bir amel, sevab bakımından ihtiyarlık devresinde yapılan yüz amele tekabül eder.

Nitekim İmam-ı Rabbani (Radıyallahü anh) ihtiyarlık zamanında mümkün olmayan Allah’a karşı manevi huzur melekesi, gençlikte elde edilmesi daha mümkündür. Hatta bazen ihtiyarlıkta hiç de mümkün olmaz. Şiir:

“Genç, eğri dalları doğrultmayı arzu edersen doğrulur. Bükülmüş koca ağaçların doğrultulması sana fayda vermez.”

Bu davaya müekkid bir delildir.

Ebeveynlere, evladına dünyalarını kazandırmaktan daha çok, ahiretlerini kazandırmaya çalışmaları lazımdır. Dünyadaki tamirat ve dünyaya bağlanma, zarardan başka bir şey sağlamaz. Dünyanın sermayesi azdır. Ona mübtela olanlar. Daima zelil ve hakirdir. Nitekim Hak Sübhanehu ve Teâlâ Kur’an-ı kerimde buyurduğu gibi:

“Muhakkak biliniz ki Allah’a itaat ve ahiret kazancına saf edilmeyen dünya hayatı, bir oyun, eğlence, bir süs aranızda bir öğünme mal ve evlat da bir çoğalıştır.”

İşte bunu anladınsa, şunu da bil ki, oğlun Molla Mahmud da malumunuz olduğu üzere, bu tarikat için bir kabiliyeti ve liyakati olup Allah, Sübhanehü ve Teâlâ kendisine tam bir lütuf, genel bir kerem vermesi de umulur. Sen onun bu durumunu bildiğin halde, köy ahalisi onun imamet ve talebelerin dersleri hakkındaki şikayetleriyle delil getirerek burada çok kalıp, bu taifenin yaptığı amel ile meşgul olduğu için, onu kınadığından taaccüb edilir. Halbuki kendisi için imamlık ile tedris vazifeleri, bu durumuna nisbeten itibar derecesinden aşağıdır. Nitekim Mevlâna Cami, Farsça divanının bir şiirinde demiş ki:

“Abid ayağını camiye götürdü, camiye gitti.

Hacca giden kişi çöllerin mesafelerini kat’etti.

Aşk şarabıyla mezesini yeri kimin olsun? Bu işler, işsizliktir”

Bununla beraber sen, aralarında bulunduğundan dolayı, köy ahalisi cemaatla namaz kılmaktan, hatme yapmaktan ve sohbetsiz kalmamışlardır.

Molla Mahmud ise, şimdilik üzerinde bulunduğu bu halete onu teşvik etmen gerekir. Zaman darlığı mevsimin şiddeti, yollar karlarla kapalı olmasaydı, az bir müddet onu gönderecektik. Bu kainattaki eşyaların hepsi zahiri sebeblere bağlı oldukları ve o sebepler şimdilik tahakkuk etmediği, kendisinde bir nevi hastalık ve zayıflı ve havaların şiddetli soğuğu olduğu için, oraya gelmeye takatı yoktur. On beş gün gibi bir müddetten sonra, inşallah onu göndereceğiz.

Sizin ve ev halkınızın keza bütün köy halkının hatırlarını sorar, onlara selam ederiz. Molla Mahmud gelinceye kadar, sıkılmamaları lazımdır. Molla Mahmud ile arkadaşları, ellerinizden öper, cevabınızdan dua taleb ederler. Allah, efendimiz Muhammed’e (aleyhisselam), bütün aline, ashabına salat-u selam eylesin!

20 Şubat 1330.

Alem kutbu kaymakamının Perverdesinden.

 

ALTMIŞYEDİNCİ MEKTUP

Farkin da mukim Medineli El-Şeyh Muhammed Sadaka’ya, kendisinin (Hazretin (Radıyallahü anh) ona karşı olan muhabbetini açıklamasının, evliyanın nazar ve iltifatına hiçbir şey denk gelmediğinin Allah aşkı, kalbte olan masivanın düşüncesini yakıp, insanı en şerefli ve en ala manevi makam olan ubudiyyet makamına ulaştırdığının beyanı ve o konu ile ilgili şeyler hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Hiçbir şey yok ki, onu hamd ile tesbih etmesin. Salat-i selam Allah’ın yaratıklarının en hayırlısı olan Muhhamed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün al ve ashabının üzerine olsun! Bundan sonra, bu mektub yüce kapı eşiğinin aciz ve taksiratlı hizmetçisinden, efendisi onlarala iftihar edilen kemalat sahibi, tahir sülaleden gelen, bütün aleme nurlar saçan Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem)’e mensib, muazzam efendimiz, yüce zat, şeyh Muhammed Sadaka’ya, Allah onu, mukarrebunlardan (kendilerine yakın olanlardan) eylesin!

Muhabbetten haber veren mektubunuz ile kıymetli hediyeniz, köleciğinize ulaştı. Mektubu gözlerinin üzerine bırakıp öptükten sonra okuyup şiddetli sevincinden dolayı yerinden yükselmesine az kaldı. Nasıl yerinden yükselmesin? Halbuki Allah’a (Celle ve ala) en yakın yol, kul, kendini bir velinin kalbine yerleştirmesidir.

Çünkü velinin kalbi, nurların nazil olduğu yerdir. Hatta onun iltifatından tek bir iltifatına hiçbir şey tekabül etmez, denilmiştir. Nitekim Hafız El-Şirazi’de:

“Eğer o Şirazın mahbubu bizim gönlümüzü ele alırsa, onun Hindo benine, Semerkand ile Buhara’yı bağışlarım.” Dediği şiirin reddinde, Farsça şöyle denilmiş. Şiir:

“Yanlış söyledin hata ettin. Sevgilinin kıymetini bilemedin.

Mahbubun tek bir nazarına dünya ve ahireti bağışlarım.”

Bu kölecik, kendisine layık olmayan cenabınızın iltifatını görünce, “Bu, rabbimin iyiliğindendir.” Dedi. Bunun devamını Allah (Celle ve ala) dan rica eder.

Efendim, gerçi köleciğin validi buyurduğunuz gibi idi fakat benim hakkımda buyurduğunuz şeyden, merhalelerce uzağım. Nitekim hadis-i kudside:

“Ben (Allah) kulum, hakkımda yürütmüş olduğu zannının yanındayım.” Diye buyurduğu rivayet edilmiştir. Temennisinde bulunduğunuz şey, Allah (Celle ve ala) nezdinde kıymetsizdir. Allah, (Celle ve ala) kat kat olarak size daha ziyadesinin verilmesin istenilir. Ta ki cenabınızın kalbindeki Allah’ın (Celle ve ala) manevi huzurundan başka, her şeyi yakarak kalbiniz muhabbet ateşiyle yeri olup dolayısıyla Allah ile kul arasındaki perdelerin en büyüğü olan, nefis ortadan kalksın! Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem): “Herhangi biriniz beni kendi nefsinden, malından, çocuğundan daha çok sevmedikçe, hakkıyla iman etmiş olamaz.” Hadis-i şerifi de buna kati bir delildir. Allah’ın aşkı, kalbde tam olunca, sahibi hakiki bir kul olur. Allah (Celle ve ala) dan, şerefli atalarımızın (özel olarak en üstünlerine genellikle diğerlerine salat ü selam eylesin.) mütabeatıyla cenabınıza, makamların en alası hasıl olmasını rica ederiz. Çünkü Allah (Celle ve ala) Kur’an-ı Kerim’in:

“Bütün noksanlardan münezzeh olan o Allah’tır ki, kulunu (Hazret-i Muhammed’i) geceleyin Mescidil Haramdan (Mekke’den) alıp etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya kadar götürdü” ve yine Kur’an-ı Kerim’in:

“Bütün alemlere bir korkutucu olsun diye, kuluna Kur’anı indiren Allan’ın şanı ne kadar yücedir” ve

“(Cebrail) vahy etti Allah’ın kuluna ayetlerinde, en şerefli olan ubudiyyet isini habibine seçmiştir.”

Lanetli hırsız şeytan ile, kötü nefis hiçbir şey olmayan bu fakiri çalmayıp, ta ki bu iki muzır şeylerin heveslerinden kurtulup tabilerinizden olması için şefkat gözü ile kendisine bakmanızı ve onu hatırınızda tutmanızı cenabınızdan rica ederiz.

 

Bu fakir ile yanında bulunanlar, bütün ev halkı ile başkaları da el ve ayaklarınızdan öperler.

Nisan 1335.

 

ALTMIŞSEKİZİNCİ MEKTUP

Bu mektubları toplayan fakir Muhammed Alaüddin’e, Allah onu, onun zümresi arasında haşr edip, nisbetini bu fakire nazil eylesin! İmam-ı Şafii’nin (Rahmetullahi aleyh) mezhebine göre, meyyitin terekesine varis olmayan veya ne velisi ne de varisi olmayıp meyyitin varisinden veya meyyitten izin almamış ecnebi kimse, müstakil olarak kendi malından veya meyyitin terekesinden, meyyitin fidyesini çıkarması caiz olup olmadığının beyanındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler alemlerin Rabbine mahsustur. Salat ü selam, Allah’ın yaratıklarının en iyisi olan Muhammed’e (Sallallahu aleyhi ve sellem), bütün aline ve ashabına olsun!

Bundan sonra, şunu derim ki, Garzan’a ulaştığımda, ahalisinin arasındaki büyük bir hadise ve fitne ile karşılaştım. Yatıştırılmasına çalıştımsa da şimdiye kadar tamamen ortadan kalkmamıştır. Fakat kalkması yakındır. Cumartesi veya pazartesi Verkanis köyüne gelmek azmindeyiz.

Sonra, şunu da derim ki: Aramızda meyyitin oruç fidyesi bahsi geçtiği zaman, orada bu mesele için bakacak kitab bulamadık. Dolayısıyla şimdilik o konu hakkında bir şeyler yazmasını arzuladım, Tuhfet El-Muhtaç, fidye bahsindeki Minhacin:

“Belki meyyitin velisi, meyyitin terekesinden tutmadığı orucun her gününe keffaret olarak bir avuç zahire çıkaracaktır.” İbaresinden şerhinde, demiş ki, Minhacin “meyyitin velisi terekesinden çıkaracaktır.” Kavlinden, meyyitin velisinden başka, meyyitin tutmadığı oruç fidyesinin vermesi caiz olmadığı anlaşılır, demiştir. Bu delilli bir hükümdür. Çünkü bu fidye mahda bedeni bir ibadet olan orucun beledir. Oruçtaki bu mahd mali kaydı ile, hacta hem mali hem bedeni ibadet kaydı olduğundan dolayı, meyyitin zimmetinde kalmış orucu, üzerinde kalmış hac farizasının hükmünden ayrılır. Bu konudaki fidye verilmesinin caiz olmadığının hükmü, meyyitin zimmetinde olan nezr ve diğer keffareti mucib olan, şeylerin hükümleri de böyledir. Burada Tuhfet El-Muhtac’ın ibaresi sona erdi.

Nihayet El-Muhtac’ın ibaresi ise, şöyledir: Meyyitin velisi değil de yabancı olan bir kimse, meyyitin kaza etmediği orucun keffaretini sırf mali bir şey olduğundan, meyyitin borcunu vermesi gibi, velisinden izin almadan keffaretini vermesi caiz midir? Veya fidye işi kendisi müstakil olarak yapması caiz olmayan bir ibadetin bedeli olduğundan, borcun edasıyla bu meselenin arasında fark olup veliden izin almaksızın fidye vermesi caiz değildir? Diye düşünülür. Fakat Zerkeşinin cezm ettiğine göre, ikinci şık fıkıh alimlerinin kavline daha yakındır. Burada, Nihayetül-Muhtac’ın ibaresi sona erdi.

Tuhfet El-Muhtaç haşiyesi İbni Kasım demiş ki, “Tuhfe sahibi Şerh’ul-Ubab adlı kitabında, El-Kadı’nın, yabancı kimse, veliden izin almadan müstakil olarak fidye vermesi caizdir dediği kavli, yabancı kimse, meyyetin velisinden izin almadan kazaya kalmış orucunu kaza etmesinin caiz olduğu denilen zaif kavlinin hükmüne göredir.” İbni Kasım’ın ibaresi sona erdi.

Bu konuda, İbni Hacer’in kitabı olan, Şerhi’l-İrşad’ın ibaresi de Nihayet’in ibaresi gibidir. Ancak Şerhu’l-İrşad’da, “Zerkeşinin cezm ettiğine göre” diye Nihayet’in bahs ettiğini zikretmemiştir. Daha sonra İbni Kasım devam ederek demiş ki, Şerhu’l-Ubab’ın bu naklinden, yabancı kimse, meyyitin veya varisinin izniyle, meyyitin kaza orucu yerine oruç tutması, caiz olduğu gibi, o şekilde keffaretini de vermesi caizdir. Ve meyyit, hayatında içtiği yeminlerin keffaretini de hiç birisinden izin almadan verebileceğinin lazım geldiği anlaşılır.

El-Behce kitabın şerhi olan İbni El-Kasım’ın ibaresi de şöyledir: Meyyitin akrabası velisi olmayan bir kimse, meyyitin hayatında kendisinden veya ölümünden sonra velisinden izin almadan meyyitin üzerinde kazaya kalmış orucuna bedel olarak, borcunun edası gibi, mali bir ibadet olduğundan, keffaret vermesi caiz midir? Yoksa bu meseledeki keffaret, bedeni bir ibadet olan, orucun bedeli olup yabancı bir kimse, müstakil olarak veremeyeceğinden dolayı borç meselesinden ayrılır, caiz değildir diye tereddüt edilir. Fakat bu iki fikirden ikinci şık, alimlerin bu hususta dediklerine daha yakındır. Sonra, Zerkeşi de bunun caiz olmadığına dair cezm ettiğini anladım. Zira demiş ki: Meyyitin varisi, üzerinde kazaya kalmış borcuna bedel olarak, fidye çıkarması, oruç tutması ile orucunu tutacak bir kimseyi icar etmesi durumların arasında muhayyerdir. Varis olmayan velisi ise, ancak mezkûr üç şeyden sonra ikisinin arasında muhayyerdir. Burada Zerkeşi’nin dediği sona erdi.

İbni Kasım, bu ibaresinden az bir kavlden sonra da demiş ki, lakin, meyyitin hiçbir akrabası olmayıp ne meyyitin akrabası ne de meyyit, hayatında kendisine o hususta izin vermemiş olan kimse, meyyitin üzerinde kazaya kalmış orucunun tutması caiz değildir. Zerkeşi’nin yukarıda geçtiği kavline göre de kuvvetli delile istinaden fidye vermesinin hükmü de böyledir.

Daha sonra İbnu’-Kasım, İbni El-Hacer’in kitabı olan, Şerhu’l-İrşad El-Sağır’dan naklen demiş ki, Zerkeşi’nin, meyyitin varisi olmayan akrabasına, kazaya kalmış orucunun keffareti vermesi caiz değildir, dediğini, Nevevi’nin, Tashihuttenbih kitabında, açıkça söylediği ve buna cevaz verdiği kavli, bu konudaki sözünü red eder. Lakin Zerkeşi’nin kavli de sahih olduğuna dair, şöyle cevab verilir ki: Nevevi’nin tek başına bir mesele hakkında diğer alimlerin kavlinden ayrılıp da müstakil olarak verdiği fetvaya Zerişi de diğer bazı alimlerin adet ve kaideleri azerine razı olmamıştır. Zerkeşi’den başka alimlerin açık sözlerinden anlaşıldığına göre, Nevevi, bu konudaki bu görüşte, yalnızdır. Burada İbni El Kasım’ın dedikleri sona erdi.

Yukarıda nakledilen ibarelerden anlaşıldı ki; fıkıh alimlerinin itimad eyledikleri şey, meyyitin keffaretini verecek kimse, varis olmasıdır. Zira onlar, bunu Zerkeşi’nin kavli ile takviye edip, Zerkeşi de varis olmasına cezm etmiştir. Şebramellisi ise, diğer mezkûr alimlerin dediklerine itimad etmiştir.

El-Şeyh İbrahim El-Beycuri ise, mezkûr alimlerin görüşüne muhalefet etmiştir. Nitekim kitabının metni olan İbni El-Kasım’ın kitabında “meyyitin terekesinden verecek” diye kavlinin beyanında, demiş ki: “Evet, meyyitin tereksi varsa, ondan keffareti çıkarılacaktır. Yoksa, velisi, hatta ondan yabancı olan kimse de izinsiz olarak, kendi malından meyyitin keffaretini vermesi de caizdir. Çünkü bu mesele, kendisinden izin almadan başkasının borcunu vermek kabilindendir. Bu ise, sahihtir. Burada Beycuri kitabının dedikleri sona erdi.

Tuhfe El-Muhtac’ın haşiyesi, Şervani de demiş ki, Beycuri buna ileri sürdüğü bu delilinden, meyyitin velisine ve velisi olmayan kimseye de meyyitin terekesi mevcud ise de kendi malından keffaretini verebilmesinin caiz olduğu lazım gelir. Burada Şirvani’nin ibaresi sona erdi.

 

Size ve yanınızda bulunanlara selam olsun! Ev halkımızdan soracak olursanız, az kimselerden başka şimdiye kadar, aralarında sıtma kalkmamıştır. Zail olması için Allah’a dua ediniz. Allah, efendimiz Muhammed’e, (Sallallahu aleyhi ve sellem) aline ve ashabına salat ü selam eylesin.

25 Kanuni evvel(aralık) 1341.

 

ALTMIŞDOKUZUNCU MEKTUP

Farkın (Silvan) müftüsü Siirtli Şeyh Abdurrahman’a, tarikatın bazı esaslarından olan sünneti seniyyeye mutabeat edilmesi meziyetleri, çirkin bidatlardan uzaklaşılması, salik, iktida eylediği mürşidine karşı, muhabbeti, ihlası ve teslimiyeti, nefisten kaçıp Allah’a yalvarması, nefsini bütün fazilet ve kemalattan ari ve kusurlu, bütün şer ve rezaletin kaynağı olduğunu bilmesi ve bununla ilgili şeyler hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Hamd, o Allah’a olsun ki; onu sevmek için, bize izin vermekle ihsan eyledi. Salat ü selam, Allah’ın muhabbetine kavuşmanın yolunu bildiren efendimiz Muhammed’in, alinin ve ashabının, zevceleriyle zürriyetinin üzerine olsun!

Bundan sonra bu mektub, yüksek eşiğin hizmetçisi olan fakirden, Allah yolundaki kardeşi, alim ve ilmiyle amel eden, temiz sülaleden, muhterem Müftü efendiye Allah onu mukarrabun temennilerine ulaştırsın!

Molla Muhammed Selim (Allah ona selamet versin!) ile gönderilen mektubunuz bu fakire ulaşıp okuduktan sonra, sevindi. Ondan iki güzel koku zahir oldu ki, her ikisi de Nakşibendi tarikatında esastırlar. Birincisi, Allah’ın muhabbetidir ki, O’na hiçbir meta bedel olamayan bir şeydir. Nitekim Mevlâna Cami (Kuddise sirruh) demiş ki:

“Dünyada kıymeti, bedeli olmayan hiçbir şey yoktur. Ancak Allah aşkının menkıbesi bedelsizdir.” buyurmuştur. Çünkü o aşk kalbdeki masivanın düşüncesini yakarak mahbub olan Allah’tan başkasına razı olamaz. Kişinin imanı ancak bu aşkla tamam olur. Hazret-i Peygamber’e âşık olmak, Allah’a âşık olmasına dayandığından dolayı Peygamber’den (Sallallahu aleyhi ve sellem): “Herhangi biriniz beni nefsinden, malından, veledinden daha çok sevmedikçe, hakkıyla iman etmiş olamaz.” Rivayet edilmiştir.

Öyle ise, akıllı kimse, ebedi seadete kavuşması için, mezkûr aşkı elde etmeye çalışması gerekir. İmam-ı Rabbani, Nakşibendi tarikatının aslı, Peygamber’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) sünneti seniyyesine uymakla Allah ve Resulu onlardan razı olmayan bidalardan kaçınmak ve mürid uyduğu mürşidin sevmektir. İşte bu iki vasıfta gevşeklik hasıl olsa, ki Allah, bizi ve sizi ondan korusun! Letaifi göğe bile ulaşsa, zarardadır. Çünkü o latifeleri, göklere kadar yükselmesi, cezalandırılması için, bir istidraçtır. Bunun için Nakşibendi tarikatı diğer tarikatların en alası olmuştur. Allah’a kavuşmak arzusunda olan kimse, sünneti seniyye mütabeat etmeye, mürşidini sevmeye çalışması lazımdır. Zira onu sevmek, Peygamber’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) mütabeatine sebeb olup onun muhabbetine Allah’ın muhabbeti de terettüp ederek kendisi de Allah’ın sevgili kulu olur. Allahü teala Kuran-ı Kerimde, “(Resulüm) de ki, eğer siz Allah’ı seviyorsanız, Hemen bana tabi olun ki, Allah da sizleri sevsin!” buyurduğu ayet-i celilesi buna kesin bir delildir.

Sünneti seniyyenin mütabeatinden maksad, azimet olan amellerle hatta her dört mezheb imamlarının üzerine ittifak eyledikleri şeylerle amel etmek demektir. Mesela: Birisi, Şafii olup da bedeninden kan alsa, Ebu Hanife’nin (Radıyallahü anh) mezhebine riayet etmek için abdest alacaktır.

Üstad-ı azam (Radıyallahü anh) mütabeatten sonra, bu tarikat şu üç esas üzerindedir;

  1. A) İhlas, yani özellikle mürid kendi hidayetinin mürşidinin elinden olduğunu bilmesi
  2. B) Muhabbet, (mürşidine sevgisi) onu başka kimselere hatta mürşidini kendi nefsi üzerine bile tercih etmesi.
  3. C) Mürşide teslim, yani müridin aklına ve düşüncesine muhalif de olsa, mürşidi kendisine emrettiği şey ile amel etmesi demektir.

Alaüddin El-Attar (Kaddesallahü sirreh) sırf mürşidine taklid ile bu tarikata giren kimse, kurb mertebesine (Allah’a manevi yakınlık mertebesine) ulaşacağına zaminim (üzerime alırım), diye buyurmuştur.

Bu mektubun başlangıcından bahsi geçen Nakşibendi tarikatının ikinci esası, salik kendini hiçe sayıp görmemesinden peyda olan Allah’a yalvarması haletidir. Nefsi görmemek bu tarikatta büyük bir temel olup, birçok manevi faydalar terettüp eder. Zira evinde ekmek bulamayan kimse, bir parça ekmeği elde etmek için, birçok kapıları dolaşır. Bunun dirimi böyle iken, Mevla’nın (Celle ve ala) hakkında kendini kusurlu çalışması için, paçayı sıyırıp nefsini tembellikte bırakmaması layıktır. Salik kendi nefsini görmemesinin manası, kendisi hangi maddeden yaratıldığın düşünmesi demektir. Çünkü sabit olduğu üzere, kendisi yoktan var olmuş yokluk ise, şer ve fesad kaynağıdır. Öyle ise, ondan yaratılan kendini nasıl beğenir veya iftihar eder? Halbuki, emaneten başkasının elbisesini giyen şahıs gibi, kendisine hasıl olan iyi sıfatlar onun malı olmayıp, Mevla’dan (Celle ve ala) hasıl olmuştur. İşte salik de bu düşünce tamam olunca, yani kendisindeki mevcut kemalat Allah’dan (Celle ve ala) oldukları ve nefsini şeni, çirkin hatta sırf bir yokluk bilen kimse, rabbini de bilir. Buna Peygamber’in (Sallallahu aleyhi ve sellem): “Kendini bilen gerçekten rabbini bilir.” Buyurduğu hadisin manası da budur. Bir kimsede bu görüş adet olup, cibilliyyetin de yerleşse daima manevi makamlara yükselip göz kırpmak gibi az bir zamanda bile bir manevi makamda duraklamadan yükselir.

Mektubunuzun cevabı tehir oldu ise de dolayısıyla bu fakir, kınanamaz. Çünkü eşyaların vücuda gelmeleri, Allah tarafından onlara tahsis edilen zamanlarının rehinidirler. (Yani yaradılış zamanları gelmeyince, meydana gelmezler.)

El-Şeyh Muhammed Sadakanın ellerinden öper, duasını dileriz. Size ve kardeşlerinize, Molla Hüseyin’e selam eder, duanızı diler, hepinizin hatırını sorarız. Talebelere hususi ve umumi olarak bütün Farkin ahalisine selam ederiz. Allahü Teâlâ, efendimiz Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün alinin, ashabının, ezvac ve zürriyetinin üzerine salat ü selam eylesin!

 

YETMİŞİNCİ MEKTUP

En yüce halifesi Zokaytli El-Şeyh Abdülkahhar oğlu Şeyh Mahmud’a, muhabbet ve şiddetli talebin fazileti, bazı haletlerinin tefsiri, en kâmil ve en tam bir şekilde Vahdetü’l-Vücud makamının iki kısmı olan şühudiyye ile ilmiyyenin beyanı ve insan kendi nefsinin kusurunu bilmesinin fazileti ile bütün bu konularla ilgili şeylerin hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Hamd o Allah’a olsun ki, bizi bu nimete kavuşturdu. Eğer, Allah bizi hidayet etmeseydi, kendiliğimizden hidayet yolunu bilemezdik.

Şübhesiz Rabbimizin peygamberleri hakkı getirmişlerdir. Özel olarak Peygamberlerin efdallarına ve umumi olarak da diğerlerine, Peygamberimizin (Sallallalü aleyhi ve sellem) ve onların al ve ashabına Allah’ın salat ve selamları olsun!

Bundan sonra, bu mektub alem kutbu kaymakamının (Radıyallahü anh) perverdesinden, Allah yolundaki kardeşi, Allah için dostu Şeyh Mahmud’adır. Allah, onu nefsani arzularından sıyırıp Allah’ın (Celle ve ala) irade eylediği şeylere amel etmek için, ömrünü uzatsın!

