RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAH’IN ADIYLA BAŞLAR

VE YALNIZ O´NDAN YARDIM DİLERİM

 

Hidayeti yalnız kendi rızasını kazanmaya çalışanlara ve Peygamberinin (Sallallahu aleyhi vessellem) emirlerine tam anlamıyla ve büyük bir teslimiyetle uyarak amel edenlere nasib kılan Yüce Allah’a hamd ve senalar olsun ve sevgili Peygamberi (Sallallahu aleyhi vessellem) ile iyiliği emir ve kötülükten nehiy eden al ve ashabına, eşlerine, dostlarına ve zürriyetine ve söz ve davranışlarında onların izinde yürüyenlere salat ve selam olsun.

 

Tevbeleri kabul eden ve kendisinden özellikle seher vakitlerinde mağfiret dileyen ve bütün varlıklara ve hele müminlere sonsuz rahmet sahibi olan yalnız Cenabı Allah’dır.

 

Sadatın himmetine ve ihlâs sahibi salih dostların duasına muhtaç bulunan ve Hazret-i Sani lakabıyla ünlü Norşinli Şeyh Diyaüddin Hazretlerinin torunu Şeyh Takiyeddin’in oğlu olan Muhammed Hafid diyor ki:

 

Ben önce kendimin, sonra zamanımız Müslüman’larından çoğunun dine aykırılıklara büyük bir tehalükle hücum ettiğini ve Cenabı Allah’ın hoşnut olmadığı günah ve masiyetlere büyük ölçüde meyil ve sevgi gösterdiğini görünce kalbime geldi ki tevbe konusunda ve onun mahiyeti, çeşitleri ve şartları hakkında kısa bir risale kaleme alayım.

 

Belki insanın irade yularını elinde tutan Cenabı Allah -eğer dilerse- onların günahlara bu aşırı derecede hücumlarını, risaleyi dikkatle okuyup inceledikten sonra iman halavetiyle tebdil eder de ciddi bir şekilde tevbe ederler ve tevbeleri üzerinde dururlar.

 

Bunu riyasız olarak söylüyorum ki bu risaleyi kaleme almamdan en büyük gaye ve en ِönemli amaç herkesten çok, kendimi eğitip ıslah etmektir.

 

Ta ki nefsimin başkaldırarak yularımı elimden çekip kendi aldığı zaman ona “Bu çirkin hareketinden utanmıyor musun? Başkalarını yola getirmek için tevbe hakkında risaleler yazıyor, kendin ise aynı hayasızlıklarla diretiyorsun” diyeyim.

 

Nefsim de bu kınamalardan utanarak yularımı elinden atsın ve böylece onun aldatıcı hilesinden kurtulayım.

 

Bu risaleyi kaleme almamın ikinci nedeni de belki dostlardan kimisi ona hoşnutluk gözüyle bakıp da beni hatırlar ve bana sağlığımda Allah’a yönelmem, öldükten sonra da Allah’ın rahmet ve mağfiretine nail olmak için dua eder düşüncesidir.

 

Allah’a yemin ederim ve yeminimi bir kez daha tekrar ederim ki bu risaleyi yazmaktan maksat salah ve ilim sahibi bir kimse olduğumu göstermek değildir.

 

Zira ben kesin olarak bilirim ki, zibilden daha değersizim, zira zibilde ekinler için yararı vardır, bende o da yoktur. Başarı yalnız Allah’tandır ve gerçeği bulmanın anahtarı yalınız onun elindedir.

 

Yalnız O’na güvenir ve yalnız O’na dayanırım. Müslüman kardeşlerim, Cenab-ı Allah sizi de beni de mutlu kılsın ve hayatımızın sonunda bize iyilik ihsan eylesin.

 

Bilin ki günahlardan pişmanlık duyarak tevbe etmek eksiklik ve kusurları örten Cenabı Allah’ın kapısına dönmek, tarikat ehli ve saliklerin ilerleyişi için başlangıçtır.

 

Ve sadık müritler için maddi ve manevi devletin sermayesidir ve Cenabı Allah´ın seçkin kullarına, velilere, kendisine yakın olanlara ve eski zamanlardan beri yüce ecdadımızın mirasıdır ve Cenabı Allah’ın onlara olan ihsanıdır. Hem de ne büyük bir ihsandır.