Molla Muhammed Emin adresi üzerine gönderilen mektubunuz perverdeye ulaştı. Ona baktıktan sora, neşesi arttı. Çünkü o, Allah’a giden bütün yolların en ala ve yakını olan Allah’ın muhabbet bahsini içine almıştır. Muhabbet nasıl en yakın yol olmasın ki? İnsanın kalbinden masivayı yakma ve yok etme keyfiyeti ancak onunladır. Ondan mahrum olan kimse, hayvanlar sınıfından olup, ruhtan boş olan su ile çamur kısmından sayılmaktadır. Nitekim bu mealde Farsça bir şiirde şöyle denilmiş:

“(Allah’ın) aşkından boş olan yürek hakikatta kalb değildir. Gönlünden Allah aşkının derdi olmayan bir beden, su ile topraktan başka bir şey değildir.”

Gönül Allah’ın aşkı vasıtasıyla, sayılmayacak ilahi feyzlerin tecelliyatının merkezi olur. Dolayısıyla gönül, hayvanlara, köpeklere ahir olmakatn da kurtulur. Şiir:

“Ey kardeş! Sen, ancak düşünceden içindeki düşündüğünden ibaretsin. Diğer kalan kısmın kemik ile kılsın. Eğer içindeki düşüncen, manevi varlığın gülse, gül bahçesisin, dikense külhanesin.”

Mektubunuz, size haletlerden hiçbir manevi halet, onunla ölçülmeyen şiddetli talebin hasıl olduğuna da şamildir. Çünkü şiddetli taleb, Allah’ın muhabbetinden peyda olur. Üstad-ı azamı (Kuddise sirruh), Gavs-ı azam (Kuddise sirruh) yemeğin tadını almaz diye medh ederken yemekten zevk almaması, yani talebinin şiddetindendir, der. Yani ondan tad duyulmaması hasıl olan sekr haletindense, bu bir noksanlıktır. Şiddetli talebtense, methin son derecesinden ibaret olduğuna işarettir.

Mektubda, kainattaki şeyleri görmekten, onları yaratan Allah ü Sübhanehü ve Teâlâ’nın azametinin tefekkürü bana hasıl olur, diye yazılan halet Allahü Teâlâ’nın efalinin manevi tecelliyatları kısmından olup bu haletin devamı, yaratan ile mahlukun (yaratıklarına) maneviyatta birleşme peyda olmasına sebeb olur. Ki ehli tasavvufun nezdinde bu ittihad, bütün eşyaların kendilerine nazar her ne kadar varlıkları madum (yok) olsa bile, yine Allah’tandırlar diye tarif edilmiştir. Bundan anlaşılıyor ki, ehli tasavvufça eşyalar, gözle görüldükleri halde varlıkları düşünmeksizin Allah’ın icadıyla olduğu düşünülür. Ta ki o düşünce, kainattaki varlıkların bekaları için Allah’ın inayetinden olduğu görüşüne sebeb olsun.

Bazı vakitlerde sizden gayri ihtiyari sadır olan sesin hikmeti, kalbinize varid olan Allah’ın manevi tecelliyatındandır. Ki onlar yukarıda bahsi geçen ittihad haletinden aladır.

Sırf hayalinizle, kainattaki eşyalara, vücut ve hakikat olmadığını görmek meselesi ise, o halet, eşyeların hakikatte mevcut oldukları veya mevcut olmadıklarını bilmekle midir? Yoksa yalnız mıdır? Diye mektubda beyan edilmedi. Çünkü, tasavvuftaki bu halet, vahdetül vücud makamındadır. O ise, iki kısımdır. Birincisine: Şuhudi vahdetül vücud denilir. Ki sabahleyin güneşin doğuşundan batışına kadar, gökte yıldızlar mevcut olduğu, lakin güneş ışıkları onlara öyle galebe etmiş ki, yıldızlar onun karşısında, mahv olup, eserleri bile görünmez bir hale geldiklerini bilen bir kimse gibi salikin üzerinde, Allah’ın varlığından başka, kâinatta bulunan eşyaları görmeyip bununla beraber, eşyaların mevcut olduğuna dair bilgisi vardır. İşte, aynı şekilde kalbi Allah’ın muhabbetiyle dolup ona taalluk ederek, Allah’ı (Celle ve ala) tefekkür etmekten başka, kalbinde hiçbir şeyin düşüncesi yerleşmemiş, bu tefekkür kalbinin bütün etrafını doldurmuş kimsede hariçte eşyalar mevcut olduğunu bildiği halde, Allah’tan başkasını görmez. Bu halet El Vahdetül Şuhüdiyye diye tesmiye edilir. Yüce zatlar, bu kısmından uzaklaşmayıp, ancak parlak şeriat alametlerinin eserleri silindiği bir zamanda onları halka tebliğ etmek nedeniyle bu haletin talebini terk ederler. Fakat bu terkleri, haşa ve kella bu halette bir noksanlık olduğu için değildir.

İkinci kısmı, ilmi vahdetül vücuddur. Ki bu kısmın üzerinde durmayıp ondan geçmek lazımdır. Bazı zatlar, bunda hayret edip kalmışlardır. Bu kısım şöyle tarif edilir ki: Salik kâinatta yalnız, tek bir varlık olduğunu bilip görmesidir. Fakat o vücut uluhiyyet mertebesine, mabud ve vacibül vücuddur. İmkân mertebesinde, mümkün olup ilahi hüküm ve teklifleri ona taalluk eder.

Bu düşünce Sofestaiyye mezhebine muhaliftir. Çünkü onlar, cehalet ve inatla ifrat ederek, hiçbir şey hatta yüce Allah’ın mevcut olduğunu da ispat etmezler. Ama ilmi vahdetül vücut kısmı hakkında, mezkûr bu kavlin sahibi bütün eşyanın hakikatlerini ispat eder. Ancak kalbi üzerine Allah (Celle ve ala) azameti şiddetle zahir olmasının tecellisinden çeşitli imtiyaz düşüncesi aklından silinip, mümkün ile vacibin arasındaki sırf müşterek noktası olan vücut zihninde kalır.

Rivayet edilir ki, şeyhin birisi Ey, Rabbim! Firavun, kavmine “Ben sizin en yüce rabbinizim.” Deyince, onu rahmetinden kovdun. Mansur (El-Hallac) (Kuddise sırruhu)

“Ben hakkım (Allah’ım).” Dediğinde, onu kendine yakın dost edip yaklaştırdın, dediği üzerine, gaybiyeden ona cevab verildi ki: Firavunun kalbine inat serkeşlik, kibir galebe ettiğinden, beni görmedi de kendine uluhiyyet ispat etti. Mansur ise, ona, benim aşkım ve azametim galebe edip, kâinatta benden başka hatta kendi nefsini bile görmediği için, aklında benden başka bir şey kalmayıp, “Enel hak (Ben Allah’ım)” dedi. O, kullandığı bu cümledeki, ben kelimesinden kendi nefsini kasd etmeyip, belki Allah’ı (Celle ve ala) kasd etti.

Bu ikinci kısım ilmi bir mesele olup, manevi haletler ile ilgisi yoktur. İzah edilmesi bu mektubda layık değildir.

Şayet size hasıl olan halet, mezkûr vahdet-i vücudun birinci kısmındansa, onu azı dişlerinle ısır tut, bırakma! İkinci kısımdansa, ondan korkma! Çünkü birçok manevi şeylerin husulüne sebeb olması mümkündür. Keşke o halet sizden zail olmayıp da mektubla arz ettiğin zaman kadar sabit kalsaydı, mektubu gönderdiğin vakte kadar da o haletten sizde bir nebze kokusu kalmıştı. Şayet birinci kısımdansa, kâinat zerrelerinin vücud düşüncesi kalbinden gaib olup manevi görüşünde Allah (Celle ve ala) dan başka bir şey kalmayıncaya kadar çalış! Celal lafzının (Allah kelimesinin) zikrine devam et ki, bahs ettiğin sendeki titreme gidip sükûnet hasıl olsun.

Kalb cemiyyeti, (Allah’tan başka bütün eşyaların düşünceden sıyrılması) ile kuvvetli manevi huzur size hasıl olduğundan bahs ettiğin haletler ise, Allah seni her iki halet üzere sabit eylesin. Sende en tamam bir şekilde tekâmül olmaları için, rabıtaya devam et! Çünkü rabıtanın o şekildeki olması, her iki haletin en tamam bir şekilde hasıl olmalarına sebeb olur. Kalbde rabıtanın tecellisi ne kadar tamam ise, Allah’ın manevi huzuru, ondan daha üstün olarak zahir olur.

Sendeki bu haletlerin husulü ile beraber, kendini kusurlu görmeniz ise, Allah’ın (Celle ve ala) kendi kusurunu görene ihsan eylediği nimetlerdendir. Topraktan yaratılan ile, sahiblerin sahibi olan arasında ne gibi bir münasebet olduğu düşünülse, insandaki kusur nasıl görünmesin?

Şeyh Abdullah El-Ensari (Kuddise sirruh), buyurdular ki, Allah’u Teâlâ ibadete müstahak olduğu için ona ibadet etmiyorum. Ben nerde? Ta ki ona müstahak olduğu ibadetini yapmam nerde? Onu sevdiğim için de etmem. Çünkü muhabbette de nefsin görünmesi vardır. Hiçbir menfaat mukabilinde de yapmam ki, ücretli bir işçi gibi olayım. Belki ona yaptığım ibadetten maksadım, yalnız emrine imtisal etmek içindir.

Bu haletlerin nef’i ile isbat (La ilahe illallah) zikrini yapmaktan sana peyda olduğunu demeniz ise, o mümkündür. Belki birçok zamanlarda o halet her ikisinden hasıl olur. Bazı vakitlerde, zikri Celal’den (Allah) lafzı zikretmeden hasıl olan Allah’a (Celle ve ala) karşı kalbin cezbesinden de olur. Zikri Celal dan hasıl olan bu halet (Vahdetül vücud), Celal’deki haletten kulun hayaline bile o sıfat gelmeyip belki ancak sırf ona Allah’ın (Celle ve ala) keremindendir.

Mektubda, Masumun annesinin hastalığından bahs etmediğinizden taaccüb edilir. Şayet hastalığı iyileşmesi dolayısıyla, bir yere gitmeniz mümkünse ve bundan başka arz edilecek bir şey’e ihtiyacın kalmışsa, buraya gel! Yoksa, Atmankan kabilesine git! Sizden, annenizden dua taleb edildikten sonra, size, çocuklarınıza, yanınızda hazır bulunanların ve hidayete tabi olanların cümlesine selam olsun!

 

YETMİŞBİRİNCİ MEKTUP

Kullarda cüzi ihtiyari olduğu meselenin en mükemmel bir şekilde tahkiki ve beyanı, Eşariye ile Matüridiye’ye göre, kesb ile irade-i cüziyyenin arasındaki farkı hakkında şerefli pederinin halifesi Bitlisli Molla Mustafa’yadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler, o Allah’a olsun ki, zatının, sıfatlarının fiillerinin marifetinde ariflerin akılları hayrette kaldı. Sıddıkların en büyük zatları da bunların idrakinden aciz olduklarını itiraf ve ikrar etmişlerdir. Salat ü selam, ilk ve son insanların efendisine, güzel ve temiz ruhlu aline ve ashabına olsun!

Bundan sonra, bu mektub alem kutbu kaymakamının (Radıyallahü anh) perverdesinden, şerefli efendi, en muhterem dost, Üstadı azamın halifesi ve kâtibi, sıdk ve vefa kaynağı olan Molla Mustafa’yadır. Allah onu, dünya ve ahiretteki afetlerden korusun!

Mektubunuz perverdeye geldi. Ona bakınca, sıhhat ve selametinizden haber verdiği için, yüzünde gülümseme belirdi. Sonra mektubda kulun ihtiyari fiillerinden bahs eden sualiniz çıktı. Hatta onda delil, Kur’an-ı Kerimin;

“Halbuki sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır.” Ayeti celilesini de yazmışsınız.

Ey efendim! Bu konu kelam ilminin en derin ve ince meselelerindendir. Hatta El-Şeyh Abdülvahab; El-Şarani, El-Levakit ve El-Cevahir adlı kitabında, Şeyh-i Ekber (El-Muyiddin B. Arabi’den) (Kuddise sirruh) (560-637) naklen demişki: Halku’l-ef’al (fiillerin yaratılışı) meselesinin şekli, arapça alfabesindeki! lam, elif” harfine benzer. Zira bu harf hem la hem elif harflerinin şeklini gösterir. Bu çaprazlı harf şekli kimse, çaprazın hangi lam olduğunu bilmez ki, diğer tarafı elif olduğunu bilsin. İşte kuldan zahir olan fiili de buna benzer. Zira yukarıda geçtiği üzere, Allahü teala Kur’an-ı Kerimde, “Halbuki sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır.” Diye buyurmuş ve onlara ibadet yapmalarının teklifiyle hitab eylemiştir. Demek ki kuldan sâdır olan fiilde hem Allah’ın hem de kulun müdahalesi olması gerekir. Burada El-Şeyh Abdülvahab, El-Şarani’nin kavli hülasa olarak sona erdi.

İşte, perverde, bunun için bu konuda konuşma istemedi. Lakin beyanı için ısrarda bulunduğundan dolayı, emrinize imtisalen konuştu. Bu konuda hak olan kavlin beyanından maksat anlaşıldığı için, geniş izaha ve bu konu hakkında muhtelif kavillerin nakline ihtiyaç yoktur. Çünkü hak tek bir kavlin beyanı ile mesele hal olup açıklanır. Bu konuda zahire göre, üç kavil olsa da ancak hakikatta doğru olanı birdir. Onlardan birisi, selef alimlerinin kavlidir ki, müteşabih ayet ve hadisler gibi bu konunun hakikatın Allah’ın (Celle ve ala) ilmine havale edip ondan bahs edilmemesidir. Hatta selef alimleri bu hususta ne cebr, ne de tefvid (havale etmek) vardır demişlerdir. Nitekim selefin bu kavlini, Mevlâna Halid Zül Cenaheyn hazretleri El-İkdul cevheri filfarkı beyna kesbeyil Maturidi ve El-Eş’ari adlı kitabında, açıkça bildirerek demiş ki, İmam-ı Maturidi (Rahmetullahi aleyh) verâ için selefin görüşüne mütabeati ve biatçı taifeden uzak olduğundan dolayı kulun ihtiyari fiilleri hakkındaki mezhebini kaleme almamıştır. Bunun içindir ki, ashabı da (talebeleri) bu konuda muhtelif görüşlerde bulunmuşlardır. Mevlâna Halid, daha sonra demiş ki, İmam-ı Eş’ari (Rahmetullahi aleyh) ise, mutezile ve bidatçı taifeleri arasında olup, meşhur olduğu ve kitablarda yazıldığı üzere, ilk olarak kendisi mezkûr taifelerle, akaid meseleleri hakkında münazara etmek belasına düştüğü için, mezhebini hakkıyla beyan etmeye muhtaç olmuş ve ashabı arasında müşterek olarak tevatür yoluyla rivayet edilmiştir. Sora İmam-ı Eş’ari son kaleme aldığı ve mezhebinde ona itimat edildiği El-İbane fi usulüd diyanet adlı eserinde, bidatçı taifelerin bana karşı, devamlı direnişleri olmasaydı, efali ihtiyari hususunda hiçbir şeyden konuşmayacaktım. Diye özür dilemiş ve müteşabihat hakkındaki mezhebi ise, selef alimlerin mezhebi gibi, tefvid olup tevil olmadığını açıkça bildirmiştir. Burada hülasa olarak ve kitabından alınmış ayrı ayrı Mevlâna Halid’in naklen ibaresi sona erdi.

Taftazani eserleri olan Makasıt kitabı ile şerhinde demiş ki, yukarıda beyan edilip anladığın üzere, deriz ki, bu konudaki doğru görüş, bazı selef alimlerinin dedikleri gibi kulun ihtiyari fiilinde hiçbir cebr, ne de büsbütün kendisin terk etme olmayıp lakin bu iki haletin ortasındadır. Burada Taftazani’nin dedikleri sona erdi.

Taftazani’nin bundan maksadı, kul yaptığı fiillerinde mecbur değildir büsbütün kendisine işin yapılması da terk edilmemiştir. Nitekim rivayet edildiğine göre, İmam-ı azam Ebu Hanife, Allah ondan razı olsun! Cafer El-Sadık’dan, (Radıyallahü anh) Allahü Teâlâ, işin yapılmasını kullara terk etmiş mi? Diye sorduğunda, Cafer, (Radıyallahü anh) Allah, (Celle ve ala) kulun fiillerini, herhangi birisine terk ve havale etmekten çok uzaktır. Sonra Ebu Hanife, peki Allah, kulları ihtiyari fiillerin yapmasında zorlamamış mı? Cafer, şübhesiz Allah (Celle ve ala), kullarına fiilleri yaptırmaya zorlayıp da sonra onlara azab vermekten münezzehtir, diye buyurdu.

Bu nakillerden Hakk ehlinin mezhebi bir olup o da selefin mezhebi olduğu zahir oldu.

Mevlâna Halid, (Allah bizi onun sırlarıyla kutlasın!) yukarıda adı geçen kitabında demiş ki: Bu miskin kulun bu konudaki mezhebi, aynı selefin mezhebi ve Hazret-i Ebu Bekir’e mensub olan tarikatı, sahabiler ve yüce tabiinlerin tarikatı olduğu için, onların yasak eyledikleri konuya dalması, kendisine zor gelmektedir. Lakin anlaşılan lüzum ve ihtiyaç beni bu hususta konuşturmaya sevk etti. Burada Mevlâna Halid’in dedikleri sona erdi.

Biz de onun tabilerinden olduğumuz için, bu meselenin hakkındaki tartışmadan vaz geçip ondan bahs etmemek layıktır. Lakin halkın suali, bizi ondan bahs etmeye mecbur etmiştir. Yukarıda geçen nakillerden kulun ihtiyari fiilleri büsbütün kendisine terk veya cebr yoluyla olduğu hakkındaki fikir tartışmalarını anladığına göre, biz de bir çok ayet ve hadislerle emir ve nehiylerin çoğu ile mükellef olduğumuz düşünülürse, o tartışmaları bırakıp, emir ve nehiylerle amel etmeye önem verip onlar çalışmamız lazımdır.

Mektubunuzda demişsiniz ki, kul için hiçbir fiil ve kesb yoktur. Halbuki bu görüşün, kelamcıların fiilin kesbi, kuldan icadı, Allah’tan olduğu diye açıkça söylediklerine muhaliftir. Kelamcıların bu kavli bütün ehl-i sünnet vel cemaat taifesinden olan Eş’ari ile Maturidilerce sabittir. Ancak kasbin manası hakkında her iki taife arasında görüş itibariyla az bir fark vardır.

Mevlâna Halid, Allah bizi onun sırlarıyla kutlasın. Mezkûr risalesinde, demiş ki: bilmesin ki Matüridilerce, kulun irade i cüziyesi, kesb demektir. Kulun ihtiyari ve arzusuyla kendisinden sadır olup kendi kudretinin esiridir. Çünkü onların tahkik edici alimlerinin ittifakı ile kul, herhangi bir şeyin mucidi olduğunu men etmişlerse de, lakin kuldan hakiki bir şey kendisinden mevcut olması lazım gelmeyecek şekilde, ona ispat edilen izafe ve nisbetlerin ihtilafına sebeb olacak kadar bir kudret sahibi olduğuna cevaz vermişlerdir. Burada Mevlana’nın dedikleri sona erdi.

Nisbet ve izafe olan vasıflar, hariçte hakiki bir varlık olmadıklarından dolayı, kula ispat edilip, bundan hariçte bir varlık olduklarına sebeb olamaz. Zira nisbetler, izafeler kelam alimlerinin cemaatine göre hariçte mevcut olan şeyler değillerdir. Öyle ise, kuldaki kudret ve güçten hiçbir şeyin varlığında tesiri olması da lazım gelmez.

Sözün hülasası, Allahü teala kulda külli ihtiyari ve külli iradeyi yaratmıştır. Her ikisi de durumları da cüzi ihtiyarlar ve cüzi irade gibi bir şeye taallük etmektir. Bu taallük itibari bir şey olup, hariçten bir varlık değildir. Binaenaleyh bundan, kulun ne bir şey yaratması ve ne de müdahale etmemesi lazım gelmez.

Daha sonra mezkûr imam, yine aynı risalede demiş ki, kulun iradei cüziyesi, Allahü Teâlâ ondan hemen sonra yarattığı fiile bir şart ve âdi bir sebebdir. Fiilin, taat veya masiyet vasfıyla muttasıf olmasına taalluk eder. Bu tıpkı bir yetim çocuğa şamar vurmak gibidir. Şayet ondan maksat, onu terbiye etmek ise, taattır. Hakaretse, masiyettir. İşte bu taalluk itibari bir şey olup, bir varlık değildir.

Mevakıf ve diğer kitabların yazdıklarına göre, Eşarinin bu husustaki görüşü ise, kesgilcatta tesir etmemek şartıyla kulun kudreti, iradesi makdurla (yaratılan şeyle) beraberliklerinden ibarettir. Bu mukaranet (beraberlik) Allahü Teâlâ tarafından makdurun kendisindeki iradenin sarfına tabidir. İradenin sarfı, kul bir fiilin yapması veya yapmamasından birini kendisine tercih etmek demektir. Bilindiği üzere, irade ise ilme ve bilgiye tabidir. İradenin sarfı, kul bir fiilin yapması veya yapmamasından birini kendisine tercih etmek demektir. Bilindiği üzere, irade ise ilme ve bilgiye tabidir. Dolayısıyla iradenin muktezası da ilme tabidir. Mesela; kul taat yapmakla ve günahlardan sakınmakla mükellef olduğunu ve bunlara riayet etmesi karşılığında Allahü Teâlâ kıyamet gününde mükafat olarak, şerefli zatına baktırmayı, ebedi nimet olan cenneti on vereceğini va’d ettiğini bildiğinde, bu bilgi onu taat etmeye sevk eder. Nitekim lanetlenmiş şeytanın vesveseleri, nefsi emmarenin yardımıyla günah işlenmesine sebep olur. Kuldaki iradenin taalluku bir tarafa yani masiyet cihetine yönelir. Kul, iradesinde mecbur oluşu, kendisinden sadır olan fiillerinde cebr olması lazım gelmez. Yani Allahü Teâlâ onda, fiil için cebirsiz irade yaratmış, lakin yukarıda geçtiği üzere, kuldaki kudret, hiçbir şeyin icadında tesiri olmayıp, fiilin yapmasına vaya yapmamasına dair kalbinin kattı azminden ibaret olduğunu anladın.

Matüridi ile Eşari mezheblerinin arasındaki fark şöyle özetlenebilir ki, Matüridilerce, kuldaki kudretin eseri, nisbet ve izafelerdir. Eş’arilerde ise, kuldaki kudretin hiçbir tesiri yoktur. Her iki taife dahi, fiilin icadında kuldaki kudretin hiçbir tesiri yoktur. Her iki taife dahi, fiilin icadında kuldaki kudretin hiçbir tesiri olmayıp belki, tesir Allah’ın (Celle ve ala). Ancak, mecburi değil, adeti üzere, kulun kesbinden sonra, fiilin icadında Allah’ın tesiri olur.

Allah’ın salat ü selamı, efendimiz Muhammed’in, (Sallallahu aleyhi ve sellem) alinin ve ashabının üzerine olsun!

 

YETMİŞİKİNCİ MEKTUP

Kocası belli veya kendisi belirtmiş olan bir kadın, eşinin ölümü veya hayatta olup da kendisini boşadığı ve iddeti de tam olduğu dolayısıyla şer’an ondan ayrıldığına dair, davasını isbat etmedikçe, hâkim, davasını tasdik edip de başka bir kimseye evlendirmesi caiz olmadığı, mutlaka (ister kocası muayyen olsun veya olmasın) onu başkasına evlendirmesi caiz olduğunun ve tevliyyet ile tahkimin bazı şartlarının beyanı hakkında bazı alimlere yazılmıştır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler, alemlerin rabbı olan Allah’a mahsustur. Salat ü selam, Peygamberlerin efendisinin (Sallallahu aleyhi ve sellem) temiz alinin ve ashabının üzerine olsun!

Bundan sonra bize gelen bir mektubda kadının birisi, bir köye gelerek, kocam beni boşamış ve iddetim de tamam olmuştur, dedi. Binaenaleyh kadının dediği bu sözü kabul edilip de evlendirmesi sahih midir? Diye bir sual vardır. Sorulan bu suale cevaben dedim ki: Mezkûr kadın kaâzıya gidip de “ben falan kimsenin zevcesiyim, beni boşamıştır” diye kocasını ismen belirtse, kaâzının nezdinde şahidlerle boşanmayı isbat etmesi lazımdır. Eğer, kendisi kocasını tayin etmeyip (tanıtmayıp) halk tarafından da bilinmezse, kaâzı, davasını tasdik ederek başkasıyla onu evlendirebilir.

Kadının özel velisi ise, eğer onun mezkûr davasını tasdik etse, kocasının bilinip bilinmemesi arasında hiçbir fark olmayıp onu evlendirebilir. Tuhfetül-Muhtac, remli ve diğer bütün Şafii mezhebinin kitabları bunun sarahaten bildirmişlerdir. Tuhfetü’l-Muhtac kitabının ibaresi şöyledir: “Velisi hazır olmayıp, evlenmesine bir mâni de bulunmadığı takdirde, şer’an nikahsız olduğu davasında bulunan mezkûr kadının davası hâkim tarafından tasdik edilir. Fakat davasının isbatı için, kendisinden şahid istenilmesi sünnettir. Şahid ikame etmezse, hâkim ona yemin içtirecektir.” Bu ibareden bir satır sonra, demiş ki: Bahsi geçen kadın, bu davasından önce, başka muayyen birisiyle evlendirilmesi bilinmediği takdirde, hâkim davasını tasdik eder. Muayyen olan birisiyle evlenmesi bilinirse, kocası beldede hazır bulunsun veya bulunmasın, hass velisi değil, hâkim onun evlenmesinin sahih olabilmesi için, hâkimin huzurunda davanın isbatı şarttır.

Bu ibarede “Kocası bilinmeyen” mealinde geçen tabir, Tuhfet’ül-Muhtac’ın haşiyesi Abdülhamid El-Şirvan’ındır.

Daha sonra Tuhfetü’l-Muhtac, kaydına, Nevevi ile Rafii’nin kavilleri de delalet etmiş ve bu konuda alimlerce yapılan zun fikir tartışmasından sonra mutemet olanı da budur. Gerçi alimlerden bir cemmat kadın davasında hatta kaazının nezdinde eski muayyen kocasından da bahs etse bile, dediği kabul edilir. Çünkü İmam-ı Şafii’nin ashabı, muamele akidlerine ait hukuki davalarda akid sahibinin söyledikleri muteberdir. Bunun için, birisi, ben bu cariyeyi falandan satın aldım, deyip bilirttiği adamdan satın aldığı sabit olmadan kendisinden satın alınması caizdir, diye söyledikleri sözleri kıyas ise de lakin nikah hususunda daha çok ihtiyatlı davranılır.” Maksudumuz olan konuya ait Tuhfetü’l Muhtac’ın ibaresi sona erdi.

Nihayetül Muhtac’ın ibaresi de aynı Tuhfe’nin ibaresi gibidir. Büceyeremi, Ziyadi’den özetle, Nihayet’in ibaresini şöyle nakletmiştir: “Kadın üzerimde herhangi bir nikah yoktur veya iddette değilim.” Diye davada bulunsa, sabık bir nikahı bilinmedikçe evlendirmesi caizdir. Daha önce, nikahlı olduğu bilinip de kocam beni boşadı veya öldü ve dolayısıyle iddetim de tamam olmuş, diye dava ederse, özel velisi için onu evlendirmesi caizdir. Fakat Velliyy’ul Amm ın nezdinde davası sabit olmadan hâkim onu evlendirmez. Burada, Büceyremi’nin naklen ibaresi sona erdi.

Mektubda bahs konusu olan adamın, kadın evlendirmesi için, “Bize izin vererek onu tezviç ettik” diye söylediği sözüne ait verilecek cevab kaldı. Onlara da şöyle cevab verilir: Şayet, nikah Hanefi mezhebine göre kıyılmışsa, sahihtir. Çünkü hanefi mezhebinde kadın birisini kendisine veli edinip ona nikah iznini vermesi de caizdir. Şafii mezhebine göre kıyılmışsa, kadın kendi nikah iznini başkasına verip de onu kendisine veli edinmesi caiz değildir. Belki evlenecek kadın ile erkek, bir kimseyi aralarında muhakkem tayin edip, sonra kadın nikahı için o şahsa izin vermesi lazımdır ki, sonra muhakkem onu evlendirir. Tuhfetü’l Muhtac kitabına göre, muhakkem olacak şahısda şu şartların mevcud olması gerekir: Beldede müctehid bir hâkimin bulunmasıyla kendisi müçtehid ve adaletli olması veya beldedeki kaâzıdan başka, müçtehid bir kimse bulunmasıyla muhakkemin müçtehid olmayıp da adaletli olması şarttır. Ancak bu son şart da ehil olmazsa da beldede hâkimin mevcud olmaması gerekir. Fakat hâkim de değerli bir para mukabilinde tezviç ettiğini adet edinmişse, yine muhakkem onu tezviç edebilir.

Allah, efendimiz Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem), alinin ve ashabının üzerine salat ü selam eylesin.

 

YETMİŞÜÇÜNCÜ MEKTUP

Faziletli, bilgin, ilmiyle amel eden Hazret’in (Kuddise sirruh) kız kardeşinin oğlu ve şerefli pederinin halifesi, El-Fani Fillah El-Baki Billah Norşinli Molla Abdullah oğlu Molla Muhammed Baki’ye, Allah, bizi onların sırlarıyla kutlayıp, derya gibi nurlarından faydalandırsın. Bazı vakıa ve rüyaların tabirinin, mürşid ve onunla ilgili rüyalardan başka rüyalar, muteber olmadığının, onu rüyada görmesi, müridin kendisiyle irtibatına delalet ettiğinin, ancak taat ve ibadetinin devamına itibar edildiğinin beyanındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler, evvel, ahir, zahir ve batın olan Allah’a mahsustur. Salat ü selam evvel ve ahiretin efendisi olan Hazret-i Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) iç ve dışlarında ona tabi olan alinin ve ashabının üzerine olsun!

Bundan sonra, bu mektub, Aziz oğul Muhammed Baki’yedir. Allah, onu pederinin manevi makamına ulaştırsın! Molla Cemâlüddin adresiyle gönderilen mektubunuz, bu fakire ulaştı. Baktıktan sonra, onunla gayet sevindi. Zira muhabbetten haber veren şiddetli bağlantıya delalet eder. Çünkü rüyalar her ne kadar muteber olmayıp, belki uyanıklık halinde müridin yaptığı amellerine, yani ancak müridin kalbi, zikirden veya rabıtadan, dili mürşid ve tabilerinin bahsinden boş kalmamalarına itibar edilirse de nitekim, “Ben güneşin hizmetçisiyim, hem ondan bahsederim. Ne geceyim ne gece tapıcısıyım ki, uykunun hikayesini söyleyeyim.” Denilmiştir. Lakin müridin rüyası mürşidiyle arasındaki irtibat ve taallukuna delalet eder. Çünkü susamış kimse, rüyasında temiz, soğuk su ve nehirleri görür. İşte bu münasebetle mürid, onda üstadının yerlerini ve tabilerini gördüğü rüya makbuldür, sevilir. Rüyada kinci defa mürşidin elini öpmek için yapılan işaret, amelin devamından, namazın kılınması ise, Allah’a (Celle ve ala) yönelmekten kinayedir. Çünkü namaz müminin miracıdır. Öyle ise devamla amel etmeniz lazımdır. Rüyada Ahmed-i Hani efendinin beytinin okunması ise, masivadan büsbütün ayrılıp bilkülliye Allah’a (Celle ve ala) yönelmekten kinayedir.

Ev halkı hepsi selamette olup, muazzam türbenin nezdindeki bütün kimselerden dua dilerler. Sizin, bütün ev halkınızın, talebelerin Molla İbrahim’in, Zemanhan ağa, Abdülaziz ağa ve bütün köy ahalisinin üzerine dua talebinden sonra, selam olsun! Allah’ım!

Efendimiz Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem), al, ashab ve zevcelerinin üzerine salat ü selam eylesin!

 

YETMİŞDÖRDÜNCÜ MEKTUP

Bazı tabilerine, Allah’a talib olan kimse, ibadete çalışıp manevi tecelliyatın zuhuruna, manevi rütbelerin husulüne iltifat etmemesi, gayesi sırf zatı Bari’den başka bir şey olmaması lazım olduğunun beyanı hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler, Allah’a mahsustur. Salat ü selam, Allah’ın Resulüne, aline ve ashabına olsun!

Bundan sonra bu fakir, manzum mektubunuz kendisine ulaşmasından sevindi. Allah (Celle ve ala) sizi sevdiği ve rızası olduğu şeyin üzerinde sabit kılsın!

Ey kardeş! Sadatı kiram (Kuddise sirruhüm) demişler ki, Allah yolunu taleb eden kimseye, taat ve ibadet onun sevgilisi olması lazımdır. Çünkü başka şeylere iltifat etmesi, onu yüce manevi mertebelere ulaşmaktan alıkoymaktır. Zira mürid için, tecelliyat ve zevkler zahir olurlarsa, ameldeki çalışmasını ve talebin zevkini durdurur. Olmazlarsa, zahir olmaları hevesinde bekleyip maksudu olan zatı Bari’nin talebinde kendisine gevşeklik hasıl olur. Bununla beraber, sadatlar demiş ki: “Ne olursa olsun, velevki kutubluk mertesinin arzusu müridin kalbine düşse, Nakşibendi tarikatından çıkmış olur.” Demek ki talibin amelden maksadı, kerametlerin şaibesi bile olmadan sırf zatı Bari olması lazımdır. Selam üzerine ahbabların, Mustafa (Sallallahu aleyhi ve sellem) şeriatına tabi olanların üzerine olsun! Mustafa’ya, (Sallallahu aleyhi ve sellem) aline salat ve senalar olsun!

 

YETMİŞBEŞİNCİ MEKTUP

 

Şeyhanlı Molla Abdülkerim bin El-Şeyh İbrahim’e Peygamber’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) buyurduğu: “Allah’ı Rab, İslam’ı din, Muhammed’i (Sallallahu aleyhi ve sellem) resul olarak kabul eden kimse, imanın tadını almıştır.” Diye buyurduğu hadisin en güzel bir şekilde tefsiri ve o konu ile ilgili meselenin beyanındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bizi islam dinine hidayet ettiğinden dolayı bütün hamdler yalnız Allah’a olsun! Salat ü selam mahlukatın efendisine (Aleyhisselam) şerefli kimselerin ışıkları olan aline ve ashabına olsun!

Bundan sonra, bu mektub, Allah yolundaki kardeşi ve dostu Molla Abdülkerim’edir. Allah, onu dünya ve ahirette selamette eylesin!

Şübhesiz, doğru haber verenden onun ve alinin üzerine salat ü selam olsun! Şöyle bir hadisi şerif rivayet edilmiştir:

“İmanın tatlılığını tatmış olur.” Yani ya tabii veya kendini zorlamakla ihtiyari zevki ile onun tatlılığını tatmış.

“O kimse ki, Allah’ı rab olarak kabul eder.” Yani emirlerine itaat etmek yasaklarından korunup tekellüfte olsa onları nefsani arzuları üzerine tercih ederek ta ki bu vasıfları kendisine bir huy eder.

“Din yönünden İslamiyet’e razı olur.” Yani İslamiyet’i bütün dinlerin üzerine kendine seçmiş, öyle ki ateşe atılmasını sever de ondan dönmesini istemez.

“Ve peygamber olmak yönünden Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) kendine peygamber olduğuna razı olur.” Yani sünnetiyle amel etmesini kendine bir yol olduğunu seçerek, kendisini Allah’a ulaştıracak başka bir yol olmadığını bilir. Herhangi bir karşılık düşünmeden ona mütabeat etmek sureti ile amel edecek ki, nefsani arzularını terk ederek adet edinmiş olduğu şeylerde bile ona mütabeat etmiş olsun! Demektir. Bu haletler, müride kendisine iktida eylediği mürşidini sevmesinden peyda olur. Öyle ise akıllı kimse, o muhabbeti elde etmeye çalışması lazımdır.

Eğer siz de buna çalışmazsanız, durumunuzdan korkulur. Çünkü siz Üstadı azam (El-Şeyh Abdurrahman’ın) (Kuddise sirruh) komşularındansınız. Fakirin zannına göre o, komşusunu bırakmaz. Bu senedeki muhabbet ve şevk geçen senelerdekinden daha çoktur. Sizin, kardeşlerinizin, Seyyid Abdullah’ın talebelerin, Molla Nadir’in, bütün köy halkının üzerine selam olsun. Molla Fethullah, Muhammed Masum, Sultan Veled, Cemalüddin ve bütün talebelerin sana selamları olup dua ederler. Keza onlara da selam ve dua ederler. İşte diyeceği budur. Allah, efendimiz Muhammed’in, (Sallallahu aleyhi ve sellem) alinin ve ashabının üzerine salat ü selam olsun

 

YETMİŞALTINCI MEKTUP

Muhabbetin bazı meyvesi, Allah’a ulaştırıcı amellere nefsinin payı için değil, belki şanı yüce olan Allah onlardan razı olduğu için yapılması lazım olduğunun beyanı ve Allah’ın aşkı, mürşidin muhabbeti üzerine galebesi veya bunun aksine denilen sözün tefsiri hakkında, Gülpikli Molla Kasım’adır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Allah a hamd olsun ki, bizi bu nimete kavuşturdu.

“Eğer Allah bizi hidayet etmeseydi kendiliğimizden bunun yolunu bulamazdık.” Allah’ın salat ü selamı Peygamberinin, (Sallallahu aleyhi ve sellem) âllerinin ve ashablarının üzerine olsun!

Bundan sonra bu mektub, yüksek kapı eşiğinin hizmetçisinden Allah yolundaki kardeşi ve dostu Molla Kasım’adır. Allah, onu nezdinde makbul olanlardan eylesin!

Bundan sonra bu mektub, Allah yolundaki kardeşi Molla Kasım’adır. Allah, onu dostu olanlardan eylesin! Ona mukarrebunlara verdiği muhabbet şerbetini versin! Muhabbete mensub bazı ahvalinizden haber veren mektubunuz ona ulaştı. Yüce seadet olan Nakşi tarikatına tam manasıyla gönül vermiş olduğunuzdan haber verdiği için gayet sevindi. Zira, Nakşi tarikatı ehlinin kitablarında yazılı olduğu gibi “ameldeki niyetin ihlası, mezkûr tarikatın üzerine terrettüp eder. Hatta onunla muttasıf olan kimseden başka bir kimse methini bilmez. Hatta, eğer onunla hasıl olan yüce manevi makam rütbeden bahs edilse, birçok şeyhler onları inkar ederler.” Denilmiştir. Ona yönelip ciddi çalışana ne mutlu. Şiir:

“O zatın güzelliğini övücülerin türlü türlü vasıflarıyla zaman bitip fani olur. Halbuki, onlarda bahs edilmeyen pek çok güzellik kemalat mevcuttur.”

Ey kardeş! Mektubda, vakıada kendini iki yüksekliğin arasında gördüğünü ve uzun uzadıya sonuna kadar yazdığın şeylerin hakikatı öyledir. Onun için, bu tarikatın talibine ihlas lazımdır, denilmiştir. Yani karşısında mürşidin ve sevgisinin kapısından başka, bütün kapıların üzerine kapalı olduğunu bilecektir. Şöyle ki, mürid evvela üstadını, nefsinden, malından, evladından daha sevimli olduğunu düşünür. Bu düşünce, kendisine bir adet ve tabiat olacaktır.

Ayrıca teslim olmak da lazımdır. Yani mürid, mürşidin huzurunda gasil şahsın elleri arasındaki ölü gibi olmalıdır. Müridde bu üç şeyin ziyadeleşmesine yardımcı olan şey, daima ya onlardan bahs etmek veya hayalinde tutmakla hasıl olur.

Gözümü kapattım. Fakat üstadımın şeklini gördüm. Demeniz ise, kardeşim, mürid rabıtada gördüğü üstadın şekli gerçi zahiri suretine benzer. Ama o üstadın zahiri sureti değil, belki o, manadan ibarettir. Rabıtada mezkûr suretin zahir olması, bir nevi kalbin tasfiyesine ve nefsin kaydından kurtuluşuna bağlıdır. Öyle ise, tam çalışıp çok cehd etmek lazımdır.

Gördüğün rüya ise, senin için bir müjde olup, onunla müjdeleneceğin şeyin size hasıl olmasını Allah’dan (Celle ve ala) dileriz. Yine onda taate çok çalışmanıza da işaret vardır. Çünkü rüyada bir şey koparmak ibadet edip neticesinde bir fayda hasıl olmasına delalet eder. Rüyada mürşidin suretini görmek, rabıtanın tahsiline işarettir. Kardeşim, mürid ibadete çalışmayı, kendine mahbub edinmesi, kendisine halet hasıl olup olmadığına bakmaması lazımdır. Şayet mürid, kendine, çalışmasından bir haletin husulunü gözetse, öyle bir belaya düşer ki, az kimselerden başka kimse ondan kurtulamaz. Kendinizin taksiratlı olduğunu görmeniz hakkındaki üçüncü deyişimiz ise, şimdilik onu düşünmemizi, belki üstadın keremini ve kusurdan gözünü kapadığını bilmeniz layıktır.

Gönderdiğin bu mektubun içindeki konular, cevabın yazılması, ancak iki veya üç günde tamamlanır. Fakat cevab olarak en mühim olanlarını yazmakla yetindim. Sözden dua taleb ettikten sonra, sizin meclisinizde bulunanların ve hidayete tabi olanların üzerine selam olsun, derim.

 

YETMİŞSEKİZİNCİ MEKTUP

Siirtli şeyh Mustafa’ya, Nakşi tarikatının şerefli matlubu, mürid kendisine zahir olan manevi haletlere iltifat etmemesi, mağrur olmaması ve mezkûr zatın bazı haletlerinin tefsiri, o haletler parlak şeriatla ölçülmesinin lazım olduğu, rabıtanın fazileti ve ona faziletçe herhangi bir şey eşit olmadığı ve bu konu ile ilgili şeylerin beyanı hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler, o Allah’a mahsustur ki, peygamberlerin sonu efendimiz Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) mütabeatını, kendisine doğru giden bir yol edindi. Allah, onun bütün al, zevcelerinin ve zürriyetinin üzerine salt ü selam eylesin.

Bundan sonra, bu mektub, alem kutbu kaymakamının (Radıyallahü anh) perverdesinden sıdk ve vefa sahibi şeyh Mustafa’ya dır. Allah, onu ve bizi vefalı kimselerden eylesin! Biz fakir zümresince bazı yüce haletlerinden bahs eden maktubunuz perverdeye ulaştı. Ancak Nakşibendi tarikatına mensublarının matlubu, zat ı Bari Teâlâ’nın muhabbeti olduğu için, ona hiçbir şey denk olmayıp yanaşmayan, izzet ve azametin son derecesindedir. Öyle ise, akıllı olan kimse, bu gibi manevi haletler, çalışmasının artmasına sebeb olur. Yani o haletler kendine zahir olduklarından dolayı, Allah’a (Celle ve ala) şükr eder. Zira insan günah işlemekle necis olduğundan kalbinin, lisanının üzerine Allah kelimesini getirmeye bile layık olmayıp, bu yüce halet, kendisine sırf Allah’ın fazilet ve kereminden olduğunu saymalı ve yaptığı zikrin zevkinden mezkûrun (Bari Teâlâ’nın) marifetini his ederek nefsinden fani olup, Allah (Celle ve ala) huzurunda baki kalacak kadar, bütün letaifi ile hatta bütün bedenin eczasıyla tabi olduğu mürşidin emrinin imtisaline çalışmak suretiyle üst üste manevi makamları taleb etmelidir. Bu hâlet, zikr etmekle hayalinden göz kırpma gibi az bir zamanda bile rabıtasız kalamayacak şekilde rabıtaya devam etmekle hasıl olur. Ta ki, rabıtadan başka her şeyi unutacaktır.

Bir insanın sesini işitip de ne dediğini anlamıyorum, demeniz ise, o ses, üstadındır. Fakat bundan bir şey anlayıp hatırında kaldığında onu parlak İslam şeriatıyla ölç! Şayet ona muvafık ise, onunla amel edip itimat et! Yoksa onunla amel etme! Çünkü tarikat, şeriatın azimet olan ahkamlarına uymaktan ibarettir.

Bazı günlerde o sesten Kur’an-ı kerimin:

“O (Rabbin) sen yetim iken (seni) barındırmadı mı? Seni (şeriat hükümlerini) bilmezken (nübüvvet ni’meti ile) seni (şer’i) yola koymadı mı?” ayeti celilesini işitiyorum, dediğinin hikmeti, yukarıda bahsi geçtiği üzere, Allah’ın (Celle ve ala) zikri ile amel etmeye, Allah, verdiği fazilet, kerem ve şefkatinden dolayı kulun yaptığı kusur ve kötülüğüne bakmayıp belki fazilet ve keremiyle onunla muamele eylediğini itiraf etmeye işarettir. Mahlukat, onun zatında, sıfatında ve fiillerinde hayret eden Allah’ı, kendisine layık olmayan vasıflardan tenzih ederim. Öyle ki kendisine ait vasıfların bilgisi hususunda kullarda olmayıp, Allah’a havale etmekten başka mahlukatın elinde bir şey yoktur.

Mektubda bahs edilen kuvvetli rabıta ise, o büyük bir nimet olup hatta bu tarikatta mübtedi (ilk olarak tarikatte amel etmeye başlayan) müridin manevi yükselmesi için, mürşidinin sohbetinden başka hiçbir şey rabıtaya müsavi olmaz. Çünkü mürid vasıtasız olarak kendi başına kalbinin Allah’a yönelmesine takatı yoktur. Yine onda bahs edilen ışıklı bir şeyin seni sardığını gördüğün halet, rabıtanın azametindendir. Öyle ise, cenabı Bariye ve sadatın himmetine şükret!

Daha sonra, senin bütün tabilerin, müridlerin ve dostların üzerine selam olsun. Molla, Şeyh Alaüddin, Molla Fethullah, Muhammed Masum, Sultan Veled, Cemalüddin ve diğer ev halkı da size selam edip ellerinden öper, duanızı talep ederler. Gülpikli Molla Kasım da elinizden öper, duanı diler. Hidayete tabi olanların üzerine selam olsun!

 

YETMİŞ DOKUZUNCU MEKTUP

Molla Zahir’e şükrün beyanı ve bazı rüyaların tabiri. Rabıtanın fazileti ve ona devam edilmesi, tevbe guslünü yapmadığı bilinen kimseyi hatmesine iştirak etmekten men edilmesi, nisbet kapılarının kapanmasına sebeb olduğu için, sadatın adabının değiştirilmesinden korkutması ve bu konu ile ilgili şeyler hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Kâinatta hiçbir varlık yok, onu hamd ile tesbih etmesin. Salat ü selam, yaratıklarının en hayırlısı olan Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün alinin ve ashabının üzerine olsun!

Bundan sonra bu mektub, yüce kapı eşiğinin hizmetçisinden, (Allah onu Nakşibendi yaşatsın!) Allah yolundaki kardeş ve dostu olan Molla Abdülzahir’edir. Allah, onu, (Esmaül Hüsna) dan olan bâtın isminin tecellisi ile yaşatsın!

Allah (Celle ve ala) ihsanı ve sadatın himmetinden haber veren sevimli mektubunuz ona ulaştı. Baktıktan sonra Allah’a hamd edilip Üstadı azamın himmetine şükr etti. Allah’ın nimetine ve o himmetin artması için kendisine şükr etmek layıktır. Kuran ı kerimde:

“And olsun. Eğer, şükr ederseniz, elbette size nimetimi artırırım.” buyurmuştur. Şükr, nefsi kusurlu, hatta hiçbir şeye layık olmadığını hakiki fazilet, kerem rahmet, Allah’dan, (Celle ve ala) mecazi olarak da Üstad-ı azamdan bilmesi demektir.

Rabıta hakkında gördüğün rüya, doğrudur. Hatta sadat nezdinde diğer şeylerden daha önemlidir. Hatta talib için hiçbir zaman hiçbir haletin ondan gafil olmaması gerekir.

Rüyada kendini hor ve hakir görmek, talebin kabiliyetine dalalet eder. Allah, (Celle ve ala) kabiliyeti kuvvetten fiiliyete çıkarmak için çalışmak lazımdır.

Rüyada gizli söz, arkası kesilmeyecek nimete ve sadatın himmetine işarettir. İster o nimetler bilinsin veya bilinmesi. Lakin, masivayı düşünceden çıkarılıp zahiri duyu organıyla hiçbir şeyin işitilmemesi lazımdır ki, batını kulak organı açılıp da gizli manevi şeylerde işitilsin.

Rüyada ağlamak, üzüntülü haletler, aksine zevk ve neşe ile tabir edilir.

Bazı şeyhler nezdinde tarikata dahil olup da tevbe guslünü yapmamış Nakşibendi tarikatına mensup olanların Hacegan hatmesine iştirak edip etmemelerini sormuşsunuz. Şayet gusl etmedikleri bilinse, iştirak etmekten men edilmelidirler. Yoksa, men edilmesinler. Daha önceki zamanda bu olay, böyle görünmüştür ve bu prensip değiştirilmemelidir. Çünkü değiştirilmediği müddetçe, nisbet kemal üzere cereyan eder. Değişiklik hasıl olunca, nisbet cereyanının kapısı kapanır. Sadatın adet edindikleri bilinen şeyin değiştirilmesinden sakın! Sakın! Zira malımızın sermayesi, sırf onları taklid etmektir. Sizin ve diğer hidayete tabi olanların ve kötü şeylerin sonucundan korkan kimselerin üzerine selam olsun!

 

SEKSENİNCİ MEKTUP

Halifesi, şeyh Abdülkahhar oğlu Şeyh Mahmud’a, insanın sol tarafı kalb yeri olduğu için, musalli, iki elini sol tarafına meyilli olarak göğsünün altına bağlanması, dinde seleflerin adetlerine muhalif olan bir şey bir kitabta yazıldığı görülünce, onunla amel etmeye cesaret edilmemesi hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

İhsan eylediği nimetlere karşı, bütün hamdler, allah’a olsun! Salat ü selam Peygamberlerin efendisinin, (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün alinin, ashabının, zevcelerinin ve zürriyetinin üzerine olsun!

Bundan sonra, bu mektub, Allah yolundaki kardeşi, içi ve dışı doğru olan, şekatli dost, Şeyh Mahmud’adır. Allah, onu sevdiği ve razı olduğu şeylere muvaffak olanlardan eylesin! Mülakatımız ve ilmi mübahesemiz sırasında, bazı ilmi meseleler hakkında konuşurken, namazda eller göğüs altına bağlanması keyfiyetinin bahsinde Şirvani kitabının ibaresini, onda, eller kalb üzerine bağlanmayacağını dediğini ve Tuhetü’l Muhtac’ın kalb üzerine bağlanmalarından açıkça bahs eden ibaresini kendi görüşüne göre tevil ettiğini okudun. Kalben Şirvani’nin ibaresine itimat ettiğini anladım. Birbirimizden ayrıldıktan sonra, Üstad ı azam kapısındaki alimler, namazda eller kalb üzerine bağlamış ve onlara hiç kimse muhalefet etmediği hatırıma gelince, yaptıkları doğru bizimki ise yanlış olduğunu anladım. Dolayısıyle birçok fıkıh kitablarını araştırdıktan sonra, baktım ki Şirvani’den başka bütün kitablar, namazda eller kalb üzerine bağlanır, diye açıkça bahs ederler. Dikkat edin! Size onların ibarelerinden bahs ediyorum.

Şerhürravd kitabının ibaresi, eller göğüs altına bağlanmasının hikmeti, insanın en şerefli organı olan kalb üzerinde bulunmasıdır. Çünkü kalb gögüs altındadır. Hikmeti hakkında şöyle de denilmiştir: Kalb niyyet yeri olup, insan bir şeyi korumak isterse, adet olarak elini o şeyin üzerine bırakır. Bu sebebtendir ki insan sıkıca bir şey e sarıldı mı, mübalağa suretiyle o adama, o şeye iki eliyle sarıldı denilir.