 

Bilinmelidir ki ekin için tarla nasıl gerekli ise kişi içinde tevbe ِöyledir. Tevbe etmeyen kimse için ne makam var ne hal.

 

Farsça bir şiirin meali:

 

“Eğer babanın mirasını istiyorsan

o mirası nereden ve nasıl elde ettiğini öğren,

Zira babanın bu malını on günde tüketebilirsin.”

 

O halde gerçek miras tevbedir. Bilinmelidir ki kötülüğe düştükten sonra iyiliğe dönüş insana mahsus bir güzelliktir. Zira yalınız iyilik işleyen kimse melektir. Ondan başkası değildir.

 

Yalınız kötülük işleyen ise ancak şeytandır. Bence kötülüğe bulaşıp da sonra pişmanlık duyarak iyiliğe dönüş yapan kimse ise gerçekte insandır.

 

Cenab-ı Allah bir kuluna günahların zararlı olduğunu ve kendisiyle Yaradanı arasında bir perde olduğunu idrak etmeyi nasib ettiği zaman kalbi bu durumdan incinir, ruhu eza duyar, göğsü daralır ve bütün hasseleri bu hastalığa deva aramaya koyulur.

 

Kul işte o zaman gayret ve çalışmasının yollarını bu doğrultuya doğru çevirir ve onun hal dili manevi bir ses ile ona “Nereye, nereye, geri dön, geri dön. Sende hiç anlayış yok mu düşünmüyor musun ki seni bu kadar inciten ve nefsini daraltan bu hastalığın ilacı ancak gevşeklik kollarını sıvayıp ve kalbdeki kötü hatareleri atıp içtenlikli ve halis bir niyetle bugünkü işi yarına bırakmamak ve gayret ve çalışma atını istikamet ve doğruluk yolunda koşturmaktır.

 

” Farsça bir şiirin anlamı:

 

“Masiva ile ilgilenmek perdedir

ve mahrum kalmaktır.

Ne zaman ki bu tür ilişkileri kesersen

o zaman vasıl olursun.”

 

Nitekim Cenab-ı Allah’da; “Bizim uğrumuzda cihat edenleri biz elbette yollarımıza iletiriz.” buyurmuştur.

 

Yani onları günahlardan tevbe etme ve Allah’ın emirlerine uyma maksadına götüren yollara iletiriz.

 

Bu maksada vasıl olmasa da bizim için Allah’ın rahmet ve mağfiretine nail olmak ve onun gazabından kurtulmak gibi hem dünya ve hem de ahiret saadeti vardır. Bizim manevi vücudumuzu kaplayıp sarsan ve bizim unsurlarımıza yerleşen bu feci elemden kurtulmak da ancak budur.

Nitekim denmiştir ki;

Dış vücudu günahları terk eden, dünya sevgisini de içinden atan ve organlarını Rabbine karsı gelmekten koruyan kimseye Yaradanı tarafından ilim ve yakin ihsan edilir ve onu mel’anet, bozgunculuk, gıybet ve benzeri kötü huylardan koruyan ve kindarlık, çekememezlik, kendini beğenme, gösteriş, öfke, makam ve rütbe sevgisi ve boş şeylere meyletme gibi ruhsal ve kişiyi helake götüren hastalıklardan tedavi eden bir koruyucu görevlendirilir.

 

Kısacası: insaf sahibi olan kul kalbiyle ve sağlam kafasıyla yaptığı islerin kötülüğünü ve izlediği yolun yanlış olduğunu düşünüp yaptığı işlerin çirkin ve utandırıcı olduğunu kesin olarak anlayınca kalbinde büyük bir pişmanlık meydana gelerek günahlarından tevbe etmeye azmeder.

 

Cenabı Allah da ona bu azminde sebat etmeyi kolaylaştırarak yardımcı olur. Müslüman kardeş, bil ki akıl sahibi ve ergin olan her Müslüman’a tevbe etmenin farziyeti birçok ayet ve hadislerle sabittir. Üstün basiret sahibi ve göğsü iman nuru ile açılmış olan kimse için açık bir gerçektir. Ne mutlu o kula ki Yüce Allah kalbini ve göğsünü Müslümanlık iman nuru ile açmıştır. Bu kimse Rabbinden gelen bir nur üzerindedir. Ufak bir işaret onun tevbe yoluna girmesi için yeterli gelir. Bu kimse nur üzerinde bir nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruna iletir.