Şerhül Behce’nin ibaresi de harfiyyen öyledir. Nihayetül Muhtac ın da ibaresi şudur: Namazda eller göğüs altında bağlanmasının hikmeti, en şerefli organ olan kalb üzerinde bulunmalarıdır. Çünkü kalb sola doğru göğüs altındadır. Adet olarak bir kimse korunmasına önem verdiği şeyi iki eliyle tutar.

Tuhfetül Muhtac’ta da şöyle yazılmıştır: Hikmeti, musalli kalbni dışarıdan gelen hatralardan muhafaza etmesi için bir irşaddır. Çünkü ellerin bu şekilde bağlanması, kalbin hizasına gelmektedir. Bir şeyi itina ile muhafaza eden bir kimse adet olarakonu iki elle tuttuğu için musalli de ellerini kalbine karşı bağlanmasıyla emr edilmiş ki, yukarıda bahs edildiği üzere kalbini hatralardan muhafaza eylemesi çinde.

Ey doğru kimse! Kitabların bu ibareleri Şirvani’nin tevilini nasıl kabul ederler ki, ibaresi onların ibarelerine açıkca muhaliftir? Çünkü ibaresinde kalb, göğüs altında olmayıp, sol taraftadır diye hükm etmiştir.

Büceyremi’nin ibaresi: Mezkûr hikmeti nakil ettikten sonra, namazda eller bağlanırken, kalbin hatıralardan muhafazası için, sola doğru daha meyilli olmaları sünnettir. Çünkü orası kalbin yeridir. Bir şeyi önemle muhafaza etmek isteyen bir kimse, iki elini o şeyin üzerine bırakır.

Şerhüttahrir haşıyesi olan Şerkavi’nin ibaresi ise, “musalli ellerini göğsünün altına ve göbeğinin üstüne bağlar.” Yazılı metnin beyanında, “yani eller sol cihete doğru meyilli olacaklardır. Çünkü kalb sol taraftadır. “Dedikten sonra, yukarıda geçen kitabların dediklerini sonuna kadar beyan etmiştir.

İanetüttalibin kitabının sahibi ise Şarkavinin ibaresini nakl edip, süküt etmiştir. Bacuri ise, İbni Kasım’ın “musallinin iki elleri göğsü altında ve göbeğinin üstünde olacaklardır diye yazılan kavlin şerhinde demiştir ki, yani sol tarafa meyilli olacaklardır. Metin sahibi bununla göğüs ile göbek arası hepsi el bağlama yeri olup yalnız göğüs altı olmadığına işaret etmiş demektir.

Mahalli kitabının haşiyesi olan Kalyubi’nin ibaresi şöyledir: Mahallinin “eller göğüs altında olacak” dediği kavlin beyanında, yani kalbinin karşısına bağlar. Ki bu durum, orada imanın muhafaza yeri olduğuna işarettir, demiştir. Burada konumuz hakkındaki kitabların ibareleri sona erdi.

Onlar, ilimce Şirvani’den daha üstün oldukları halde, yalnız Şirvani’nin dedikleri üzerine, mezkûr bütün alimlerin kavilleri terk edilir mi? Bundan sonra, bir kitabta selef alimlerinin adetine aykırı bir meseleyi gördüğünüzde, o mesele için iyice kitabları araştırmadan onlara muhalefette bulunmaya cesaret etmemeniz umulur. Eğer, onlara itimad edilir birçok kitablarda adetlerine muhalif bir kavle raslanınca, görüşlerine zarar gelmemek için, kavi tevil edilir.

Annenizden dua taleb ettikten sonra, sizin çocuklarınızın, talebelerinizin, köy halkı ve yanınızda bulunan diğer kimselerin üzerine selam olsun. Molla, Methullah ve diğer ev halkı da selam edip duanızı dilerler. Allah, efendimiz Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) alinin ve sahabelerinin üzerine salat eylesin!

 

SEKSEN BİRİNCİ MEKTUP

Hayderan aşiretinden Hüseyin Paşa’nın müderrisi, Bitlisli Molla Abdülkerim oğlu Molla Abdülaziz’e insanın yaratılışındaki hikmetinin, yapılan amellerin niyeti için ihlasa teşvikinin tedrisat gibi dini vazifeler karşılığında ücret alarak alınan şey, o vazifeyi ifa etmek ve ondan başkasıyla meşgul olmamak gayesiyle alınması lazım olduğunu beyanındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler, Allah’a mahsustur. Salat ü selam, efendimiz Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün alinin, ashabının, kayınlarının ensari sahabesinin üzerine olsun! Bundan sonra, bu mektub, Allah yolundaki kardeş ve dostu, Molla Abdülaziz’edir. Allah onu dünya ve ahirette afetlerden muhafaza eylesin! Tarafınızdan bu fakire bir mektub ulaştı. Allah’ın takdiriyle onda sorduğunuz suale cevab olarak bir şey hasıl olmadı. Şimdilik onun aklında o konuda bir şey yok ki, sualinize cevab yazsın. Fakat insanın yaratılışındaki hikmeti Mabudun marifetidir. Nitekim Peygamber efendimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem): “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmemi istedim diye mahlukatı yarattım. “Hadis i kudsisi buna işaret eder. Marifetinin üzerine, emirlerine itaat etmek, nehiylerinden korunmak terettüp eder. Öyle ise, akıllı kimseye, Allah’tan başka ibadete layık bir şeyi bilmeyinceye kadar çalışması, yaptığı ibadetin riya ve gösterişten kurtulması için niyyetini halis etmelidir.

O taraflara gitmenizdeki niyyetiniz, rızkı ve başka şeyleri celb için olmayıp ilimle meşgul olmak ve yaymasına çalışmak için olsun! Beyan edildiğine göre, alacağın şey. “Bunu almazsak, kesbimiz bizi meşgul edip maksudumuz olan ilim ve ilmin yayması elden gideceği düşüncesiyle olacaktır. Ta ki ilim dünyaya değil, dünya ilmin hizmetçisi olsun.

Hülasa olarak ey kardeşim! sizden umulan şey, başkasına değil sadece Allah’a çalışmanızdır.

Hüseyin Paşa’ya selam eder, ona ve evlatlarına dünya ve ahiret işlerinde mesud olmaları için dua ederiz. Nurlu merkadın nezdinde bulunan El-Şeyh Alaeddirn, Molla, Molla Fethullah ve başkaları da size selam edip size ve yanınızdakilere dua ederler. Allah, efendimiz Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün alinin, ashabının, zevclerinin, dünürlerinin, ensarı ile muhacir sahabesinin üzerine salat ü selam eylesin!

26 Eylül 1338

 

SEKSEN İKİNCİ MEKTUP

Şerefli pederinin halifesi olan Taşkesanlı sonra Erzurumlu Şeyh Ahmed’e Üstadı azamın ev halkının ahvali ile mürşidi üstadı azamın postneşini hazreti Ömer’in sülalesinden Verkanıslı Şeyh Fethullah’ın ahvalinin beyanı hakkındadır. Allah, bizi onların sırlarıyla kutlayıp derya gibi nurlarını bize nazil eylesin!

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler alemin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salat ü selam Allah’ın mahlukatının en hayırlısı olan Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün alinin ve ashabının üzerine olsun!

Bundan sonra, bu mektub, alem kutbu perverdesinden, üstadı azamın halifesi fazilet ve kerem sahibi olan Molla Ahmed dir.

Çavuş kuşuna benzer elçiniz, bize çubukçu Faki Abdullah’ın adresiyle gönderilen mektubunuz geldi. Mektub şiddetli muhabbetten haber verip asitan halkının ahvalinden sorduğundan, sonra derece neşelendik. Çünkü sevgi kokusu, kalbi genişletip içine aşk harareti düşürür. Beyit:

“Aşk şarabı hararet ve mestlik verir. Başka soğukluk ve hodbinliktir.” Alem kutbu kaymakamının hastalığı ise, Allahü Teâlâ’ya hamd olsun! Kendisi şifa bulmuştur. Molla Abdurrahim ise, hastalığı hafifleşip şifa bulmaya yakın bir durumdadır. Seydanın ev halkı hepsi sıhhat ve selamette olup yalnız Fethullah’ın anası bir nevi sıtması vardır. Şeyh, size selam edip duanızı diler. Molla Abdullah, Molla Raşit, Molla Abdurrahim, Kutbi alem çubukçusu Faki Abdullah, bütün salikler ile ağalar, ellerinizden öper, sizden dua taleb ederler. Amcanıza, molla İbrahim’e, Molla Abdullah’a, Diyaüddin ile bütün kardeşlerinize selam ederiz. Allah, efendimiz Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) alinin ve ashabının üzerine salat ü selam eylesin!

 

SEKSEN ÜÇÜNCÜ MEKTUP

Şeyhanlı Şeyh İbrahim oğlu Molla Abdülkerim’e, hastalığının şifası için duası, hastalıktaki hikmetin beyanı ile, diğer hususlar hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler, Allah’a mahsustur. Salat ü selam Resullullah’ın bütün alinin, abhâsının, zevcelerinin ve zürriyetinin üzerine olsun!

Bundan sonra, elçiniz gelip hastalığınızdan bize haber verdi. Sadatın umumi ve hususi himmetlerinin vasıtasıyla, Allah’a (Celle ve ala) üzerinizden kaldırılması ve şifaya tebeddül etmesi için dua ederek ona sığındık. Duamızın kabulü ondan rica olunur. Sonra, şunu diyelim ki: Ey kardeş! Hastalığın hikmeti; Allah, bir şeyi yaratmazsa, kulun iradesiyle hiçbir şey olmadığının, kendinden herhangi bir zararı def etmesine, kendine bir menfaati sağlamasına kudreti olmadığının bilinmesidir ki kul, bunu düşünerek kalbi büsbütün dünyaya meyl etmekten, külliyen kesilip külliyetiyle Allah’a yönelmesi, Allahü Teâlâ’nın ona yaptığı şeyi sevgi yolu ile kendine kabul ettirmeye çalışmasıdır.

Sizin, Fethullah’ın, Abdülkadir ile diğer köy halkının üzerine, selam olsun! Onlardan emelimiz, Allah’ın kahrını ve ondan uzaklaşmayı Allahü Teâlâ bizi ve sizi onlardan korusun! İcab eden eyler değil, razı olduğu şeylerde çalışmalarıdır.

Molla Mehmed Emin, Molla Fethullah, Muhammed Masum, Şeyh Maruf size selam edip duanızı dilerler. Allah, efendimiz Muhammed’in, (Sallallahu aleyhi ve sellem) alinin ve ashabının üzerine salat ü selam eylesin!

 

SEKSEN DÖRDÜNCÜ MEKTUP

Yine mezkûr Molla Abdülkerim’e bu dünyada Allah’a karşı tam bir muhabbetin tahsiline çalışmak lazım olduğu ve hasıl olması için sebeblerinin beyanı hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Salat ü selam, Resulüllah’ın alinin ve sahabelerinin üzerine olsun! Bundan sonra, bu mektub, Allah yolundaki kardeşime Allah her iki hastalıktan da kendisine şifa versin! Size selam edip, duanızı diler.

Bun dünyada, Allah’tan başka kalbde hiçbir matlub kalmayacak kadar Allah’ın (Celle ve ala) muhabbetin için çalışmak lazımdır. Ta ki kalbin her tarafı aşkıyla dolup, zahiri gözde, kalbe tabi olup, kâinatta Allah’dan (Celle ve ala) başka hiçbir şey kendisine görünmesin. Bu halet masivayı terk etmek ve tekellufde, olsa, sohbet, zikir ve rabıtaya devam etmekle hasıl olur.

Köy halkına, talebeler, bilhassa Seyyid Abdullah’a selam ederiz. Seyyid Abdullah’a okunmasını ve salih amellerde çalışmasını tavsiye ederiz. Çünkü kendisi bizzat dünyanın vefası nasıl olduğunu görmüştür.

Allah, efendimiz Muhammed’in, (Sallallahu aleyhi ve sellem) alinin ve ashabının üzerine salat ü selam eylesin!

 

SEKSEN BEŞİNCİ MEKTUP

Yine mezkûr Molla Abdülkerim’e, Manevi kalb hastalıklarının giderilmesi vacib olmasının ve Nakşibendi tarikatı bu hususta, yolların en uygunu olduğunu ve bu tarikat, nefsini bir varlık, olarak bilmeyen ve ilk yaratılışını, menşei yokluk olup, yokluk ise bütün şerlerin kaynağı olduğunu düşünüp kendini bütün halktan aşağı ve muhtaç bilip, herkesten istimdad ettiği bir kimsenin alanıdır. İşte bu vasıflar, sünneti seniyyeye mütabeat ettikten sonra, mürşidine karşı ihlas ve muhabbette olup kendisine teslim olmakla hasıl olduğu konularını ve onlarla ilgili meselelerin beyanındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler, fazilet ve keremiyle taatini alemin üzerine farz kılan Allah’a mahsusdur. Salat ü selam, Allah’a ne şekilde ibadet edileceğini beyan eden Resulüne, (Sallallahu aleyhi ve sellem) ibadetin tafsilini bize ileten aline ve ashabına olsun!

Bundan sonra bu mektub, Allah yolundaki kardeş, yumuşak huylu Molla Abdülkerim’edir. Allah, (Celle ve ala) onu kendine vasıl olanlardan eylesin! Malumunuz ola ki, kalbin manevi hastalıklarının izalesi, farzı aynlardandır. Ve izalesine en yakın yol yüce Nakşibendi tarikatıdır. Allah, sahiblerinin sırlarını kutlasın! Zira, o tarikat Allah’ın muhabbeti üzere kurulmuştur. Mevlanın aşkı kalb üzerine istila edince, ne olursa olsun, ondan başka içinde hiçbir şey kalmaz. Artık hastalıkları nerede kalır.

Öyle ise, akıllı olan kimseye velev ki canını vermek suretiyle de olsa, işbu çetin dünya zahmetinden kurtulup ebedi saadete muzaffer olması için, mezkûr tarikatın yoluna girmesinin keyfiyetinde çalışması lazımdır. Çünkü gözlerin görmediği, kulakların işitmediği hiçbir beşerin kalbine asla vaki olmadığı şeyler, bu çalışmaya terettüp eder. Üstad ı azam (Kaddesallahü sirruh) bu tarikat, kendisine bir varlık olmadığının meydanıdır. Yani tasannu (marifet göstermekle) değil belki yaradılış itibariyle kendi nefsi için, hiçbir şey olduğunu bilmeyenedir. Bu halet, neden yaratıldığını düşünen kimseye hasıl olur.

Adamın birisi, iftihar ederek bazı faziletli kimselere, sen benim kim olduğumu bilmiyorsun, ben kimim? Dediğinde, ben seni bilirim! Sen bir defa, babanın sidik yolundan, ikinci defa annenin sidik yolundan çıktın, dedi.

Hatta her şeyin aslı yokluktur. İnsan dünyadaki şeylerin aslında dikkat ederse, bütün varlıklar ortadan kalkar. Çünkü, o vakit, kendisine hasıl olan bütün şeyleri Allah’dan (Celle ve ala) hasıl olduğunu görür. Bununla beraber, bütün insanlar, kendisinde daha iyi olduğunu bilecek. Ta ki, kendisi cemaatin baş tarafındaki sedirde oturmuş olsa bile, içinden o cemaattan istimdad eder. Aralarında konuştuğu vakit kendini def çalan aşık gibi sayar. Hem kendisi manen, mecliste oturanlara muhtaç olduğunu da görür. Bu ise, sünneti seniyyeye, (sahibinin, alinin ve ashabının üzerine salat ü selam ve sena olsun!) mütabeatinden sonra, ihlas, mürşidine karşı muhabbet ve teslim olmakla hasıl olur.

Bundan sonra, size, Abdülkadir’e, Şeyh Abdullah’a, faki Nadir ve bütün köy halkına selam ederiz. Allah, efendimiz Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) alinin ve sahabesinin üzerine salat ü selam eylesin!

 

SEKSEN ALTINCI MEKTUP

Norsli Molla Abdullah’a (Rahmetullahi aleyh) bu dünya çalışma ve amel etme evi olduğu, onda sevab ve mükafat verilecek bir ev olmadığı, dünyada ilkin çalışma, amel etme, matlub olup, sevab ve mükafatın yeri ancak ahiret olduğunu beyan hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Kâinatta hiçbir varlık yok ki (onu hamd ile tesbih etmesin) Salat ü selam, Allah’ın mahlukatının en hayırlısı Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün alinin, ashabının, zevcelerinin, ensari ve dünürlerinin üzerine olsun!

Bundan sonra, bu mektub, alem kutbu kaymakamının (Kuddise sirruh) perverdesinden, Allah yolundaki kardeş ve dostu Molla Abdullah’adır. Allah, onu Allah için, kızan ve onun için sevenlerden eylesin!

Perverde eve dönmeden önce, tarafınızdan mektub geldiğini işitti. Sabırsızlıkla görmesini özledi. Eve geldiğinde, araştırıp dostlardan soruşturduğu halde, kayıp olup görmedi ve görmediğine de üzüldü. Bir müddet sonra gördü. Sonra, tamamıyla okumadan kayıp oldu. Bunda hayır olduğu umulur.

Ey sadakatli kardeş! Bu dünya evine amel evi denilir. Öyle ise, akıllı kimse, mükafat ve ameline terettüp edecek şeye bakmadan taate çok çalışması lazımdır. Şayet çalışmasına baksa veya meyvasını almayı gözetse, suya yetişmeden geçmek için, ayakkabını soyup, yalınayak olarak ayağını dikenin üzerine koyduğu ve diken ayağına battığı, ayağı yaralı olup, hatta yarası sudan geçmemesine sebeb olduğu kimseye benzer.

Bazı şeyhler, hatta Nakşibendilerin yüce zatları (Kuddise sirruhüm) demişler ki, eğer erkeksen, erkekler gibi taat ve ibadet et! Ve yaptığın ibadetin meyvesine bakma! Çünkü meyva ve mahsul yeri, ahiret günüdür.

Taat esnasında salik için, zahir olan şuhud, vahdet, istiğrak, mahv, izmihlal gibi haletler. Tarikat çocuklarına ve tarikatta zayıf olanları, beslenilecek için acele olarak gönderilmiş şeyler kabilindendirler.

Ey kardeş, beyan olunduğu üzere, bu dünya evinde Cenab ı Hak tarafından bizden taleb edilen şey, amel olup meyvası, faydası ise ahirete havale edilmiştir. Hele amelden bir fayda taleb etmek, Nakşibendi tarikatının (Allah, sahibinin sırrını takdis eylesin) prensibi dışındadır. Onda ancak zatı Bari’nin muhabbeti matlubdur. Ki, muhabbetten, mahbubun rızası irade edilir.

Rivayet olunur ki, Yusuf Peygambere, (Peygamberimizin, onun ve her ikisinin aline salat ü selam olsun.) Züleyha’dan davarları otlatma vazifesini kendine taleb etti. Züleyha da ona o vazifeyi istedi. Halbuki kendisi Yusuf’un yanında bulunmasını isterdi. Fakat mahbubu olan Yusuf’u kırmayıp onun arzuladığı şeyi kendi arzusu üzerine tercih etti.

Sonra bir mâni olmazsa sizin tarafınıza gitmek azmindeyiz. Bununla beraber bize bir mektub yazıp oradaki havadislerden aleyhinizde ve lehinizdeki şeyleri bildirip gönderiniz Şerefli merkadın nezdinde ve merkad sahibinin torunları ve bütün arkadaşların nezdinde bize dua etmek hususunda vekilimizsiniz.

Perverde size ve meclisinizdekilere selam eder. Sizden ve onlardan bulunan alimlerden ve ev halkının hepsinden dua diler. Allah, efendimiz Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün alinin ve ashabının üzerine salat ü selam eylesin!

Alem kutbu kaymakamının perverdesi Muhammed Diyaüddin

 

SEKSEN YEDİNCİ MEKTUP

Bazı tabilerine, Nakşibendi tarikatının medarı, ihlas, muhabbet, mürşide teslim olmak olduğu, bu üç şeylerin mertebelerinin ve tamamlayıcıları olan adabın en kâmil ve en tamam bir şekilde onları kolaylaştırıcı adabın beyanı ve o konu ile ilgili meseleler hakkındadır.

 

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler, alemin Rabbine mahsustur. Salat ü selam, mahlukatının en hayırlısının, (Aleyhisselam) alinin ve ashabının üzerine olsun!

Bundan sora, bilmelisin ki, yüce Nakşibendi tarikatının medarı, ihlas, Allah’a muhabbet mürşide teslim olmak üzeredir. Bu üç haslet ne kadar artarsa sahibinin de o seviyede manevi yükselme ve visal makamları artar. Bunlar tamam olunca, yakini iman ile şühudi gaybet olan matlublar hasıl olur. İhlasın en azı, mürid, hidayetine muktedir olan mürşidinin kapısından başka, onu Allah’a ulaştıran bütün kapıların kendisine kapalı olduklarını bilmesidir.

Muhabbet ise, müridin nezdinde, mürşidi malından, çocuğundan, kendi nefsinden daha sevimli olması demektir.

Teslim demek, kâmil olan mürşidi kendisine emr eylediği şeyi, güzel veya çirkin, caiz ve haram olduğuna bakmaksızın yapmasından ibarettir. Nakşibendi tarikatının yüce zatları, bu üç esasın tamamlanması için adab ve adetler kurmuşlardır.

Birincisi: Cenabı Hakk’ın Kuran ı Kerimde:

“Doğru olanlarla beraber olun.” Buyurduğu üzere, imkân dahlinde zahiren mürşidin sohbeti, yoksa manevi sohbettir. Ki o da rabıtadır. Oysa ikinci kısımdır.

Birincisi, icmali ve hayalidir. Ki; Mürid, üstadı daima hatta tuvalette cinsi münasebet, yemek vakitlerinde sanki üstadı yanında olduğunu düşünecektir. Keza dostlarının arasında bulunduğu ve himmetinden yardım taleb etmesi, için, talebelere ders verdiği vakitte, yatmadan önce ve yattıktan sonra da böyle düşünmesidir.

Diğeri, tafsili ve suri rabıtadır. Ki mürid, namazdaki teverrükle oturuşun tersine oturup iki gözünü kapatarak, sanki alnında bir gözü olduğunu farz ederek üstadın suretinin yüzüne karşı olduğunu ve tarafından bir ışık çıkıp kalbine doğru geldiğini mülahaza etmesidir. Rabıta, zamanı, akşam namazı ile yatsı namazın vakitleri arasındadır.

Adabın ikincisi ise, şeriatla amel etmek, mutlaka bidatlardan korunmak, mümkün olunduğu kadar ruhsatlarla amel etmemektir.

Üçüncüsü, kendi varlığını mürşidin varlığında mahv etmektir. Yani mürid, nefis, onu kabiliyet sıfatıyla aldatmamak için, gayesi mürşidin gölgesi ile gölgelenmek ve kemaliyet vasfını taleb etmemek üzere, nefsini, ilim gibi ihtiyari veya güzellik gibi tabii kemaliyet vasıflarından hiç birisiyle muttasıf olduğunu bilmemek demektir.

Dördüncüsü, peder, Gavs i azamdan (Kuddise sirruh) rivayet ettiği üzere yapılacak zikirdir. Bu zikir vakitlerinin en efdali, şafak ile güneş doğduğu vakit arasındadır. Bu şeyler, birçok adabın yapılması ve riayet edilmesiyle hasıl olur. Birincisi, mürid, yalnız ayağına bakmasıdır. Zira, Nakşibendi sadatın nezdinde, mutlak nazar şeriat ehlinin nezdinde kadınlara bakmak gibidir. Hatta sadattan bazısı, nazar mutlaka haramdır. Mutlaka tarikat nisbetine zarar vericidir, demişlerdir. Onlarca, en sahih kavl de budur. Bazıları da böyle nazar hakkında şayet şehvet suretiyle olsa, yani müridin aklı fikri bakılan şeye taalluk ederse, haramdır. Nisbet için zararlıdır. Veya fitne kasdıyla yani fitne taleb etmek için olsa, yine haramdır, demişlerdir.

İkincisi: Dünya muhabbetinden ve mülahazasından, yapılan amellerin sevabına göz dikmekten korunmaktır. Çünkü dünyanın sevgisi, Allah’ın sevgisine aykırıdır. Amellerin sevabına göz dikmek, amellere zarar vericidir. Zira her ikiside nefsin payıdırlar.

Üçüncüsü: Farz namazlardan sora, zatı Bari’nin azametine kibriyasına yakışmayıp ve gereği gibi kılınmadığı zannı ile kılınan namaz, masiyet olup dolayısıyla Allah’tan af taleb etmek için, üç, on beş veya yirmi kere istiğfar etmek lazımdır. Ama günah olduğu zan edilen mezkûr ibadetin terk edilmesi de, lazım gelmez. Çünkü her vakit ibadet etmek mükellefiyeti bakidir. Öyle ise, mükellef her zaman onu yapması lazımdır.

Kılmasına kalkıp da teklif olunduğu şekilde yapmazsa, efendisi, kendisine daima hizmet etmekle emr edip, hakkıyla yapmaya gücü olmayan köle, efendisine af için yalvarıp, efendisi de onu affettiği gibi, mükellef de Allah’u Teâlâ ve tekaddeseden niyaz ve yalvarmak suretiyle istiğfar etmesi lazımdır. Böylece, ikinci defa yapacağı amelin hakkıyla yapılması ümidinde bulunmaktır. Bu durum farz ibadetlerinde olduğu gibi, diğer yaptığı bütün salih amellerine karşı da durum böyledir. Bu husus talebelere verilen dersten sonra, daha ziyade istiğfar edilmesi lazımdır. Zira ilim, bilgi gerçekten müderrisin değil, Allah’ındır. Şayet, sende alim bir kimse olduğuna dair bir zannın mevcut olmasını görsen, bu görüş birçok manevi hastalıklara sebep olup, sana ve verdiğin derslere ve mütalaana zararlıdır.

Dördüncüsü: Bildiğin bir meseleyi, bir alimden sormak değil, belki bilmediğin şeyi sormandır.

Allahü Teâlâ, efendimiz Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün al ve ashabının (Rıdvanullahi teala aleyhim ecmain) üzerine salat ü selam eylesin!

 

SEKSEN SEKİZİNCİ MEKTUP

En yüce alim, en kâmil faziletli, ammelerin muktedası, havassın kendisini ziyaret maksadıyla kasd ettiği, yüksek ahlak sahibi, halifesi (Hazretin halifesi) efendimiz Hiznalı Şeyh Ahmet’edir. Allah’u Teâlâ ona uzun ömür verip hakkın üzerine himmetini ve iyiliğini nazil eylesin! Tarikatta rabıtası caiz olan kimsenin, rabıta yalnız bazı şeyhlere tahsis olunmadığının, virdler çekilirken, ölümün hatırlanmasının, hacegânların hatmelerinin, bu tarikatta taylasan giyilmesinin, çile çekmesinin hükümlerinin, mürşidin emrine imtisal ederken, mürid için hasıl olan gevşekliğin bir zararı olmadığının, hatme gibi, teveccühte de halkın muayyen sayısı muteber olmadığının, halk bu tarikata dahil olmaktan iğrendiklerine ve tarikat hakkındaki dedikodularına iltifat edilmesinin beyanları ile bu konularla ilgili meseleler hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler, Allah’a olsun ki erenler, onun muhabbetiyle manevi makamlara vasıl olmuşlardır. Salat ü selam arifler, kendisine mütabeat etmekle maksuduna ermiş olan Allah’ın Resulüne, (Sallallahu aleyhi ve sellem) İslam dini onların vasıtalarıyla tamam olup Müslümanlar hidayete kavuşmuş olan aline, ashabına, zevcelerine ve zürriyetine olsun!

Bundan sonra, bu mektub, alem kutbu kaymakamının (Kuddise sirruh) perverdesinden Allah yolundaki kardeş ve dostu, şerefli, öğülen ahlak sahibi, Molla Ahmed’edir. Allah onu makbul kullarından eyleyip, dünya ve ahirette onu dost ve ahbablarının yoluna dahil eylesin!

Bazı meseleler hakkındaki mektubunuz, perverdeye ulaştı. Size vereceğim cevabları dinle! Çünkü bu cevaplar, mektubdaki suallere mutabıktırlar. Şöyle ki, Şeyh Muhammed El Hani ile oğlu, (Kuddise sirruh) şeklini hayale getirmekle olur, dedikleri sözlerin sebebi, zan edildiği üzere Şeyh Muhammed’in, Mevlana’ya karşı olan şiddetli muhabbeti olup, oğlu dahi bu hususta ona mütabeat ettiğindendir. Yoksa, bu dedikleri sabit ise, Mevlana’nın (Kuddise sirruh) noksaniyetine sebeb olur. Çünkü rabıta hakkında rivayet olunan bu kavilleri, Mevlana’nın halifeleri arasında çok kâmil halifeler olmadığı, başkalarını da kemale erdirmek makamına, fanilik mertebesine ulaşmadıklarına delalet eder. Bu ise, Mevlâna Halid (Kuddise sirruh) cenabının hakkında ne kadar büyük bir noksanlıktır. Çünkü tarikat sadatı açıkça demişler ki, mürşid, tabilerini, kendi manevi makamına ulaştırması, onun kemaliyetindendir. Bu fakirin zannına göre, Mevla’nın eşiğinde mümkün olduğu kadar birçok olgun zatlar yetişmiştir.

Haşa ki, mezkûr her iki zat, dedikleri bu kavillerinden tarikat kitablarına muhalif bir şey irade etsinler. Çünkü tarikat kitablarının sahibleri açıkça ve işaretle, herkes kendi mürşidinin rabıtasını yapacaktır, diye buyurmuşlardır. Nitekim Mevlâna Cami (kuddise sirruh) rubaiyat şiirinin şerhi olan Levami adlı kitabında, Farsça dediği sözlerin tercümesi şöyledir. “Sadatın manevi nisbetleri şu şekilde muhafaza edilir. O nisbetle meşgul olmak isteyen talib, ilkin kendisinden tarikat aldığı mürşidin şeklini tasavvur edecektir.” Burada Mevlâna Cami’nin dedikleri sözleri sona erdi. Ey kardeş! Mevlâna Cami’nin buyurduğu bu sözünü düşün. Ki, rabıta mürşidin sureti olmasına nasıl kesin bir karar vermiştir. Hace Masum’un (Kuddise sirruh) mektubatında da böyle açıklanmıştır. Hatta Mevlâna Halid, (Kuddise sirruh) ölülerin rabıtası, hayatta olanlara menfaat vermez. Ancak hayattaki salik, vefat eden sadatın ruhlarından nisbet alabilecek bir makam kavuşmasıyla rabıtalarından istifade eder. Daha sonra buyurmuş ki: Şayet vefat eden mürşidlerin, hayatta kalanlara faydası olsaydı, Hazreti Peygamber (Allah ona, aline ve ashabına salat ü selam eylesin!) rabıtası kâfi gelirdi.

İşte Muhammed El Hani’nin, hayattaki mürşidin rabıtası caiz değildir, dediği sözlerin cevabı bundan anlaşılmaktadır.

Muhammed hani ile oğlu, evradın adabına, ölümü mülahaza edinmesi şart koştukları ise, bu şart, ilk tarikata giren kimse hakkında ise, biz de o fikirdeyiz. Yoksa, birçok zamanlarda yapılmasını şart etmişlerse, Üstad-ı azam da hayatının sonunda öyle emr eyledi. Eğer bu şart, virdlerin çekilmesi zamanına mahsus ise, yine de zarar yoktur. Çünkü ölümün mülahaza edilmesi, dünyayı akıldan çıkarıp Allah’a (Celle ve ala) yönelmesine sebeb olur. Bu şart hususi olarak, birinci sınıfa yani tarikata dahil olanlara mahsus olduğu da mümkündür. Nitekim, Üstadı azam, müridlere baş arkasından vird çekmesini emr ederdi. Lakin bu dedikleri güzel bir şey olduğu da bilinmelidir. Fakat mürşidin emrine imtisal etmek layıktır.

Muhammed El Hani ile oğlu, “Hacegan hatmesinin vakti, sabah namazından sonradır.” Dediklerinin sebebi, zan edildiğine göre, bu onların içtihadlarından peyda olmuştur. Çünkü açıkça tarikat kitablarından anlaşıldığı gibi hatmenin vakti, muayyen değildir. Hatta Nefahat kitabında Şah ı Nakşibendi’n (Kuddise sirruh) tarikatı sabah namazından sonra, mürakabadır, buyurmuştur.

Taylasının giyilmesi ise, Tuhfetül Muhtac kitabının sahibinin beyan eylediği keyfiyete göre, sünnettir. O şekilde giyen kimse için, bir mâni yoktur. Belki sevimlidir. Bu keyfiyetten başka, yine Tuhfetül Muhtac sahibi, giyinmesi mekruh olduğunu açıklamıştır. O şekilde giyinmesinden men edilmesi lazımdır. Giyinmesi tarikatın adabından olduğu rivayet edilmemiştir. Taylasan hakkındaki bu iki keyfiyet, Tuhfetül Muhtac kitabının Babü Salatül Havfi’den sonra gelen Faslü’l-Libası sonunda zikr edilmiştir.

Şeyh Muhammed El Hani ve oğlu (Kuddise sirruhüma) Mevlâna Halid (Kaddesallahü sirreh) saliklere erbainiyat (kırk gün bir yere kapanıp çile çıkarmak) ile, bazı tarikat mensubları (Kuddise sirruhüm) arasında meşhur olan halvet (yalnız başına kalmakla, ibadet etmek), adetlerin yapılmalarıyla emr etmiştir, dedikleri sözler ancak bazı kimselerden başka hiçbir kimse kendisinden rivayet etmemiştir.

Bununla beraber, Üstad ı azamın asitanında bir hikmete binaen, bu adetin ismi yoktur. Sebebi de falan salik kırk günlük çilesinde oturdu, diye bununla şöhret sahibi olur. Halbuki şöhret afettir, denilmiştir. Fakat bu adetin hakikatı manen mezkûr asitande vardır. Zira nefs ve şeytanın müride saldırmaları korkusundan, mürşid, müridin haberi olmadan, halvette yapılan ibadetleri ona yaptırır. Hem de bu hususta mürşid, Şah ı Nakşibend’in (kuddise sirruh) makamlarına riayet etmiş olur. Allah bizi ve sizi onun sırlarıyla kutlayıp, mütabeatı üzerinde sabit eylesin!

Nitekim Herat Sultanı Melik Hüseyin, Şah ı Nakşibendi’den (Kuddise sirruh) tarikatınızda zikre cehri ile sema, halvet var mıdır? Diye ondan sorulduğunda, hayır yoktur, diye cevab verdi. Sonra ya tarikatınız nedir? Diye sorunca, tarikatımız, cevlette halvettir. Yani zahirde halk ile temasta bulunmak, batında Hak Teâlâ’nın manevi huzurunda bulunmaktır. Farsça beyit:

“İçten alim, arif ol! Dıştan Allah’tan ecnebi gibi ol! Bu güzel vasıf dünyada az olur.”

Her ne vakit sizden ayrılmak vaki olsa, hayal ve murakabemde bir gevşeklik hasıl olur, dediğin haletin sana hiçbir zararı yoktur. Çünkü mürid için, en mühim olan şey, mürşidin emir ve nehiylerine imtisal etmektir.

Alauddin El Attar ile Muhammed El Ruci ve diğer başkaları da (Kuddise sirruhüm) “müride, mürşidin emrinin imtisalinde çalışması lazımdır. Zira dünya mükafat evi değil, ancak çalışma evidir. Öyle ise, dünyada amelde çalışmak matlubdur. Ahiret gününde karşılığı çoktur.” Demişlerdir. Büyük hatmede olduğu gibi teveccühte toplanacak cemaat için, muayyen bir adet olması şart değildir. Belki tek bir kişiyle de olur.

Halk, bu tarikata dahil olmaktan iğrenmelerini hayalinde bulundurma. Farsça şiir:

“Her kim (Allah’ın dergahına) gelmek isterse, ona gel! de. Kim gitmek isterse, git! de. Zira, bu dergâhta kibir ve nazlanma bekçi ve kapıcı yoktur.”

Perverde birinci mektubun cevabını göndermiştir. Evinizin başka bir köye nakli işi ise, eğer tarikat nisbeti için daha yararlı ise, hiçbir mâni yoktur. İşittiğin bu talimatın istikametinde bulun!

Bundan sora, sana, Molla Mehmed Emin’e, halkınıza, selam eder size ve onlara dua ederek sıhhat ve selamet bakımından sizin ve onların durumundan sorarız. Allah, sıhhat ve selamet verip, hastalık olmasın!

Bütün talebe ve tabilere selam ederiz. Sizin ve Mustafa’ya (Sallallahu aleyhi ve sellem) mensub şeriata tabi olanların üzerine selam olsun! Salatın en iyisi, selamın en tamamı, senananın en temizi de, Mustafa’nın (Sallallahu aleyhi ve sellem), alinin ve ashabının üzerine olsun!

Bu mektubun yazısı bittikten sonra, Molla Ubeydullah’ın ismiyle Üstadı azamın dergahındakilerin durumundan sonra, üçüncü mektubunuz da geldi. Bütün hamdler, Allah’a olsun. Hepsi de sıhhat ve selamettedirler.

Üçüncü mektubda bazı kimseler diyorlar ki, bu yüce tarikata dahil olacak kimse kafir olur diye, beyan ettiniz. Ey kardeş! Selefimizin zamanlarındaki halk ile durumları da böyle iki. Şüphesiz Üstadı azamın hakkında da zamanın ahalisinden bu sözün dedikodusu çoğaldı. Fakat bilakis o söylenti, nisbetinin ta uzak ülkelere yayılmasına sebeb oldu. Lakin onun adeti. Allahü Teâlâ ondan razı olsun. Ne dili ne de kalbiyle onların sırlarıyla kutlasın! Bahs etmek adetine devam ederdi.

Sen de üstadın yolunu takip edip adetini bırakma, halkın dedikodularına üzülme! Sana tavsiye edilen amellere devam et! Çünkü gerçekten sadatı kiram, insana bal, su ve sirkeden müteşekkil olan iskencebin macunu gibi, maneviyat için yardımcıdırlar.

Allahü Teâlâ, efendimiz Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) alinin ve ashabının üzerine salat ü selam eylesin!

Molla Mehmed Emin, Mehmed Said, Fethullah, Derviş Muhammed, Muhammed Mahsum ellerinizden öper, duanızı dilerler. Molla Halid, Molla Zahir, Farkinli Molla Hüseyin, keza buradaki bütün alimler, talebeler ellerinizden öper, duanızı dilerler.

 

SEKSEN DOKUZUNCU MEKTUP

Yine mezkûr halifesine, mürşide mütabeatın faziletlerinin ve mütabeat ise, tasavvufun gıdası olduğunun, bu tarikatın fazileti mütabeat üzere kurulduğundan, muhabbetten mütabeat lazım geldiğinin, sofuların bahs ettikleri bütün ahvalden maksud, mütabeat olup, lakin bir çok yüce hikmetlerden dolayı, onu başak tabirlerle açıklandıklarının, rüyalar muteber olmayıp ancak, onlarda, mürşide mensub olan bazı şeylerin görüldüğü rüyalar, muhabbetinden haber verici oldukları için, muteber olduğunun muhabbetinden haber verici oldukları için, muteber olduğunun ve o konu ile ilgili şeylerin beyanı hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Lâyıkı olan bütün hamdler, Allahü Teâlâ’ya mahsustur. Salat ü selam, Allah’ın yaratıklarından en iyi olan Muhammed’e (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün al ve ashabına olsun!

Bundan sonra, bu mektub, kutbu alem kaymakamı (Radıyallahü anh) perverdesinden, en şerefli, Allah yolundaki kardeşi Molla Ahmet’edir. Allah, onu kendine yakın olanlardan eyleyip, onu, kendisin sevenlerin makamına ulaştırsın!

Sıhhatinizden ve hasret çektiğinizden haber veren mektubunuz perverdeye ulaştı. Hele şeriatı Muhammediye (Sahibinin ve alinin üzerine salat ü selam ve sena olsun!) mütabeatınızdan dolayı, gayet sevindi. Çünkü bu işten gaye muhabbettir. Bu tarikatın hülasası ve mahbubiyet yoludur.

İmam ı Rabbani (kuddise sirruh) buyurdular ki, Peygamber’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) mütabeatiyle kendini boyayan kimse, Allah’ın (Celle ve ala) sevgilisi olur. Çünkü bir kimse, birini severse, onu sevenin süs gibi kendini süsleyip boyasıyla boyar. Nitekim bu alemde, böyle müşahade edilmektedir. Zira bu alemde mevcut olan bütün şeyler alemi vücubun, yansıtmalarındandır. Bu yüce tarikatın manevi yüksekliği ve Allah’a en yakın olan yol olmasının sebebi, temeli, parlak İslam şeriatının ve efendimiz Mustafa’nın (Ona ve aline salat ü selam olsun!) mütabeati üzerinedir. Bu nedenle, bu tarikat en sağlam kulp olmuştur. Bu tarikatın reisinin (Kuddise sirruh, Radıyallahü anh) Farsça buyurduğu;

“Her kim ki, bizim tarikatımızdan yüz çevirirse, dini tehlikelidir.” Hayret, sonra hayret edilir ki, mütabeat vasfı, nasıl az ve hakir görülür. Ondan kendisine az bir şey hasıl olan kimse, nasıl sevincinden uçmaz? Bütün hayatını o nimete karşı, sarf etmez? Ta ki, kendisinde mütabeat vasfı artarak külliyen kendisine mütabeat hasıl olsun! Kuranı Kerimde, “And olsun, şükr ederseniz, nimetinizi ziyadeleştiririm.” Buyurdu. Tam mütabeat muhabbetten ibarettir. Onunla tefsir edilmiştir. Mütabeat iddia edip de Allah’ın emr ve nehiylerine tabi olmayan kimse, kezzabdır.

Öyle ise, tecelliyatın zevk ve aşkları, sana zahir olmazlarsa bile, mütabeata çalışmaya devam et! Bütün vakitlerde o lazımdır. Bilhassa bu zamada daha fazla. Çalışırken istikamet hasıl olup da muhabbet, haletler zahir olmazlarsa da hiçbir zarar yoktur. Mütabeatın bir şeyine zarar gelse, kendisine manevi keşif ve kerametler zahir olsa bile, yine sahibi ziyan etmektedir. O keşif, kerametler, onun için nimet değil, istidraç kabilindendir. Eğer, muhabbet sana zahir olmasın istersen, nefsini ortadan at, yani kalbin, masiva ile hiçbir ilgisi olmayacak ki o vakit, muhabbetin zahir olması lazımdır.

Sofuların kelamında zahir olan nisbet ve haletler, şeriatın mütabeatından ibarettir. Fakat onlar, bir hikmete binaen, onu başka bir libas şeklinde muhtelif tabirlerle belirtiyorlar. Ya başkalarının kalbini Allah aşkına doğru celb etmek veya tilibin Allah yoluna hasreti ziyade olup, dolayısıyla taat ve ibadetteki çalışması da artmak suretiyle, kendisine olgun bir mütabeat hasıl olması içindir. Çünkü mütabeat bu üç şeyle hasıl olur.

  1. A) Mütabeat keyfiyetinin bilinmesi,
  2. B) Ona göre amel etmesi,
  3. C) Niyetin halis olması, yani tapınmak için Allah’dan (Celle ve ala) başkasını bilmemektir. Ki tarikattan maksat da bu üçüncü şeydir.

Veya sofuların maksatları, halleri halktan gizlemek içindir. Nitekim Allah’ın zatına, sıfatlarına hat, hal, fiillerine diye tabir ederler.

Ey kardeşim! Bu vakitte çok çalışman lazımdır. Çünkü gerçekten sana birçok faydalar sağlanması bu çalışmaya terettüp eder. Faydaların hasıl olması salikin zafiyetindendir, denilir. Çünkü bu tarikata mensup olan kimse, yaptığı amelinden dolayı Allah’dan (Celle ve ala) başka bir şey göz önünde bulundurmaması layıktır.

Bu fakir, sana selam eder. Üstad ı azamın (Kuddise sirruh) ev halkının durumları ise, gördüğün gibi değişmemiştir. Hepsi de sana selam dua eder, duanızı dilerler. Bahusus Molla Mehmed Emin, Molla Emin, Fethullah, Muhammed Mahsum, Sultan Veled, Cemalüddin, Molla Muhammed Selaim ile arkadaşları, selam edip, size dua ederek duanızı dilerler. Allah, Mevla’mız Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) alinin ve sahabelerinin üzerine salat ü selam eylesin! Şeyh Piroze selam edip, dünya ve ahirette saadetli olmasına dua ederiz. Kendisi parlak İslam şeriatının mütabeatı, sadatı kiramın, Allahü Teâlâ yüce sırlarını kutlasın. Yollarında sabit olması lazımdır.

Ektiğin ekinleri kaldırıncaya kadar köyünde ikamet edip, sonra bu aşağı dünyanın takallübatına, ahvaline bakarız. Bu taraftan o hususta, bir karar hasıl olunca, inşallah size bir cevab göndereceğiz. Buradaki havadisler, tıpkı tarafınızdaki havadisler gibidir. Molla Ahmed, kardeşi Hacı Muhammed Emin ile Molla Mustafa’ya ve köylerinin ağasına selam ederiz.

Görülen her rüyanın itibari olmayıp, ancak onda mürşidin, ev halkı, onalar tabi olanlardan birisini veya ev halkını veya mürşidin bulunduğu memleketinden olan birisi görülse, mürşide olan muhabbete delalet ettiği için muteberdir. Çünkü susuz olan kimse, rüyada su görür. Gördüğün iki rüyalarda da sizin için bir müjde vardır. İkincisi birincisinden daha aladır. Çünkü onda af müjdesi vardır. Allah, efendimiz Muhammed’e (Sallallahu aleyhi ve sellem) aline ve ashabına salat ü selam eylesin!

 

DOKSANINCI MEKTUP

Yine mezkûr halifesine “dünya ahiretin mezrası olduğunu”, teveccühün bazı adabının, halka ilmi öğretenlerin bazı şartlarının ve uzaktakilere iletim tarzlarının beyanı hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler, o Allah’a mahsustur ki, bizi buna kavuşturdu. Eğer, Allah bizi hidayet etmeseydi, kendiliğimizden hidayete eremezdik. Salat ü selam evvel ve son halkın efendisinin, (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün alinin, ashabının, zevcelerinin ve zürriyetinin üzerine olsun!

Bundan sonra bu mektub, yüksek kapı eşiğinin hizmetçisinden en şerefli, Allah yolundaki kardeşi Molla Ahmed’edir. Allah, onu dünya ve ahiretteki afetlerden selamet edip, onu kendine yaklaştırarak temenni ettiği şeylere ulaştırsın!

Muhtevası, birinci mektubun muhtevasının hilafına olan ikinci mektubunuz hizmetçiye ulaştı. Tehirin sebebini sıhhat ve selametinizi bilmediği için, mektub gelinceye kadar, ızdırapta idi. Ulaştığında gönlü açılıp sevindi. Çünkü, sıhhat ve selamette olup ilim öğrettiğinizi ve tarikatı tebliğ ettiğinizi anladı. Ey kardeş! Dünya, ahiretin mezraasıdır ve baharıdır. Öyle ise, akıllı kimse, hasad zamanı gelinceye kadar ekin işinde çalışmak lazımdır. Onda ekin ekmeyen azıksız kalır. Nitekim dünyanın ahvali böyle müşahade edilir.

Teveccühten evvel, kitab mütalaa etmek, ders vermek hususundaki cevab: En iyisi o vakit onlarla meşgul olmamaktır. Belki o anda hayali rabıta veya tarikata ait kitablardan birisiyle veya velev ki refikasıyla bile olsa, mürşidden veya sadattan bahs etmekle, meşgul olmak layıktır.

Bahs ettiğin Molla Ramazan ise, eğer, halleri şeriata göre dosdoğru olup, tarikatın adabını bilerek, içine ziyade, noksanlık yapmaktan emniyetli bir kimse, ise, senden uzak ise de halkın talimini vermekle, ona emr et! Geceleyin tarikatı, dua vaktinde de manevi teveccühü öğretsin!

Kardeşiniz Molla Mehmed Emin’e ve başkasına, dostlara, talebelere ve size, Mustafavi şeriatına tabi olanlara selam ederiz. O şeriatın sahibine, aline ve sahabına salat ü selam ve sena olsun!

 

DOKSAN BİRİNCİ MEKTUP

Yine mezkûr halifesine (Molla Ahmed’e). Onu şeytanın hilesinden korkutması, müridlerle şevk ve muhabbetin zuhuru zamanında mağrur olmaktan korkutması, çünkü o işin hakiki faili Allah (Celle ve ala) olup, vasıta ise, sadatı kiramın (Kuddise sirruh) himmetleri olduğu hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Allah’a hamd, Rêsulüne ve onun âline, ashabına, zevcelerine ve zürriyetine salatü selam ederek, Allah’ın adıyla başlarım.

Bundan sonra bu mektub âlem kutbu kaymakamının (Radiyallahu anh) perverdesinden Allah yolundaki en şerefli kardeşi, Allah için dostu, muhterem arkadaşı Molla Ahmed’edir. Allah onu dünyaya kalben iltifat etmekten muhafaza edip, âhirete meyl etmeye muvaffak eylesin!

Sıhhat ve selametinizden ve birçok kimselerin tevbe ettiklerinden, şevk ve zevkin hasıl olduklarından haber veren mektubunuz, perverdeye ulaştı. O ni’metlere karşı Allah’a hamd etti. Çünkü kardeşlerin çoğalmasında tam bir manevi emel vardır. Tâ uzak olan kimselere Allah (Celle ve alâ) feyzinin nâzil olmasına da belki sebep olurlar. Bununla beraber, nefse bir ücûb (kendini beğenme) haletin peyda olması ihtimali sebebiyle şeytan ve nefsin hilelerinden korkmak lâzımdır. Yani her ikisi de nefsin kendini görmeye sebep olabileceklerinden korkmalıdır. Halbuki hakikatte hidayetçi ancak Allah’dır. (Celle ve alâ) Kur’ân-ı kerimin, “Gerçekten sen istediğin kimseyi hidayet edemezsin. Lâkin Allah, dilediği kimseye hidayet eder.” Âyet-i celîlenin meâli düşünülsün! Fakat Allahü Teâlâ bir hikmete binâen, hidayeti birisinin vasıtasıyla izhar eder. Bizde, mecaza nazaran hidayetçi, Üstad-ı a’zam ile en şerefli şeyhtir. (El-Şeyh Fetullah) (Radıyallahu anhümâ) dırlar

Üstad-ı a’zam, tarikatta hilafet ismiyle adlandırılan kimse yaptığı irşad dolayısıyla müridleri arasında beliren muhabbet ve vecde mağrur olamaz. Çünkü ben, Abdulbaki oğlu Hanlid’i (ağayı) mızrakını elde tutup, atına binerek bir kavmin içerisine göndersem, o bir mürşid gibi belki daha ziyade halkı coşturabilir, diye buyurmuştur.

Hülâsa, Üstad-ı a’zamın buyurduğu üzere, mezkûr aşk mecazi olarak mürşidden gurur ise, şeytanın kötü şer ve uğursuzluğundan olduğu bilinmelidir.

Şâh-ı Nakşibend (Radıyallahu anh) buyurdular ki: “Mum ol! Ve mum olma!” Yâni halka ışık ve yararlı olmak için etrafa ışık veren mum gibi ol! Fakat ışık verirken mum gibi yanıp mahf olma’

Mürşid kendi nefsinden bir şey olduğunu his etmekle yanar. Öyle ise, mürşid, üstadında hattâ mevlâsında Bâri Teâlanın manevi huzurunda fâni olmak gerekir.