Allah’ım kalbimize nur koy, aklımıza nur koy, ruhumuza nur koy, dilimize ve bize ihsan ettiğin bütün varlıklarımıza nur koy.

Bir kimse bilir ki kişiyi Allah’dan uzaklaştıran şey, kalbin ilgisini bu alemin süs ve ziynetlerinden kesmek ve bütünüyle Allah’ın emirlerine uymaya yönelmekten, devamlı olarak Allah’ı anmak suretiyle O’nun emirlerine ünsiyet halinde olup gücünün yettiği kadar onun sevgisini izhar etmekten başka bir şey değildir.

 

Zira bu bilgi eğer kendisine hasıl olmazsa islediği günahlardan pişmanlık duymaz ve dolayısıyla tevbe ederek kötü halinden dönüş -Allah korusun- hiçbir vakit nasib olmaz. Oysa tevbenin vücubu şeriat, tarikat ve hakikat ilimleriyle sabittir ve Cenabı Allah’ın kullarına vacip kıldığı şeyler arasında tevbe kadar üstün bir şey yoktur. Tevbeyi unutmak kadar da şiddetli cezayı gerektiren bir şey yoktur. O derecedeki ki o yüce Peygamber -Allah’ın en üstün salatı ve selamı üzerinde olsun- Ashab-ı kiramının cemaati arasında yüksek sesle “Tevbe edin, tevbe edin ben her gün yetmiş kere tevbe ederim” diye buyururdu.

Ey insaf sahibi olan kardeş, iste bu söz o büyük ve Yüce Peygamberin sözüdür. Tevbenin vücubunu bildiren Kuran-ı Kerim’in ayetlerinden de birkaç tanesi mealen şöyledir.

 

وَتُوبُٓوا اِلَى اللّٰهِ جَمٖيعاً اَيُّهَ الْمُؤْمِنُونَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ

 

“Ey Mü’minler topluca Allah’a Tevbe edin ki felaha eresiniz” (Nur Suresi:31)

يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا تُوبُٓوا اِلَى اللّٰهِ تَوْبَةً نَصُوحاًؕ

 

“Ey iman etmiş olanlar, Allah’a nasuh bir tevbe ile tevbe ediniz” (Tahrim Suresi:8)

 

Nasuh tevbe; kalp ile pişmanlık duymak, dil ile Allah’dan bağışlanmayı dilemek, organlarla gereksiz şeyleri terk etmek ve bir daha günah işlememeye azmetmektir.

 

اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ التَّوَّابٖينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرٖينَ

 

“Allah tevbe edenleri sever ve temizlenenleri sever” (Bakara suresi:222)

 

Bu ayetlerin benzeri Kuran-ı Kerim’de daha çoktur. Tevbenin vücubunu bildiren hadislerden biri de Abdullah bin Ömer (Radıyallahu anh)’in Peygamber Efendimizden (Sallallahu aleyhi vessellem) şu mealde rivayet ettiği hadistir.

 

“Ey nas, Allah’a tevbe edin. Ben günde Allah’a yüz kere tevbe ederim” Bu hadisin diğer şeklide şöyledir.

 

“Rabbinize tevbe edin. Allah’a yemin ederim ki ben Yüce Rabbimize günde yüz kere tevbe ederim.”

 

Abdullah bin Ömer (r.a)’den şunu da dediği rivayet olunmuştur. Peygamber efendimiz (Sallallahu aleyhi vessellem) mecliste yüz kere “Ey Rabbim, beni bağışla benim tevbemi kabul buyur. Tevbeleri kabul eden ve çok merhametli olan ancak sensin” derdi.

Peygamber Efendimiz sunu da buyurmuştur. “Çok tevbe eden kimse Allah’ın sevgilisidir. Günahtan tevbe eden kimse hiç günahı olmayan kimse gibidir.”

Sahih olan bu hadislerin benzerleri daha çoktur. Cenab-ı Allah yüce Kitabında ve Peygamber efendimiz de (Sallallahu aleyhi vessellem.) birçok hadislerde bize tevbeyi emrettikten sonra, tevbenin vücubunu inkâr etmek açık bir küfürdür.