Üstad-ı a’zamın ev halkından sorarsan, ahvali Allah’a hamd edilmesi icab eder, Bütün hamdler ve ni’metler Allah’a olsun. Ev tamamaıyle olmazsa da bâzısı Nurşin’e gelmeye niyet ettik. Molla Mehmed Emin’e, Molla Mustafa’ya selâm ve dua ederiz. Molla Mehmed Emin ile Fethullah sana selâm edip, ellerinizden öperler. Muhammed Masum, Sultan Veled, Maruf, Abdulbaki, Cemalüddin, Molla Fadıl, Şihabuddin ve küçükler, talebeler ellerinizden öper, Şeyh Piroz ile diğer ahbablara selâm ederiz. Şeyh Ahmed buraya gelip köyüne gitti. Şeyh Fetullah ile Şeyh Abdullah’da oraya gideceklerdir. Tarafınızdan, işittiğimiz şeyden başka bir şey yoktur. Allah sonunu hayr eylesin! Burada iyilik ve esenlikten başka bir şey yoktur. Allah, peygamberlerin efendisinin (Sallâllahü aleyhi ve sellem) âlinin ve ashabının üzerine sâlât eylesin!

 

DOKSAN İKİNCİ MEKTUB

Yine mezkûr halifesine (Molla Ahmed’e). Sünnete tabi olmak, ruhsatlardan sakınmak, mahbubun (Allah’ın) muradı olan cezbe ve muhabbetle birlikte olmaları lazım olduklarının beyanındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Salat ü selam, Allah’ın mahlukatının en hayırlısı olan efendimiz Muhammed ‘e, (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün aline ve ashabına olsun!

Bundan sonra, bu mektub, yüksek kapı eşiğinin hizmetçisinden Allah yolundaki en şerefli kardeşi Molla Ahmed’edir.

Allah, onu kendine doğru yönelen ve masivadan yüz çeviren kimselerden eylesin! Bu yüce Nakşibendi tarikatında – Allah sahiblerini, sırlarını kutlasın – sünneti seniyyeye tabi olmak, ruhsat ile, Allah’ın razı olmadığı bidatlardan sakınmakla beraber, cezbe ve muhabbet lazımdır. Yani mahbubun (Allah’ın) muradı ve emr eylediği kasdıyla, şeriatın mer eylediği şeyleri yapmak lazımdır. Âşık olan bir kimse, sevgilisinin arzuladığı şeyi sevmesi, nefsinin arzularından vaz geçmesi gerekir. Farsça şiir:

“İki kıbleye yönelip, mahbuba doğru giden yoldan gitmek mümkün değildir. Ya dostu rızası olacak ya da kendi nefsinin arzusunda bulunmak lazımdır.”

Bundan sonra bu taraftaki ev halkı ile tabiler sıhhat ve selamette olup, şimdilik Cemalüddin’in düğünü ile, meşguliyet vaki olmuştur. Allah, (Celle ve ala) iyilik ve selametle bitirmesini rica ederiz. Bazı ev halkı, Nurşin’e gittiler. Sizin ve kardeşlerinizin, yanınızda bulunan talebe ve dostlarım Mustafavi şeriatına tabi olanların üzerine selam olsun! Mezkûr şeriat sahibinin, (Aleyhisselam) ashabının üzerine de salat ü selam ve sena olsun!

 

DOKSAN ÜÇÜNCÜ MEKTUB

Yine mezkûr halifesi olan Şeyh Ahmed’e. Gördüğü bazı rüyalar ile vâkıların tabirleri ve o rüyalar manevi ilerleme kabiliyetinin mevcudiyetine delalet ettiklerinden dolayı, Allah’ın (Celle ve ala) ihsanına sadat ı kiramın (Kuddise sirruhüm) himmetine itimat etmekle bilfiil, mezkûr kabiliyet hasıl oluncaya kadar, taat ve ibadete çalışmak lazım olduğu hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Hiçbir varlık yok ki, onu hamd ile tesbih etmesin. Salat ü selam, mahlukatının en hayırlısı olan Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) al, ashab, zevceleri, ensari ve muhacir olan halkının üzerine olsun!

Bundan sonra, bu mektub, kutbu alem kaymakamının (Radıyallahü anh) perverdesinden, Allah yolundaki kardeş ve dostu, en şerefli kardeşi, Molla Ahmed’edir. Allah, onu afetlerden koruyup mukarrebun olanların zümresine dahil eylesin!

Sıhhat, selametinizden ve Allah’a yalvarışınızdan haber veren sevimli mektubunuz perverdeye ulaştı. Dolayısıyle Allah’a (Celle ve ala) hamdü şükr etti. Mektubda gördüğünüz dört rüyadan, istiğfar edişinizden bahs edilmiştir.

Birinci rüya, sende, Peygamber’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) ahlakı ile muttasıf olma, sünnetine tebaiyyet ve vilayet mertebesinde seyr etme kabiliyeti olduğuna delalet eder. Öyle ise, o kabiliyetin, kuvvetten fiiliyete çıkması için, çok çalışman lazımdır. Bununla beraber, yaptığın amellere kulak asmayıp, yüce mertebelere ulaşmak için, aziz ve cebbar olan Allah’ itimat etmelisin. Zira rüyada, hatmede yaslanıp okumak buna delalet eder.

İkinci rüya ki, Şeyh Abdülkahhar’ı uzanıp yan yatmış olduğunu görmeniz ise yan tarafa yaslanmak, dünyanın meşakkatinden kurtulup rahat ve neşeye işarettir. Çünkü yolcu yolunu tamamlayınca istirahat için yan yatar. Şeyh Abdülkahhar, oğlu için ağlaması rüya tabiri kitablarında, beyan edildiği üzere, onunla sevinecektir, diye tabir edilir. Ama o rüyada senden sual sorması ve ona cevab vermenle gülmesi, yukarıda zikr edildiği gibi, sende manevi ilerleme kabiliyeti olduğuna işarettir. Öyle ise, o kabiliyet kayıp olmaması için çalışman gerekir.

Üçüncü rüyanızda Molla Zahir ile talebeler okumak için köyünüze geldiklerini görmeniz ise, halkın senden yararlanacakları ile tabii edilir. Yani sende yararlanma kabiliyeti mevcuttur. Onu fiiliyete çıkarmasını Allah’dan (Celle ve ala) rica ederiz. Mezkûr rüyada gelen misafirlere, masraf edecek bir şeyin olmadığını düşünmeniz, bu tarikatten maksud olduğu gibi, yaradılışça nefsini ve kemalat ile kabiliyetini görmekten ibaret olmalarını Allah’dan (Celle ve ala) dileriz. Çünkü bu tarikatta bütün kemalat mertebeleri yüce Allah’dan oldukları insanın nefsi hiçbir kemale müstahak olmadığı, kulun istihkakı olmaksızın Allah (Celle ve ala) onun hakkında yaptığı bütün şeyler, ancak Allah’ın fazilet ve kereminden olduğu bilinmesi lazımdır. Nitekim Şahı Nakşibendi (Kaddesallahü sirreh) Farsça:

“Biz ortada fazlayız.” buyurmuştur.

Dördüncü rüyanız ise, İmam ı Rabbani (Radıyallahü anh) rüyada görülen suyu, ilim ile hatta batına ilim ile tevil buyurmuştur. Demek ki, bu rüyada kutbu azam ile Şeyhi Ekber’lerin (Kaddasellahü sirreh ve Radıyallahü anh) himmetlerine, nisbetleri alemin etrafını büyük okyanuslar gibi çevirmesine işarettir. O tarafın halinden, oradaki tarikatın nisbetinden ve halkın tarikata dahil olup olmadıklarından bahs etmediğinize taaccüb ederim.

Bundan sonra perverde sana, kardeşlerine, El Hacı Emin’e, talebelere ve diğer kardeşlere selam eder. Ev halkı ve burada bulunanlar da selam edip, dualarını dilerler. Allah’a hamd olsun, sıhhat ve selamettedirler. Allah’ın salat ü selamı, efendimiz Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem), alinin ve ashabının üzerine olsun!

 

DOKSAN DÖRDÜNCÜ MEKTUP

Mezkûr halifesinin (Şeyh Ahmed)in köyü reisi İbrahim Ağa’ya Şeyh Ahmed’e yardım etmesi ve diğer çeşitli hayır işlere sebeb olmasına dair teşviki bahsinde olup, çünkü hayır işlere yardım etmeye sebeb olan kimse, sevab bakımından onu bilfiil yapan kimse gibi olduğu ve o konu ile ilgili meseleler hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler, Allah’a mahsustur. Salat ü selam, Allah’ın mahlukatının hayırlısı olan Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün alinin ve ashabının üzerine olsun!

Bundan sonra, Molla Ahmed gelip iyi ahlakınızdan bize haber verince, aramızda muhabbetin artmasına sebeb olmak üzere cenabınıza bir mektub yazmaya başladım. Zira malumunuzdur ki, Molla Ahmed’e olan iltifatınız ve yardımınız, Allah’u Teâlâ’nın muhabbeti ve yüce Allah’a yaklaşmak ahirette sevab kazanmak arzusuyla olduğundan dolayı yüce Allah’a yapılan hizmet, ahirette insanın yükselmesine sebeb olduğu gibi, dünyasının yükselmesine de sebeb olur. Çünkü bütün şeyler, Allah’ın (Celle ve ala) iradesine bağlıdır. Malum ola ki, dostlara yapılan iltifat ve yardımlar, başkalar nazaran daha çok ve daha tamadır. Öyle ise, cenabınıza layık olan şey; köyünüzde Cuma namazının kılınması icra edilmesi, halkı beş vakitte namaz kılmaya sebeb olmaktır. Çünkü Peygamber’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) hadisi şerifinde;

“Hepiniz çobansınız, gözetmeniz ve iradeniz altında olanlardan mesulsünüz.” Buyurmuştur.

Hülasa: Her vakitte Allah’ın razı olduğu şeylere çalışmak lazımdır. Hele bu zamanda daha ziyade çalışmak gerekir. Çünkü daralmıştır. Öyleyse Molla Ahmed gibi İslam dininin değerlendirilmesine sebeb yardım etmeniz, cenabınıza layıktır. Çünkü bir din talebesinin okumasına sebeb olan kimse, o ilmin dünya da baki kaldığı müddetçe, sevabı kesilmez, hatta bütün mertebede ecri daha evvelkinin on misli kadar tartar. Yardımcı kimsenin dünya ve ahirette meşhur olmasına sebeb olur. Sonra, size, çocuklarınıza ve ev halkınıza dua eder, size ve onlara, Hacı Muhammed Emin’e selam ederiz. Allah, efendimiz Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) alinin ve sahabelerinin üzerine salat ü selam eylesin! Bütün köy halkınıza selam ve dua eder, onlara Allah’ın takvasıyla, ona ibadet etmeyi tavsiye ederiz.

 

DOKSAN BEŞİNCİ MEKTUP

Yine mezkûr halifesini, taat, takva ve Allah’ın emir ve nehiylerini halka tebliğ etmeye teşviki, nefsi emmare ile çok hilekâr olan dünyadan korkutması, bunların bazı hallerinin beyanı, bazı haletlerin zuhurundan mağrur olmaktan ve haletlerden ucb hasıl olmasından, nefs ve şeytanın tuzağı olduğu için, kâinatın havadislerine dalmasından korkutması, belki o havadisten, imanın artmasına sebeb olmaları layık olduğu ve o konu ile ilgili meseleler hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler, alemin Rabbine olsun! Salat ü selam, yaratıklarının en hayırlısı olan Muhammed’e, (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün al ve ashabına olsun!

Bundan sonra bu mektub alem kutbu kaymakamının perverdesinden, Allah yolundaki en şerefli kardeşi Molla Ahmed’edir. Allah, onu ayıplanacak şeylerden muhafaza eylesin! Sizin ve yanınızda olan dostların üzerine selamdan sonra, Allah’ın takva ve taatına, Allah’u sübhanehü, razı olmadığı zahir ve batındaki şeylerden korunmaya bu zamanda ondan daha üstün bir makam olmayı, mühim şeylerden ve taatlardan olan Allah’ın emir ve nehiylerini halka tebliğ etmeye sıkıca sarılın! Fakat bu tebliğ, ilkin bir an dahi olsa, bedenden ayrılmaya nefsi emmareye olsun! O nefsi emmare ki, Allah, sahibini mezkûr nefsin şerrinden muhafaza edip, Allah’u sübhanehünün emrine itaatkâr olup nefsi doğru yola girmiş kimseden başka, bir an bile beden ayrılmaz.

Lakin bununla beraber, o kimse, yine nefsi emmarenin şerrinden emin olamaz. Zira nefsi emmare, sahibine günahları taat şeklinde gösterir. Bal içine zehir katar. Öyle ise, sahibine bir şeyin yapmasını veya yapmamasını içinde geçirdiğinde, adam onu şeriat ölçüsüyle ölçmesi lazımdır. Şayet dosdoğru ise, güzel. Değilse, onu kınayıp, Ahmediyye şeriatına – sahibinin üzerine salavatın en efdali, senaların en tamamı olsun- tarafına doğru çevirmesi gerekir!

İlkin nefse yapılan bu tebliğden sonra, halka, Allah’u Sübhanehûnün emr eylediği şeyleri, yapıp nehiy eylediği şeylerden kendilerini korumak için olmalıdır. Ancak tebliğ eden kimse, bunda da dikkat edip, gizli olan kalb hastalıklarından korusun! Yine bundan kendine nasihat etmesini irade etsin! Hatta halka sohbet ettiği vakitte bile ancak kendi nefsinden başka bir şeyle hitab etmeyecektir. Yoksa o sohbeti kalblerde tesir etmez. Nitekim Hakk Teâlâ, Kuranı Kerimde:

“Hem bana ne oldu ki, beni yaradana ibadet etmeyeyim ve ancak ona doğru döndürülüp gideceksiniz.” Diye buyurdu.

Yine tebliğ eden kimse, aldatıcı, hilekâr olan dünya hakkında korku üzere bulunsun. Çünkü dünya, insanlara gelinlerin süs ile süslenir. Lakin Allah’tan ebed bir tevfik ve kâmil bir mürşidden ruhani bir imdat almış kimseden başka onun çirkinliğine muttali olamaz.

Aziz kardeş! Birçok zamanlarda manevi haletlerin zuhurundan gurur hasıl olmasın! Zira onlar, çalışmanızın mahsulü değil, ancak rabıtadandırlar. Öyle ise, o haletlere taaccüb etmeyin! Fakat bu haletler, senden uzaklaşınca veya taat ve ibadette sana gevşeklik hasıl olunca, üzülüp teessüf ediniz! Çünkü bu her iki şey de ancak nefsten peyda olurlar. Bundan dolayı, Allah’u sübhanehudan af dileyin!

Şu da tavsiye edilir ki, ey kardeş! Gücün yettiği kadar, kendinizi bu zamanda yaygın olan dünya bahislerinden muhafaza edin! Kalbin manevi huzurunda bulunmasına çalışın! Çünkü dünyadaki bu günlük hadiseler, kulu, Allah’tan uzaklaştırmak ve onu utandırmak için nefis ve şeytanın tuzağıdır. Onlara aldanmayıp, her ne vakit bir şey işitirseniz, imanınızı onlarla takviye ediniz! Ta ki yakini bir iman hasıl olsun! Zira doğru, emniyetli olan Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem) o havadislerden bahisle “böyle böyle olacak” diye haber vermiştir. Halbuki Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem) ondan haber verdiği şey, bu zamanda şafak gibi zahir olmuştur. Mürşidimiz hazretleri (kuddise sirruh) “zamanın sonunda hayatta kalacak kimsenin imanı, yakînî (hakiki) bir iman olur.” Buyurmuş ve bundan maksadı, mezkûr şeylerden ibaret olduğu umulur.

Bu vakitte halka yapılacak sohbet, dünyayı göz önünden soğutmakla olsun. Ki ahiret işi tatlı olması ümit edilir. Çünkü dünya ile ahiret, iki kuma kadınlara benzer. Birisi, razı olunca, diğeri darılır. Allah, bizi ve sizi kendi muhabbetine ve Resulünün (Aleyhisselam) muhabbetine muvaffak eylesin! Allah, onun alinin, ashabının, dünürlerinin, ensari ve ona tabi olanların üzerine salat ü selam eylesin. Âmin!

 

DOKSAN ALTINCI MEKTUP

Yine mezkûr halifesine, Allah ile kendi arasının ıslahı ve parlak İslam şeriatına mütabeatı hakkındadır. Allah o şeriatı kıyamete kadar devam ettirsin.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Kâinatta hiçbir varlık yok ki, onu hamd ile tesbih etmesin! Salat ü selam, yaratıklarının en hayırlısı olan Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) alinin ve sahabelerinin üzerine olsun!

Bundan sonra bu mektub, Allah yolundaki dostu Molla Ahmed’edir. Allah onu, şeriatın mutabeatı üzerine sabit kılsın. Size dua ve selam edip, halinizden sual ederiz. Allah ile aranızı ıslah etmenizi şeriatın mutabeatı üzerine sebat göstermenizi tavsiye ederiz. Çünkü tarikatta matlub ve maksad da odur. Üstad ı azamın ev halkının durumundan sorarsanız, Allah’a hamd olsun! Hepsi selamette olup yarısı Garzon’da, yarısı da Nurşin’dedirler. Size tahsilatlı bir mektub yazmasını istedikse de fakat vakit dar idi. Sana selam olsun. Sultan Veled, Cemalüddin ve bütün talebeler ellerinden öper. Ve sana selam ederler.

 

DOKSAN YEDİNCİ MEKTUP

Bundan evvelki mektubda adı geçen halifesinin kardeşi Molla Mehmed Emin’e. Dünya, ahiretin mezraası olup, ondan bihakkın çalışmayan kimse, öyle bir vakitte pişman olacak ki, pişmanlığı fayda vermeyeceği, Nakşibendi tarikatının bazı faziletleri dolayısıyla bazı adabiyle meşgul olmasının layık olduğu, şükr etmek, Allahü Teâlâ’nın nimetine ayak kösteği olduğu için ona teşviki ve o konu ile ilgili meseleler hakkındadır.

 

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler, Allah’a mahsustur. Salat ü selam Allah’ın Resulünün, bütün alinin ve sahabelerinin üzerine olsun!

Bundan sonra bu mektub, yüksek kapı eşiğinin hizmetçisinden Allah yolundaki doğru, ona güvenilir kardeşi El-Haccil-Haremeyn Molla Muhammed Emin’edir.

Şübhesiz, bahar mevsimi, kış mevsiminin bir mezraası olduğu gibi, dünya dahi ahiretin mezraasıdır. Baharda ekin ekip zahire tedarik ederek işlerinde çalışıp maişetinin esbabını hazırlayan kimse, sonradan binayı mahsul ile doldurup kışta esenlik ve istirahatte bulunur. Böyle çalışmayan kimse, kışta hayrette kalıp pişmanlık fayda vermediği bir vakitte pişman olacaktır. Çünkü artık mahsulü elde etme zamanı geçmiş olur. Nitekim denilmiş ki, insan, sekerati mevt esnasında iken, ahirette ki yerinin azab olduğunu müşahede edince, bir iki gün veya bir saat daha yaşaması için Azrail’e (Aleyhisselam) yalvarır. Azrail (aleyhisselam) ona, hayatında birçok gün ve saatler senin üzerinden geçti, ömrünün sonu geldiği için, artık yalvarmanın, zelil olmanın hiçbir faydası yoktur der.

 

Öyle ise, akıllı kimse, Allah’a (Celle ve ala) ulaşan yollarda çalışması lazımdır. O yolların en yakını, Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem) sünneti, ruhsat ve bidatlardan ve birçok cahil sofuların yaptıkları hareketlerinden sakınılması üzere kurulan Nakşibendi tarikatıdır. Bütün bu şeylerde çalışmayan kimse, hiç olmazsa, hepsini de birden terk etmesin! Senin gibi kimseye mümkün olduğu zaman, rabıta etmesi ve evraddan da beş bin çekmesi ve hacegan hatmesini yapmakla meşgul olması layıktır. Hicaz seferinde sana dediğim gibi, Molla Ahmed’in yaptığı taat ve ona hasıl olan ecirde ortaksın. Bu sene Molla Ahmed’in senden çok memnun olduğunu görüyoruz.

 

Şunu da diyelim ki, madem ki Allah, sana Kabe’nin (Allah onun şerefini ziyade etsin). Tavafı ve Peygamber’in – Allah ona, aline ve sahabelerine salat ü selam eylesin! – ziyaretiyle nimetlendirdi. O nimetlere karşı şükr etmeyen kimse, nimetlerin zevaline sebeb olur. Şükr eden kimse, onu kösteği ile bağlar, denildiği üzere, Allah’a (Celle ve ala) şükr etmen lazımdır. Ki o şükr, salih amelleri layıkıyla o nimetlerin şükrünün ifa edilemediğini bilmen gerekir.

 

Sizin ve akrabanızın ve köy halkınızın üzerine selam olsun! Bütün işler, kudretinin elinde olan Allah irade ederse, Molla Ahmed maarifle dolu olarak size dönecektir. Allah, efendimiz Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün alinin, ashabının, zevcelerinin ve muhacirlerinin üzerine salat eylesin!

 

DOKSAN SEKİZİNCİ MEKTUP

Aslen Medineli olup, sonra Farkin’de mukim El-Şeyh Muhammed Sadaka’yadır. Ona karşı kendisinden vaki olan bazı hareketden dolayı özür dilediği, Peygamber’in ehli beyti büyük hürmete layık oldukları, onun ehli beytinin üzerine salat ü selamın ve senanın efdali olsun hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Kâinatta hiçbir varlık yok ki, onu hamd ile tesbih etmesin. Salat ü selam, yaratıklarının en hayırlısı olan efendimiz Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün alinin, ashabının, zevcelerinin, dünürlerinin, ensarı, muhacir ve sahabelerinin üzerine olsun!

Bundan sonra, bu mektub, kusurlu ve kusurunu itiraf eden köleden efendisi, mevlası olan El Şeyh Muhammed Sadaka’yadır. Allah, bu fakire de duasını şamil eylesin!

Bu fakir, hakkınızda son derece kusur yaptığını itiraf eder. Temiz sülaleden olduğunuz halde, size karşı nasıl kusurlu olmasın? Salat ü selam ve sena, özel olarak o sülalenin üstün olanlarının, umumi olarak da diğerlerinin, komşularının üzerine olsun. O Peygamber’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) alinin üzerine de salat ü selam olsun!

Bu fakirin taksiratının sebebi şudur ki, bir kitabda gördüğü üzere, seyyidlik davasında bulunan bir kimse, Mevlâna Cami’ye (Kuddise sirruh) gidip misafir olur. Mevlâna Cami, o gece sevincinden ve ona hürmeten sabaha kadar yatmamıştı. Sonra adamın birisi ona o adam seyyid olmayıp davasında yalancı olduğunu haber verir. Mevlâna Cami, Allah’a hamd olsun! Çünkü ben de ona ancak söylediği yalanı kadar hakkını verdim. Eğer, davası doğru olsaydı, hakkında kusurlu kalacaktım, diye buyurdu.

Hakkınızda nasıl kusurlu değilim ki, siz şübhesiz o temiz sülaledensiniz. Fakat en perişan bir hal ve huzursuz bir kalb ile, Bitlis vilayetinde, cenabınız ve sohbetinizle müşerref oldum. Şimdiye kadar da o mülakata ve cenabınıza karşı yapılacak hürmet hakkının edasına muvaffak olamadığımdan hasret ederim. İşte mezkûr kusurdan dolayı, bu fakiri afv etmeniz, cenabınıza yakışır. Zira kusurları afv etmek şanınızdır.

Fethullah ile annesinden memnun olduğunuzu işittim. Bundan dolayı, Allah’a hamd ve şükr ettik. Memnuniyetiniz, size karşı yapılan kusurun afvına, bize ve onlara dua etmenize sebeb olması umulur.

Sora, ellerinizden öperiz, cenabınızdan dua diler, yanınızda bulunanlara selam ederiz. Allah, efendimiz Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) alinin ve ashabının üzerine salat ü selam eylesin!

 

DOKSAN DOKUZUNCU MEKTUP

Bulanık ilçesi kaymakamı Hüseyin Faik beye, ona bazı nasihatlar etmekte, Allah ve Resulünü (Sallallahu aleyhi ve sellem) sevmeye, emir ve nehiylerine itaat etmesine ve yüce devlete sadakatle çalışmasına, vatandaşlara karşı şefkatli olmasına dair teşviki, mübarek ramazanı şerif ayının ve onda yapılan taatin faziletinin beyanı ile o civarda bulunan bazı tabilerinin işlerini yapmasına dair teşviki hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

 

Bütün hamdler, alemin Rabbine mahsustur. Salat ü selam ilk ve son insanların efendisinin (Aleyhisselam) alinin, ashabının, zevcelerinin ve zürriyetinin üzerine olsun!

Sonra bu mektub, yüksek kapı eşiğinin hizmetçisinden hamiyyetli, namuslu, güzel haslet ve iyi ahlak sahibi olan Bulanık kaymakamına, Allah, onu ve bizi, doğru yolda sabit eylesin! Onu ve ev halkını dünya ve ahiretin afetlerinden selamet eylesin! Mezkûr hizmetçiye olan muhabbetiniz, size bu mektubu yazmasına sebeb oldu. Çünkü şübhesiz biliyoruz ki, o muhabbetiniz, Allah’ın (Celle ve ala) rızasından başka bir şey için değildir. Çünkü o hizmetçiden hiçbir fayda gelmez. Öyle ise, size Allah (Celle ve ala) ile Resulü (Sallallahu aleyhi ve sellem) karşı muhabbeti her şeyden daha ala ve üstün olması cenabınıza layıktır. Muhabbetin zuhuru mütabeat ile hasıl olup, kulun Allah’a (Celle ve ala) muhabbeti, o mutabeata terettüb eder. Nitekim Allah (Celle ve ala) Kuranı Kerimde: “Resulüm de ki, eğer siz Allah’ı seviyorsanız, hemen bana tabi olun ki, Allah da sizleri sevsin!” diye buyurdu. Ekabirden bazısı, muhabbet itaat etmektir demişlerdir. Yüce devlete sadakat, millete karşı şefkat Allah’a itaat etmekle olur. Kâinatın rabbine yapılan iş, nasıl bu iki şeyin üzerine terettüb etmez? Öyle ise, salih amellerin yapılması sizin gibilere yakışır. Zira dünya ve ahiretin seadeti, salih amellere bağlıdır. Hele bu mübarek ramazanı şerif ayında yapılan ibadetler. Çünkü bu ay hakkında birçok hadisi şerifler rivayet edilmiştir. Nitekim sahabe-i kiram (Radıyallahü anhüm) demişler ki, Peygamber efendimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) Şaban ayının son gününde bize bir hutbe okuyup buyurdular ki:

“Ey insanlar! Gerçekten mübarek, büyük bir ay size yaklaştı. Onda bin aydan daha hayırlı olan kadir gecesi vardır. Allah, orucunu farz, gecesinde ibadet kılınmasını nafile eylemiş olduğu bir aydır.”

Alimler, gecesindeki ibadetin fazileti, yatsı namaz ile sabah namazlarının cemaatle kılınmasıyla hasıl olur demişlerdir. Daha sonra, Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem) mezkûr hadisin devamında şöyle buyurdu:

“Bir kimse o ayda bir hayır işlemekle kendini Allah’a yaklaştırsa, başka bir zamanda bir farz eda etmiş gibi, bir kimse onda bir farz ibadeti eda ederse, başka zamanda da yetmiş farz eda etmiş gibi sevab kazanır. O, sabr ayıdır. Çünkü onda yemek yenmemeye sabredilir. Sabrın sevabı cennettir. Lütuf ve merhamet ayıdır, onda müminin rızkı artar. Her kim ki onda bir oruçlunun orucunu açarsa, günahlarına bir mağfiret olup kendini cehennem ateşinden azad eder ve orucunu açtığı kimsenin ecrinden bir şey eksik olmaksızın kendisine de o kadar ecir vardır.” Bunun üzerine, meclisinde bulunanlar, ey Allah’ın Resulü! Hepimiz, oruçlu bir kimsenin orucunu açacak bir şey bulamayız, deyince Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem):

“Allah, bu sevabı, tek bir hurma veya bir yudum su veya bir yudum süt ile bir oruçlunun orucunu açan kimseye de bu sevabı verir.” Yine devamla Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki;

“Onda, dört hasleti çok taleb edin! Onlardan iki hasletle Rabbinizi kendinizden razı eder, diğer iki hasletten vaz geçemezsiniz. Onlarla Rabbinizi razı edecek iki haslet: kelimei şehadet olan Eşhedü en la ilahe illallah (Allah’tan başka bir Hak ilah olmadığına şehadet ederim.) söylemek ve mağfiret dilemenizdir. Vazgeçemeyeceğiniz diğer iki hasletler, ise Allahü Teâlâ’dan kendinize cenneti dileyip cehennemin ateşinden ona sığınmanızdır.” Demek ki bu mübarek ayı ibadetle tazim etmesi ve gevşeklik yapmaması akıllı kimseye vacibdir. İşte, cenabınıza benden bir hediyedir, kabul ediniz!

Bundan sonra, Molla Derviş fakir hal olduğu ve orda ikamet edecek bir yeri olmadığı için, Mahmudiyye kazasına gitmek üzere, bu fakirden izin istedi. Sonra kaymakam bey, beni oraya gitmekten men edip, geçen maaşım ile ilerdeki maaşımı vereceğine dair söz verdi. Ve geçen ayın maaşımdan da bana beş altın vermiştir, dedi. Bunun üzerine ben, onu gitmekten men edip kaymakam bey verdiği sözüne muhalefet etmeyecektir, zira kendisi, mümkün olduğu kadar verdikleri sözlerini yerine getirdikleri kimselerdendir, dedim. Bizler, dünya ve ahirette feraha kavuşmanız için, sizlere dua etmekle beraber, sizin, Hasan Servet beyin, müftü efendinin, Davud ağa, Abdülbaki Efendi, Haydar Efendi, Kahroman Efendi, yanınızda bulunanların efendimiz Mustafa’nın (Sallallahu aleyhi ve sellem) mütabeatından ayrılmayan kimselerin üzerine selam olsun! Salavat ve senanın en kâmili de Mustafa’nın (Sallallahu aleyhi ve sellem) alinin, ashabının, zevcelerinin ve zürriyetlerinin üzerine olsun!

YÜZ BİRİNCİ MEKTUP

Şam vilayetinin Salihiyye mahallesinde mukim, şeyhinin halifesi olan El Hac Hasan’ın kardeşinin oğlu Abdülkudüs efendiye. Dünya ve dünya sevgisinin kınanması, Allah’a ulaştırıcı yollar, canlı mahlukatın alıp verdikleri nefesler kadar olduklarının, Nakşi tarikatın esası, sünnetin mütabeati, hatta azimetle amel edilip ruhsat ve bidatlardan korunmak üzere olduğundan, yollardan Allah’a en doğru ve yakın yol Nakşibendi tarikatı olduğunun beyanı ve tarikatın icmalen izahı, onda en önemli olan şey, mürid, kendi mürşidine olan rabıtası, rabıtanın nevileri ve faydası, rabıta hakka, doğruya muhalif olduğu tevehhüm edilip bazı kısır fikirli kimseler müşkül kalmış olan bazı ekâbirin dedikleri sözlerinin tefsiri ve o konu ile ilgili meseleler hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler, alemin Rabbine mahsustur. Kurtuluş, Allah’tan korkanlar, pişmanlık, ondan gafil olanlar içindir.

Allah’ın ismiyle başlarım. Kâinatta hiçbir şey yok ki, onu hamd ile tesbih etmesin. Sala tü selam, Allah’ın yarattıklarının en hayırlısı olan Muhammed’e (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün aline, ashabına, ensarına, dünürlerine, komşu ve tabilerine olsun!

Bundan sonra, bu mektub, yüksek kapı eşiğinin hizmetçisinden, Allah yolundaki kardeşi, muhterem Abdülkudüs efendiyedir. Allah (Celle ve ala) onu sevdiği kimselerin zümresine dahil edip, Nakşibendilerin (Kuddise sirruhüm) muhabbet şarabından bir şerbet, üzerine nazil eylesin!

Malumunuz olsun ki, mezkûr hizmetçi ve gelip emeller kâbesinin merkadının ziyaretiyle – Allah bizi sakinin sırlarıyla kutlasın – visal ve teşerrüfi vaki oldu. Bu ana kadar ne onun ne de kardeşlerin bir üzüntüleri olmayıp, hepsi de selamettedirler. Size ve oğlunuza, oradaki kardeş ve akrabalarınızın hepsine selam edip hepsinden dua diler.

Sonra, ey kardeş! İnsan ya aşağı çirkin olan dünyaya talibdir ki, çirkinliği hiç kimsece gizli değil. Hatta izahına ihtiyaç olmayan içindeki inkılaplar, değişiklikler, dolayısıyla neticesiz ve vefasızlığı herkese zahir olur. Öyle ise, akıllı kimse, Allah’ın (Celle ve ala) gazabına uğramaması için dünyaya önem vermeyip, büsbütün düşüncesine dalmaması lazımdır. Hatta hadisi şerifte:

“Dünya sevgisi bütün günahların başıdır. “Diye rivayet edilmiştir. Mevlâna El Şeyh Abdullah El Dehlevi de (Kuddise sirruh) bu cümleye her günahın başı küfürdür.” Diye birleştirmiş ve bu iki mukaddime mantık ilminin kuralına göre dünyanın sevgisi, küfürdür. Yani büsbütün Allah’ı unutup da gaye hep dünya olsa, insanı küfre doğru sürükler, demek neticesini verir. Nitekim Mevla’mız üstadımız El Şeyh Fethullah, (Kuddise sirruh) Allah, bizi ve sizi onun sırlarıyla kutlayıp ona tabi eylesin. Akıllı kimse, mümkün olduğu kadar, dünyadan yüzünü çevirmesi lazımdır, diye buyurmuştur.

Veyahut insan, Allah’a (Celle ve ala) talibdir. Ki en doğru ve kuvvetli yol budur. O talebde bulunmak insan için dünya ve ahirette manevi bir yükseklik ve kıyamete kadar Allah (Celle ve ala) ile Peygamber’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) nezdinde makbuliyet vardır. Allah’a (Celle ve ala) diden yollar, pek çoktur. Hatta, canlı mahlukatın alıp verdikleri nefeslerin sayısı kadar olduğu denilmiştir. Nakşibendi olmayan, İmam-ı Gazali ile Ahmed Bin Hacer gibi imamların açıkça dediklerine göre, en yakın ve doğru yol, Nakşibendi tarikatına mensub olan büyük zatların seçtikleri yoldur.

Bu tarikatın binası, sünneti seniyye ile, Allah’ın muhabbeti üzere kurulmuştur. Nitekim Hazreti Behaeddin Şahı Nakşibend (Kuddise sirruh) vakıa halinde, Hace Abdul Halik El Gucdüvani (Radıyallahü anh) ruhaniyyetinden muhabbetle emr olunmuştur. Rivayet edilmiş ki, bir gün, Behaeddin’e (Kuddise sirruh) seni ne gibi bir şeyle tanıyalım? Denildiğinde, “sünnete tabi olmamla” diye buyurdu.

İşte Şah’ın (Kuddise sirruh) buyurduğu bu sözü, tarikatı, sünneti seniyyeye mütabeat etmekten başka bir şey olmadığına dair ne kadar kuvvetli bir delildir. Çünkü bilinip tanınmasına ancak mütabeate hasr etmiştir. Öyle ise, tarikatını arzu eden kimse, mutlaka, Peygamber’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) sünnetine tabi olması dinde bidat ve ruhsat olan şeylerden zayıf olan kavillerden kendini muhafaza etmesi lazımdır.

Hace Muhammed Parisa, Risaletül Kudsiyye kitabında Şah-ı Nakşibend’den (Kuddise sirruhüma) rivayetle, buyurduğu sözlerinin hülasası: Evliyadan bazısı, insanların faydaları için, dindeki ruhsatlarla amel ederler. Gerçi onların yaptıkları bu hareketlerin bir meyvesi, faydası olduğu düşünülürse, fakat o meyve tahakkuk etmeyip nihayet o meyve ağacı kurur.

Öyle ise, Şah’ın tarikatını arzu eden kimse, mezkûr ağaç yeşillenip meyve vermesi için, parlak İslam şeriatından, hatta şeriattaki azimetle amel etmekten ayrılmaması gerekir. Nakşibendilerin tarikatı, tafsilen sayılmayacak kadar ise de icmalen üç şeyde hasr edilmiştir.

  1. A) Gizlice zikri Celal (Allah) kelimesi veya kalb ile kelime-i tevhidi (La ilahe illallah) deyip zikr etmek.
  2. B) Sohbet etmek, (Allah ve resulü ile tarikatın büyük zatlarından halka bahs etmektir.)

C)Mecaz insanı hakikate ulaştırma köprüsü olduğu düşüncesiyle, evvela rabıta etmek vacibdir.

Rabıta, mürid, kendi mürşidinin siması hayaline getirmekten ibarettir. Fakat rabıtanın kısımları çoktur. Hülasa olarak ya ihlas üzere yapılan rabıtadır. Ki mürid manevi afetlerden kurtuluşunu mürşidin mütabeatinde olduğunu, onda fani olması için kapısından başka onun için bütün kapılar kapalı olduğu, hatta ne kapalı ne açık olarak onun için o kapıdan başka, hiçbir kapı olmadığına dair düşüncesidir.

Veya muhabbet yolu ile yapılan rabıtadır ki, ta ki mürşidinde fani olup ondan başka hiçbir kimseye karşı ne muhabbetini ne de buğzunu his etmeyip mürşidini, nefsinden, malından, canından, çocuğundan daha sevimli olmakla beraber, simasını hayaline getirmek demektir.

Veya teslim yolu iledir. Ki mürid, mürşidini hayaline getirmekle onda fani oluncaya kadar; emrine itaaat edeceğini yani mürid kendini ona karşı, yıkayıcı ellerindeki ölü gibi olduğunu hayal edip düşünmesidir. Nitekim rabıtanın bu kısmını Üstadı Azam (Kuddise sirruh) bazı tabilerine gönderdiği bazı mektublarında en tamam bir tafsil ile beyan eylemiştir. Gavs-ı Azam – Allah bizi onun sırlarıyla kutlasın – müridden ilk sorulan şey, rabıtadır, diye buyurmuştur. Hace Übeydullah El Ahrar da (Kuddise sirruh) Farsça şöyle buyurmuş: “Rehberin gölgesi (ona tabi olmak) zikri hakten iyidir. “Bu kelamını İmam-ı Rabbani’nin oğlu Hace Masum (kuddise sirruhüma) şöyle tefsir etmiştir. Yani Rabbin azameti ve nezaheti bakımından kul ile Rabbin arasında hiçbir münasebet yok ki kul, Rabbinden (Celle ve ala) istifade edebilsin. Öyle ise, kula, iki cihetli: beşerriyet ve mukaddesiyyet cihetleriyle muttasıf olan bir vasıta lazımdır. Ki dolayısıyla Allah’tan manevi bir istifade edebilsin, demektir. Daha sonra demiş ki, rabıtadan maksad, zahiri işlerde de olsa, mürid ile mürşidinin arasında münasebet hasıl olmak içindir. Çünkü her ne kadar münasebet artarsa, daha çok ondan feyz almış olur. Sebebi, gerçekten rabıta zikri Hak’tan efdal olduğu için değil, belki hadis olan kul ile kadim olan Rabbin arasında münasebet olmadığı cihettendir. Nitekim:

“Toprak, maliklerin maliki (Allah) ile ne münasebeti vardır. “Denilmiştir. Mevlâna Cami (Kuddise sirruh) Farsça bir beytinde demiş ki:

“Yazı tahtasında, ilkin elif, be, te harflerini okumadıkça nasıl Kuran dersini okursun?” yani ilkin alfabe harflerini okumazsan, Kuran dersini okumaya kudretin yoktur. Ahmed El Cezeri’nin “Talib kü hate fursat mühlet linik harama. Minumri nuhi nini saki ver bilez hoş.” (Allah’a talib olan kimse fırsat bulunca, çalışmayıp mühlet vermesi kendisine haramdır. Benim için Nuh Peygamber (aleyhisselam) gibi uzun ömür yoktur. Öyle ise âşık olmam için, Ey aşk şarabının dağıtıcı! Bana doğru acele gel! dediği gibi, çalışmaya mühlet verilmemelidir. İşte bunları unutma. Bundaki nasihat kafidir. Şayet oradaki arkadaşlarınızın tarikata iştiyakları olduğunu bilirsen, bu mektubu onlara göster, okut! Ve benden onlara selam söyle! Darülhadisteki muhaddis Şeyh Bedruddin’den bizim için duasını taleb edip bizden ona selam söyle! Allah, halkın hayırlısı olanın, karanlığın yıldızları ve Peygamberin sünnetinin kaynakları olan alinin ve ashabının üzerine salat eylesin!

 

YÜZ İKİNCİ MEKTUP

 

Şeyh Abdülkahhar oğlu, halifesi Şeyh Mahmud’a, Allah’ın muhabbetine teşviki, muhabbetin bazı meyvesi ve faidesi, dünya ve dünyadaki şeylerin yaratılışından maksad muhabbet olduğu ve sadatın adetleri, adetlerin büyüğü olduğundan, – Allah, bizi onların sırlarıyla kutlayıp derya gibi nurlarından üzerimize bir nebze nazil eylesin – adetlerine muvafık olan bazı maslahatların ve konu ile ilgili meselelerin beyanı hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler, kendisinden korkanlara, kurtuluşu veren Allahü Teâlâ’ya mahsustur. Salat ü selam ilk ve son insanların efendisinin, (Sallallahu aleyhi ve vellem) bütün alinin, ashabının, zevcelerinin ve zürriyetinin üzerine olsun!

Bundan sonra, bu mektub, alem kutbu kaymakamının (Radıyallahü anh) perverdesinden, Allah yolundaki kardeşi ve dostu, sevimli Şeyh Mahmud’adır. Allah, onu nezdinde makbul olanlardan eyleyip onu ayıplayıcı şeylerden muhafaza eylesin! Ona çalışılmasına ve onda hayat sarf edilmeye layık olan şey, Mevla’nın (Celle ve ala) muhabbetidir. Çünkü onda çalışan kimse, pişman olamaz. Dolayısıyla gözleri görmediği, kulları işitmediği hiçbir insanın hatıran gelmediği şeyi onlar. Mısra;

“Onu (sevgiliyi) çok meth eden kimse, onun iyi özelliklerini idrak etmez.” Öyle ise, bu dünyayı onun husulüne vesile etmek lazımdır. Zira dünya Allah’ı sevmek ve bilmek için yaratılmıştır. Nitekim hadisi kudside: “Ben (Allah), gizli bir hazine idim. Bilinmemi sevdim. Beni bilmeleri için halkı yarattım.” diye buyurmuştur. Allah’u Teâlâ da Kuranı Kerimde “İnsan ve cinleri ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.” (El Zariyat suresi, ayet:26) diye buyurdu. Farsça;

“İşte sana maksud olan hazineden bir alamet verdik.”

Bundan sonra, bu sonbaharın erken bir vaktinde, her iki çocuğumuzun arasında teşebbüs ettiğimiz alakanın en yakın bir zamanda tamamlanmasını (evlendirmelerini) isteriz. Bazı ev halkımızı feyzlerini varid olduğu yere, yani Üstadı azamın merkadına yakın olan yere (Nurşin’e) nakl etmek arzusunda olduğumuz için gerçi evladımızdırlar. Fakat, halkın örf ve adetini terk etmeyiz. Ve üstadı azamın adetinden de dışarı çıkmayı da sevmeyiz. Çünkü sadatın adetleri adetlerin ulusudur.

Size selam edip duanızı diler, size ve çocuklarınıza selam ettikten sonra, size dua ederiz. Bütün talebelere selam eder, annenizden dua taleb ederiz. Sözümüzün evvelinde ve sonunda Allah’u Teâlâ, efendimiz Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) alinin ve ashabının üzerine salat ü selam eylesin deriz.

 

YÜZ ÜÇÜNCÜ MEKTUP

Yine mezkûr halifesi Şeyh Mahmud’a, bazı dostlardan sadır olan kusurları, insanın gaflet uykusundan uyanmasına sebeb olup Allah’a karşı sevgi ve yakınlığın artmasına ve Allah’a sığınmanın kemaliyetini ve insan varlığının ortadan manen mahv olmasına sebeb olduğunun, bütün işlerde, insan, ağır başlılıktan, temkinden ayrılmadan dedikoduya dalmaması gerektiğinin beyanı ve bu konu ile ilgili meseleler hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler, alemin Rabbine mahsustur. Salat ü selam, Allah’ın Resulü ile, alinin ve ashabının üzerine olsun! Bundan sonra, bu mektub, Allah yolundaki kardeşi, dostu Şeyh Mahmud efendiyedir. Allah onu belalardan selamet eyleyip mukarrebun dileklerine ulaştırsın. Fethullah ismiyle gönderilen mektub, bu fakire ulaştı. Ona baktıktan sonra, sizin ve kendisi için, yüce Allah’a sığınması, yalvarması arttı. Gaflet uykusundan uyandığınıza dair Allah’a hamd etti. Umarım ki, Allah bu haleti kendisine (Celle ve ala) yaklaşmaya, sevgisinin artmasına, onu bazı kimselerden sadır olup da Allah’a (Celle ve ala) ziyadesiyle sığınılmasına ve yalvarılmasına sebeb olan şeylerden eylesin! Ta ki bedeni, manen varlığı ortadan mahv olup yerine ondan hiçbir şey gelmeyen âdem vasfı zahir olsun ve insandaki bütün kemalat Allah’tan olduğu anlaşılsın.

Bundan sonra bu fakir, bize hediyeniz olan kerimenizden gayet razıdır. Onda soyluluk ve asaletin alameti belirmektedir. Allah’dan (Celle ve ala) onu malumumuz olan şeylere mutabık eylemesini dileriz. Akıllı olan kimse, her şeyde düşünerek, ondan kendisine iyi bir hisse alması gerekir. Kadın cihetinden bu akrabalıktan alacak olan hissesi mücerred dedikodulara kulak vermeyip, belki sakin ve ağır başlı olmasıdır. Bir defa bir iş için, Üstadı azamın halifesi ve kâtibi, benimle konuştu. Hiç düşünmeden sormadan ona teşebbüs ettim. Sonra pişman oldum. Bu nasihatimi aklında tut! Size, evladınıza ve talebelere, duadan sonra, selam eder, sizden ve onlardan bize dua etmenizi diler. Annenizin de duasını taleb ederiz. Allah, efendimiz Muhammed’in, (Sallallahu aleyhi ve sellem) alinin ve ashabının üzerine salat ü selam eylesin!

YÜZ DÖRDÜNCÜ MEKTUP

Yine mezkûr halifesine: Dünya gerçi, bütün zahiri istirahat sebebleri, bir kimseye hazırlamışsa da onun için istirahat yeri olmadığı, ancak kalbin Allah’a (Celle ve ala) rabt edilmesinde esenlik olduğunun beyanı ve bu konu ile ilgili meseleler hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Kâinatta hiçbir varlık yok ki onu hamd ile tesbih etmesin. Salat ü selam, Allah’ın mahlukatının en hayırlısı olan, efendimiz Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün alinin üzerine olsun. Bundan sonra, bu mektub, Allah yolundaki kardeş ve dostu muhterem Şeyh Mahmud efendiyedir.

Haleb’e gittikten ve başınıza gelen musibet ve meşakkate karış Allah’u Teâlâ, size sabır, evladınıza da selamet versin, deriz. Dünya gözümüzde soğuyup onda rahatlık olmadığını anladık. Zira Allah (Celle ve ala) zahirde esenliğinize sebeb olan şeyleri size hazırladığı halde onlar meşakkat eziyyet ve rahatsızlığınıza sebeb oldular.

Öyle ise, akıllı kimse, kendi nefsinde düşünüp, kalbi aziz ve celil olan Allah’a taallukunda esenliği olduğu sevgi ve muhabbete ancak o layık olduğu, nâsivası (Allah’tan başkaları) insana sevgiyi izhar etseler de kendisine düşmanların en düşmanı ve vefasızlıkla muttasıf olduklarını bilmelidir. Bunun için, oğlum Ahmed’in – Allah kendisine layık olan bir rahmetle, ona rahmet eylesin – vefat haberini işittiğimden sonra, ona bir hediye olarak tehlil hatmesini okumaya başladım. Okunması hakkında varid olan haberlere göre, gerçi, bunu kimseye ifşa edilmemesi makbul ise de fakat senin ve annenin kalbini teselli etmek maksadıyla, tehlil hatmesini okudum diye açıkladım.

Ziyaretten sonra, eziyet çektiğinizi işittim. Dünya esenlik yeri olmadığı, ferah ancak aziz ve celil olan Allah’a kavuşmakla hasıl olduğunu bilmenizle, o eziyetleri kolaylaştırsın! Selamet ve esenlik içinde ol!

Kerimeniz Cemile tarafından üzüntünüz olmasın! Çünkü o bizce gayet makbul olan şeylerdendir. Kızı da selamettedir. Sizin tarafınıza gelmeye kudretimiz olsa, inşaallah teşrini sani (Aralık ayı)nda geleceğiz. Yoksa gelemeyeceğiz. Çünkü gayet zayıfız. Muhammed Masum, Muhammed Baki, Cemaluddin Ahmed size selam edip ellerinden öper, duanızı dilerler. Allah, efendimiz Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) üzerine salat ü selam eylesin!

 

YÜZ BEŞİNCİ MEKTUP

Yine mezkûr halifesi olan Şeyh Mahmud’a: Bu zamanda Allah’ın rızasına çalışmak, şeriat yolunda yürümek ve ne şekilde mümkünse onun halk arasında icrasına çalışmak gerektiğinin beyanı ile bazı nasihatler hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Kâinatta hiçbir varlık yok ki, onu hamd ile tesbih etmesin. Salat ü selam, Allah’ın yaratıklarının hayırlısı olan efendimiz Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün alinin ve ashabının üzerine olsun!

Bundan sonra bu mektub, Allah yolundaki kardeşi olan Şeyh Mahmud’adır. Allah onu afetlerden selamet eyleyip, ona uzun ömürler versin!

Kul, Allah’ın rızasına çalışması, Peygamberinin (ona, aline ve ashabına salat ü selam olsun) şeriatı yolunda bilhassa bu zamanda gitmesi lazımdır. Çünkü bu zamanda şeriatın alametleri yıkılıp, mahv olmuştur. Yerlerine beşerî ve tabii bulanık arzular zahir olmuştur. Allah, bizi ve sizi onlardan kurtarsın! Evvela insan bizzat nefsini ıslah etmeye, saniyen onlardan kurtarsın! Evvela insan bizzat nefsini ıslah etmeye, saniyen ki-uka kallerle de (söylentiler) olsa, onu halk arasında icra etmeye çalışması lazımdır. Bundan sonra şunu tavsiye ederim ki, kendisinden gasben alındığı malı için, Molla Alaüddin, tarafınıza geldi. Çünkü malı gasb eden kim olduğu alametleri belirmiştir. Ne şekilde mümkün olursa olsun, malını çıkarmaya gayret etmeniz gerekir. Çünkü kendisi de ev halkımızdan olup, Üstadı azam (Kuddise sirruh) ile tam alakası vardır. Sizin ve ev halkınızın sıhhatinden sorarız. Eşinizin hastalığı gitti mi? Size dua ve validenizden dua talep ettikten sonra, size, evladınıza, meclisinizde bulunan talebe ve diğer kimselere, Mustafavi şeriata tabi olanlar selam olsun! O Şeriat sahibinin ve alinin üzerine de salat ü selam ve sena olsun!

 

YÜZ ALTINCI MEKTUP

 

Yine mezkûr halifesine, bütün işlerde ve şerlerin def edilmesi hususunda, safi bir kalble zahir ve batın olarak, işi Allah’u Teâlâ’ya havale edip, sadatı kiramlara (Kuddise sirruhüm) sığınmasının lazım olduğu beyanı ve o konu ile ilgili meseleler hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Kâinatta hiçbir varlık yok ki, onu hamd ile tesbih etmesin. Salat ü selam, efendimiz Muhammed’in, (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün alinin, ashabının, zevcelerinin, ensarı ve dünürlerinin üzerine olsun!

Bundan sonra, bu mektub, Allah yolundaki kardeşi muhterem el Şeyh Mahmud efendiyedir. Allah, onu temenni eylediği şeylere ulaştırsın! Âmin! Molla Muhammed Emin namıyla gönderilen mektubunuz bu fakire ulaştı. Ona bakınca, büyük bir hayrete düştü. İşi, yüce Allahü Teâlâ ile Resulüne (Sallallahu aleyhi ve sellem) ve Nakşibendi sadatları (Kuddise Sirruhüm) ve Üstadı azama (Radıyallahü anh) havale etti. Durum böyle iken, o belalar ve haksızlıklar size değil bize yapılmış demektir. Sen hiç sıkılmadan, tefekkür etmeden evinde sakin ol! Ki, bu, zahirde hiçbir müdahalemiz olmadan bütün işler yüce Allah (Celle ve ala) Resulüne, (Sallallahu aleyhi ve sellem) sadatı kirama ve Üstadı azama havale olmuş olsun. Nitekim hakikatte de durum böyledir. Onlar, fesatların şerlerinin define kâfi olup, onlardan başka kimselere sığınılmaya ihtiyaç yoktur ki, bu hususlarda onlara ortak olsun. Yardımcı, koruyucu ve dostları aziz, düşmanlarını zelil edici, ancak Allah’tır. Umarım ki, o zalimin yaptığı bu zulmü, işinin son olacağına sebeb olup ta ki, Allah sizi ve başkalarını da onun şerrinden muhafaza edecektir.

Bilinmelidir ki, insan işini Allah’a havale etmesi, ancak safi bir kalb ile olur. Şöyle ki, kalbine hiçbir şey vak olmadan o havale ile mutmain olmaktır.

Allah seni evladını ve ev halkını o zalimden ve zamanın hadiselerinden muhafaza eylesin! Allah efendimiz Muhammed’in, (Sallallahu aleyhi ve sellem) alinin ve sahabelerinin üzerine salat ü selam eylesin!

 

YÜZ YEDİNCİ MEKTUP

Pencinara aşireti reisi olan Cemil ağaya. Onu Allahlık kimselerin ve sadatı kirama mensub olanların kalblerini kırmasından, sadatı kiramın (Kuddise sirruh) mensublarına karşı olan gayretlerinden korkutmasının beyanı, o konu ile ilgili meseleler hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler, Allah’a mahsustur. Salat ü selam, Allah’ın Resulünün (Sallallahu aleyhi ve sellem) alinin, sahabesinin, zevcelerinin ve ensari sahabelerin üzerine olsun!

Bundan sonra bu mektub, yüksek kapı eşiği hizmetçisinden Pencinara aşiret reisi Cemil ağayadır. Allah, onu ıslah eylesin! Senin hizmetçilerinden Şeyh Mahmud hakkında sadır olan hadiseyi halkın ağzından işitti. O hadise senin için korkulacak bir şey olduğunu anladım. Aramızdaki eski dostluk münasebeti dolayısıyla seni gaflettin uyandırmak için, bu mektubu yazdım. Şayet halkın dediği şey doğru ise onun izalesine ve Şeyh Mahmud’un gönlünü hoş etmeye çalış! Yoksa, sadat (Kuddise sirruhüm) maneviyatları cihetinden başına bir şey gelmesinden korkarız. Çünkü Şeyh Mahmud, onlara mensubdur. Ve gayretleri tamdır. Bildiğimiz üzere, onlardan hele Üstadı azamdan daha gayretli olan kimse yoktur. Ben onlardan sana olan gazablarına karşı ne zamana kadar kalkan olacağım? Onlar gayrete gelince, vuruşlarından ya kalkan kırılır veya kalkan onlar ile senin aradan kırılmasına razı olmadığı için ortadan çıkması lazımdır. Eğer kendine ve evladına selamet isterseniz. Şeyh Mahmud’un kalbini hoşnut et! Selametine sebeb olmak için, hakkında kalbini kıracak şeyleri yapma! Seni işin hakikatına ikaz ettim. Eğer ben sana dost olduğumu bilip, sana mektubda yazdığım şeylere inanırsan, onun içindekilerle amel et!

Yoksa, artık tarafımızdan sana bir şey yok. İş sana havale edildi. Bununla beraber, Şeyh Mahmud ağalardan değil ki, onun kalbini aldığında zahiren halk arasında senin izzeti nefsini zedeleyecek bir şey gelsin. Belki onun hakkında ne kadar iyilik etsen, uzak ve yakın halkın arasında senin için bir methdir, şereftir. Vesselam. Allah, efendimiz Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün alinin, ashabının, zevcelerinin, ensari, dünürlerinin ve zürriyetinin üzerine salat eylesin.

 

YÜZ SEKİZİNCİ MEKTUP

Mezkûr halifesi Şeyh Mahmud’a iki talebesinin vefatı için taziyesi ve bazı maslahatlar hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Kâinatta hiçbir varlık yok ki, onu hamd ile tesbih etmesin. Salat ü selam, Allah’ın mahlukatının en hayırlısı Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün alinin ve sahabesinin üzerine olsun! Bundan sonra bu mektub, alem kutbu kaymakamının perverdesinden, Allah yolundaki kardeşi El Şeyh Mahmud’adır. Evvela size selam eder, annenizin duasını dileriz. Sıhhat ve selamet bakımından ahvalinizden sual ederiz. Köyünüzün hatta talebelerinizin içine hastalık vaki olduğunu ve talebelerden ikisinin öldüğünü işittik. Vefat edenlerin cihetinde Allah, sizlere hayır ecirler verip size ibret verici musibet eylesin! Azametine göre onlara rahmet eylesin! Sonra ahvalinizden beyan edecek mektubunuzun göndermesini terk ettiğinizden taaccüb ederim. Diyeceğim bu kadar.

Bundan sonra, o civardaki köylerden birisine Molla Abdülhamid’i yerleştirmeniz mümkün ise, onu iskân etmeniz iyidir. Çünkü fakirdir, barınağı yoktur. Talebe ve yanınızda hazır olanlara selam ederiz. Emin ellerinizden öper. Cenabınızdan dua taleb eder. Size, bütün ev halkımız, ulema ve talebeler ile birlikte Allah’ın hamd ve minnetiyle sıhhatte olup bizdeki ahvalin iyi olduğunu haber veririz. Hidayete tabi olanların üzerine selam olsun!

YÜZ DOKUZUNCU MEKTUP

Aziz oğlu Molla Fethullah’a, İslam şeriatının meselelerini halk arasında mümkün olduğu kadar icra etmek herkesin üzerine vacip olduğu hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Kâinatta hiçbir şey yok ki, onu hamd ile tesbih etmesin. Salat ü selam Allah’ın mahlukatının en hayırlısı, efendimiz Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün alinin ve sahabesinin üzerine olsun! Bundan sonra, bu mektub, alem kutbu kaymakamının perverdesinden en aziz veledi, kalbinin meyvesi Molla Fethullah’adır. Allah, ona hayır ve salahat kapılarını açsın! Size, Mollaya, Muhammed Mahsum’a selam eder, sıhhat bakımından halinizden sual ederiz. Devamlı sıhhatte olup, hastalığın olmamasını dileriz.

Nist köyünden olup, mektubu getiren İbrahim’in davasını hal etmen lazımdır. Çünkü mümkün olduğu kadar şeriat meselesini icra etmek gerekir. Allah, efendimiz Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) alinin ve ashabının üzerine salat ü selam eylesin! Ücretiniz duadır. Alem kutbu kaymakamının perverdesi.

 

YÜZ ONUNCU MEKTUP

Molla Hasan’a. Allah ‘a muhabbet ile sünneti seniyyeye mütabeat, insanı matlubuna ulaştıranlardan olduğun, bu yüce tarikat da salike şu iki şeyden, birisi: ya kabul veya visal lazım olduğu, mürşidden sureten uzaklaşma, feyz ve diğer manevi şeylerin istifadesine, mâni olmadığının beyanı hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler Allah’a olsun, muhabbeti kendisine ulaştırıcı yolların en yakını edinmiştir. Salat ü selam mahbubiyyet makamıyla müşerref olan efendimiz Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) tebaiyetine haiz olan alinin ve ashabının üzerine olsun!

Bundan sonra, bu mektub, yüksek kapı eşiğinin hizmetçisinden, en güzel din kardeşi olan efendimiz Molla Hasan’adır. Allah, onu nezdinde makbul olanlardan eylesin!

Ondan muhabbet kokusu duyulan mektubunuz hizmetçiye ulaştı. İçindeki manaları anladıktan sonra, gayet sevindi. Çünkü – onun, alinin ve ashabının üzerine salavatların efdali, senaların en kamili olsun – efendilerin efendisinden rivayet olunan hadislere göre, Allah’a olan muhabbetten daha üstün hiçbir şey ve ondan daha yakın bir neseb yoktur. Nitekim İbnul Farid bir beyitinde: “Sevgilim ile aramızdaki sevgi cihetinden olan akrabalık, aşk kanununda, ebeveynimin cihetinden bana olan akrabalıktan daha yakındır.” Demiştir. Nasıl böyle olmasın ki, Allah’ın muhabbeti, şeytanın insanlara karşı yaptığı sapıklığının vasıtalarını ve hekimler tedavisinden aciz kalan nefsin hastalıklarını keser. Kalbi muhabbet ateşiyle yakılıp ta ki, Allah’ın aşkı kalbinin noktasına vasıl olmuş kimseye ne mutlu. İntihar ve yücelik, muhabbet ahlakıyla müşerref olanıdır.

Ey kardeşim! Fıkıh kitablarının beyanına göre, Allah (Celle ve ala) marifetini kullarının üzerine vacib edip, farzı ayn olanlardan eylemiştir. Öyle ise, akıllı kimse, o marifetin husulüne çalışması lazımdır. Tahsili için tasavvuf erbabı birçok esaslar, yollar kurmuş, o yolların en yakını Nakşibendi tarikatıdır. Çünkü binası iki asıl üzeredir.

  1. A) Sünneti seniyye mütabeat etmek.
  2. B) Bidatlardan korunmakla, mürşidin muhabbetidir. İmam-ı Rabbani buyurdular ki. Bu iki asıl hasletler, bir kimsede sabit olsa, günahlara dalmış olsa da onun için hiçbir korku yoktur.

Bu iki şeyden birisine zarar gelse, letaifi arşın üzerine de çıksa, o kimse, korku vadisindedir. Demek ki bu iki asıl şeylere çalışmak lazımdır. Yani mümkün olduğu kadar ruhsatı terk edip şeriat ahkamından olan azimetle amel edip, velev ki ondan manevi bir zevk veya Allah’a bir yakınlık da duysa, bütün bidatları terk etmesi gerekir. Çünkü Allah’a (Celle ve ala) giden yollar, hepsi Peygamber’in (Sallalahü aleyhi ve sellem) mâtabeatı üzere olduğu için, bidatların hakikatı delalettir. Nakl edilmiş ki, evliyalardan birisi, Peygamber’i (Sallalahü aleyhi ve sellem) rüyada görür, ondan bazı şahısların durumundan sorar. Ta ki söz Ebu Ali İbnu Sina’ya gelir. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem) o bana mütabeat etmeden kendi aklıyla doğru yola ulaşmak istemiş bir adamdır. Ben ona bu elimle vurup, ateşe attım, diye cevab verdi.

Yine akıllı kimse, mürşidinin mütabeatına çalışması lazımdır. Öyle ki, onu bütün kimselerin hatta nefsinin üzerine de tercih ederek, kurtuluş yolunu onun elinde ve başkası onun için zararlı, hidayeti onun vasıtasıyla olmasına hasr edilmiş olduğunu bilmelidir. Yani mürid, ölünün yıkayıcı şahsın elinde olduğu gibi, mürşidine teslim olması lazımdır. Bu şeyler, gerçi hayal ise de yine bunlar olmazsa matlubuna vasıl olamaz.

Ey kardeşim! Mezkûr bu yolda olan aşkını, Allah’ın (Celle ve ala) onu senin sana ihsan eylediği şeylerden sayınız! Çünkü (Celle ve ala) onu senin kalbine atmıştır. Hace-i Ahrar lakabıyla tanınmış. Hace Abdullah El Şemerkandi, Nakşibendi tarikatıyla müşerref olan kimse, kendisine bu iki şeyden birisi mutlaka lazımdır. Ya kabul ya da visal diye buyurdu. Bu iki şeyden ne gibi bir şey olabilir? Mürşidin sureten uzaklığı, feyzlerinden istifade edilmesini engelleyemez. Ancak, müsterşid için visale zarar gelip, kendisine bu tarikattan maksad olan meyvası (Allah’ın aşkı) zahir olması daha aladır. Lakin bu zaman bu işe manidir. Öyle ise iş, Allah’a havaledir.

Bundan sonra size selam edip maksudunuzun hasıl olmasına dua eder. Sizden dua taleb ederiz. Yanınızda bulunan dostlara selam ederiz. Allah, efendimiz Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) bütün alinin, zevcelerinin ve zürriyetinin üzerine salat eylesin!

 

YÜZ ON BİRİNCİ MEKTUP

Bilvanis ve diğer Garzan kazasının dağ köyleri ahalisine, Peygamber’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) “Dünya ile ahiret, iki kumadırlar. Biri razı olsa, diğeri kızar!” buyurduğu hadisi şerifin beyanı ve dünyada insanın ömründen daha aziz bir şey olmadığından onu Mevla’nın muhabbetinde sarf edilmesi ile, diğer bazı nasihatlar hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler, cennet ve cehennemi yaratan Allah’a olsun! Salat ü selam, cennet ve cehennemin yollarını en açık deliller ve alametlerle beyan eden Allah’ın Resulünün, ashabının, zevcelerinin ve zürriyetinin üzerine olsun!

Bundan sonra bu mektub, Bilsanis köy halkı ile diğer Garzan kazasına bağlı, dağ köyü halkının ahalisi kardeşleredir. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem), “Dünya ile ahiret iki kumadırlar. Biri razı olsa, diğeri kızar.” Diye buyurdu. Dünyanın rızası nefsani arzulara uymak, kalbe gelen şeytani şeylere tabi olmakla hasıl olur.

Yani insan nefsani arzusu olan yemeye, içmeye, gıybet etmeye kıskanmaya, haram nazar etmeye, başkasının malını yiyip, riyakarlık etmeye ucb, böbürlenmeye buğz etmeye çalışmak demektir. Nefsini bu gibi çirkin ahlaklara salıveren, onda helakı olan parlak İslam şeriatının muhalefetinden nefsini men etmeyen kimseye, hasret ve pişmanlık olsun! Ahiretin rızası ile, Peygamber’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) sünnetine mütabeat etmektir. Yani şeriatın emirlerine imtisal edip, nehy eylediği şeylerden sakınmaktır. İşte dünya ve ahiret seadetini seven ve onlardaki rüsva ve rezaletten korkan kimse, bu parlak şeriatta beyan edilen şeylere imtisal etmesi lazımdır.

Ey kardeşlerim! İmam-ı Rabbani’inin mektubatı ile diğer kitablarda beyan edildiğine göre, insanın yaşantısından daha aziz bir şey yoktur. Hatta Gazali, Ebu Süleyman El Darani’den (Kuddise sirruhüma) naklen demiş ki: insan kendisinden gafletle çıkan tek bir nefesi için, ömrü boyunca, ağlaması lazımdır. Zira nefeslerinden her biri, değeri biçilmez bir cevher kabilindendir. Eline mezkûr cevherden tek bir tanesi geçip de ondan yararlanmayarak, zayi eden kimsenin hali nice olur? Günden güne üzüntüsü nasıl artmaz? Halbuki insanın nefesi bu cevher kabilinden, hatta ondan daha üstün ve aladır. Çünkü her iki kelime i şehadet (Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resulüllah) insanın tek bir nefesinden hasıl olur. Acaba faziletçe böyle bir nefese müsavi olacak bir şey var mıdır? Allah’a yapılan diğer zikirlerin durumu da böyledir. Fakat insanlar, dışı süslü, içi kötü olan dünya lezzetlerine daldığından dolayı, Allah’ın (Celle ve ala) azametinin düşüncesi kalblerinden kalkmış, o nefesin üzerine terettüb eden nefis şeylerin kadrini bilmez. Hem de insanın şu az müddeti hayatına, ya ebedi bir nimet veya zarar terettüb eder. Çünkü son nefesi bedeninden güzel ayrılsa, sahibi cennet ebedül ebed nimetlenir. İyi çıkmayıp kötü ise ki, Allah bizi, bütün Müslümanları o durumdan korusun! Ebedül ebed sahibi cehennemde olur.

Ey kardeşler! Düşünün, düşünün! Bu aziz ömrünüzü yalnız faydasız dünya işlerinde israf edip, harcamayın! Nitekim Celalüddin (Radıyallahü anh) Mesnevi kitabında şöyle der: Evliyadan birisi bir yoldan giderken, yol kenarında birisinin ağladığını görür. Ne için ağladığını sorar. Böyle böyle olan ölmüş bir köpek için der. Peki köpeğin derdi ne idi? Köpek sahibi, açlıktandı. Beraberindeki tulum da nedir? Ekmektir dedi. Niçin vermedin de öldü? Deyince, köpek sahibi ekmek parasız gelmez. Fakat göz yaşı, parasız gelir. Veli adam ona, göz yaşı insanın içindeki kalbin buharından gelir. Senin gibi deni aşağı kötü olan ve varlığının nimetini bilmeyen kimse, böyle aşağı kötü işlerde ömrünü sarf eder. Ama aklı olup, nasihatlara kulak veren, kendi varlık nimetini bilen kimse, ömrünü, ancak ebedi saadetinin kavuşmasına, cehennemin en aşağı tabakasına düşmekten kendini kurtarmasına sebeb olacak işlerden başka bir şeyde harcamaz, dedi.

Hülasa: Allah (Celle ve ala) insanları yaratıp, onlara ihtiyari cüzi vermiştir. İnsan o cüzi ihtiyari Allah’ın rızası olan işlerde sarf ederse, dönüş yeri cennettir. Başkasına sarf ederse, dönüş yeri cehennemdir.

(Cenabı Hak Kuranı Kerimde): “Ama fasık, münafık olanların barınacağı yer, ateştir. Her ne zaman oradan çıkmak istedikçe, onlar yine içine döndürülürler. Ve onlara “Haydi tadın bakalım! Yalanlayıp durduğunuz o ateşin azabını” denir.” (Secde Suresi, ayet:20) Tekzib iki kısımdır. Ya sözle olur. Yani cehennem yoktur demekle veya hal ve durum itibariyle yani, kişi hakkında ya Kuranı Kerim veya hadisi Nebevinden şiddetli bir vaid olan bir şeyi yapmak demektir. O hadis sahibinin (Aleyhisselam) alinin ve sahabesinin üzerine salat ü selam ve sena olsun!

İşte, yukarıda beyan edilen şeyler, akıl sahibi olup, hakkı doğruyu kabul eden bir kimse için, kâfi bir nasihattir. Yoksa, ona uzun uzadıya nasihat yapılmasına ihtiyaç yoktur. Size ve Mustafavi (Sallallahu aleyhi ve sellem), şeriatına tabi olanlara selam olsun ve şeriatın sahibinin, alinin ve sahabisinin üzerine salat ü selam ve sena olsun!

YÜZ ON İKİNCİ MEKTUP

Babasının halifesi olan Cohreş köyünden, Şeyh Halil oğlu Molla Abdülkerim’e, Allah’ın ve sadatı kiramın (Kuddise sirruhüm) muhabbetine teşviki hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Bütün hamdler, Allah’a mahsustur. Salat ü selam, Allah’ın Resulünün, bütün alinin ve ashabının üzerine olsun! Bundan sonra, bu mektub, yüksek kapı eşiğinin hizmetçisinden doğru dostu, Üstadı azamın halifesi olan Şeyh Halil oğlu Molla Abdülkerim’edir. O Şeyh Halil ki, büyük ve küçükleri Üstadı azamın muhabbeti yolunda ruhlarını feda etmişlerdir. Allah, Molla Abdülkerim’i muhabbet ateşiyle yanan bir kimse eylesin!

Aşk ve muhabbetin şiddetinden, yakınmanızdan haber veren iki mektubunuz da hizmetçiye ulaştı. Dolayısıyla gayet sevindi. Kalbine mülakatınız için iştiyak hasıl oldu. Fakat, zamanın ahvalini ve bu aşkla yanmanızı Üstadı azamın ev halkınız hakkındaki nazarından olduğunu anladı. Zira, kendisi bir defa, ev halkınız hakkında, “Şayet o evde ama bir kız evlattan başka bir kimse kalmazsa da o evde tarikat nisbeti yeşerir.” Diye buyurdu. Öyle ise, huzurunda bulunduğunuz vakit, sorumlu olmamanız için, cibiliyetinizdeki gizli nazar ve iltifatını, izhar etmekle Allah yolunda çalışmanız lazımdır. Kendisinin size karşı bu nazar iltifatı, Allah’ın (Celle ve ala) nimetinden ve şerefli babalarınıza olan sevgisi vasıtasıyladır. Bunun içindir ki, Üstadı azamın, evlatları ile ev halkının kalbinde sevginiz yer almış, sizin mektubunuza olan şiddetli sevinçleri, diğer mensubların mektublarına yoktur. Durum böyle iken, yüce Mevla’nın (Celle ve ala) sevgisi yanında, dünya ve dünya kumasının muhabbeti görünmeyecek şekilde, kalbinizin noktasında bulunsun! Farsça şiir: “Eğer sekiz cenneti kendine gaye edip gözümün önünde bulundursam veya cehennem korkusundan hizmet etsem, kendi şahsıma selamet taleb eden bir mümin olurum. Çünkü bu iki şeyde bedenimin payıdırlar. Aşık, Allah’ın aşkıyla gıdalanırsa, nazarında yüz adn (cennet) tek yaş bir tüte bile değmez.”

Üstadı azamın sizden matlubu da budur. Bahusus bu zamanda, tam manasıyla Allah’a (Celle ve ala) yönelmeniz layıktır. Çünkü dünyanın faydası, meyvesi ve baki kalmayacağı, onun için çalışmaya ve yorulmaya layık olmadığı anlaşılmıştır.

Bundan sonra, eğer bu taraftan sual ederseniz, durumlarını işittiğiniz kimselerden başak ev halkımız, selamettedirler. Ev halkın bir kısmı Nurşin’de, bir kısmı da Garzan’dadır. Maksat hepsini Nurşin’de birleştirmektir. Fakat, Allah’ın (Celle ve ala) irade ettiği şey bilinmez. Büyük küçük erkek ve başkaları da size ve annenize selam eder, size dua edip duanızı dilerler. Molla Abdurrahman ile kardeşlerinizin Konya’ya giden akrabalarınızın durumundan bir şey anlaşılmıyor. Sıhhat ve selamet bakımından, gelip gelemeyecekleri durumlarının bildirilesi rica olunur. Size ve yanınızdaki, civarınızdaki dostlara selam olsun! Allah, Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) alinin ve sahabelerinin üzerine salat ü selam eylesin.

 

Molla Muhammed Emin, Molla Fethullah, Muhammed Mahsum selam edip size dua eder. Duanızı dilerler.

Mektubun arkasına şu yazılmıştı:

Bu mektubu getirene iltifat edip, onu imamlık yapması için, bir köyde yerleştirmenizi dileriz.

 

YÜZ ON ÜÇÜNCÜ MEKTUP

Bu mektub, kendisi birinci Cihan Harbinde, bizzat savaş bölgesinde düşmana karşı bulunduğu zaman, halifesi Molla Mehmed Emin’e, bazı durumların bahsi hakkındadır.

ALLAH’IN ADIYLA BAŞLARIM

Hamd ve salavattan sonra, bu mektub alem kutbu kaymakamının perverdesinden, Allah yolundaki kardeşi yani Molla Muhammed Emin’edir. Allah, onu sevdiği ve razı olduğu gibi eylesin. Perverde size, Mahsuma ve diğer ev halkının büyük ve küçüklerine, yanınızda bulunan dostlara selamdan sonra, size ve onlara dua edip, sizden hele merkadi şerifi ziyaret ettiğinizden duanızı talep edip, Allah’a karşı takvalı bulunmanızı, emirlerini yerine getirip, yüce tarikatın adabına riayet etmekle seher vakti, ibadete kalkmanızı tavsiye eder. Çünkü, Mevla (Celle ve ala) ya yönelmekten, rızası olan şeylere çalışmaktan başka, insana hiçbir şeyin faydası yoktur.

 

Sizin ve ev halkının ahvalinden sorar, selamette olup hastalığın olmamasını diler bütün arkadaşlarla sıhhat ve afiyette olduğumuz düşmanlar tecavüz edip de bütün taraflar karışmaması için, şimdilik, Derik köyünde kılıç gediki muhafaza ediyoruz. Elajgirt’te şimdilik düşmanların büyük bir kuvveti görünmediğini size haber veriyoruz.

 

Durumun izahını mektubu getiren bilir. Mümkün ise, onunla bize biraz para ve bir miktar tütün ile biraz zahire gönderiniz! Şimdilik Masumun bu tarafa gelmesine lüzum yoktur.

 

Zaman Han ağa, Abdülmecit ağa, Abdülaziz ile diğer subaşı kabilesinin ev halkına selam ederiz. Hâl-i hazırda burada silah yoktur. Silahlar gelip mezkûr adamların gelmelerine ihtiyaç olduğunu bilsek, onlara haber göndeririz. Muhammed Said Fethullah, şeyh Alauddin, Molla Abdurrahman, Molla Mahmud ellerinizden öper. Sizden ve ev halkından dua dilerler. Yanınızda bulunanlara da keza.

 

Hidayete tabi olanların üzerine selam olsun! Kanuni sani 14

Alem kutbu kaymakamının perverdesinden Muhammed Diyauddin

 

Allah’ın inayetiyle 1393 H. Zilhicce 8,11,1973 Perşembe günü ikindi vaktinde bu mektubatın tercümesi sona erdi. Allah bizi efendimiz Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)in alinin ashabının şefaatinden mahrum eylemeyip, bizi atalarımızı, evladımızı, akrabamızı ve bütün Müslümanları sadatı kiramın nisbetinden dünya ve ahirette yaralanıp, afet ve belalardan bizi ve vatanımızı muhafaza eylesin! Âmin.

 

Sözümün sonu: elhamdü lillahi rabbil alemin. Bütün hamdler Allah’a olsun. Salat ü selam Resulü Muhammed Mustafa’nın alinin ve ashabının üzerine olsun!

 

Nusaybin Müftüsü

Hasip Seven