 

Ancak şunu bilmek gerekir ki tevbe etmek isteyen kimsenin birkaç şarta riayet etme zorunluluğu vardır:

 

1- Kötü arkadaşları terk etmek. Zira kişiyi tevbe etmekten alıkoyan ve onu bu yoldan saptıran kötü arkadaşlardır. Bunun için kötü arkadaşlarla oturup kalkmaktan ve onlarla alışveriş etmekten, hatta onlarla evlilik yakınlığını kurmaktan, koyunun kurttan kaçtığı gibi kaçmak lazımdır.

Çünkü koyun yaradılış itibarıyla akıl sahibi olmayan bir hayvan ise de Allah’ın kendisine verdiği bir bilgi ile düşmanını tanır. Koyun gibi bütün hayvanlar da aynı nedenle birbirlerinden kaçarlar.

Öyleyse insanın kötü arkadaşlarından kaçması hayvanların birbirlerinden kaçmalarından daha fazla olması gerekir. Çünkü bu hayvan diğer bir hayvanı, aralarında düşmanlık bulunduğu için yer ve onu parçalayıp yedikten sonra mesele biter.

Onlar için Allah huzurunda yiyilenin hakkını yiyenden almak için hafif bir sorgu vardır. İnsan olan kötü arkadaş ise arkadaşını hem maddeten hem manen yer, onu Âlimlerle ve salih kimselerle oturup kalkmaktan, ana babaya itaat etmekten, hayır ve iyilik yerlerinde bulunmaktan, hatta onu namazdan,  zekâttan, oruçtan, hacdan, hatta şahadet kelimesini bile getirmekten ve benzeri emir ve nehiylere uymaktan alıkor ve onu riba yemek, içki içmek, hırsızlık yapmak, yalan söylemek, zina etmek, Allah’ın salih kullarının gıybetini yapmak, onlara sevmek ve iftira etmek gibi Allah’ın emir ve nehiylerine karşı gelmeyi teşvik eder ve böylece onu Allah’ın kahrına ve Peygamberinin gazabına  uğratır. Allah’a sığınırız.

Özellikle yasadığımız bu devirde kötü arkadaşlardan kaçmaktan ve onlarla oturup kalkmamaktan başka çare yoktur. Ve kurtuluş yolu da ancak budur.

Bütün işler kendi elinde bulunan Yüce Allah izin verirse bu konu tarikat adabı bahsinde daha açık bir şekilde gelecektir. Onu teemmülle okuyan kişi umarım ki sahip olduğu o kötü gidişatını bırakıp derhal tevbe kapısını çalar ve Allah’ın inayetiyle tevbe ederek bir daha eski haline dönmemeye karar verir.

2-Peygamber Efendimizin (Sallallahu aleyhi vessellem.) “Ölüm size pabucunuzun tasmasından daha yakındır” mealindeki hadisi gereği tevbeye acele etmek. Zira kişiye ölümün öncüleri saldırıya geçtiği zaman onun için artık kaçış ve kurtuluş yolu yoktur ve o zaman ömrünün kötü bir sonuçla son bulmasından, -Allah korusun- Allah’ın gazabına sonsuza dek düçar olmasından korkulur.

 

Farsça bir şiirin meali:

 

“Ani ölüm gelip hayat suyunu bulandırmadan

tevbe ve ibadete acele et,

ta ki o saadetin mükâfatını elde edesin”

 

3- Günah ve masiyetleri terk etmek. Zira iman için günah ve masiyetler, bedene zararlı yiyecekler gibidir. Kişinin karnında zararlı yiyecekler tedrici bir şekilde birikir. Kişi ise farkında olmaz. Ta ki onun hastalanıp ölüm döşeğine düşmesine sebep olur.

 

İşte böylece günah ve masiyetler de kişide peyderpey toplanıp teraküm edince sahip olduğu imanın tamamıyla kalbinden silinmesine ve kötü akıbete düçar olmasına neden olur.

 

Ey insaf sahibi olan kardeş hakikat ve basiret gözüyle bu örneğe bak. Zararlı yiyecekleri yiyen kişi vücudunda zarardan bir şey sezdiği zaman o zararı önlemek için bütün güç ve olanaklarıyla doktorlara koşarken, hatta doktor ona zehir yemeği bile tavsiye ederse, hastalıktan kurtulmak ve bu kötü ve fani dünyada biraz daha kalmak için doktorun tavsiyesini hemen geciktirmeksizin yerine getirmeye koyulurken, bu kâinatın sahibi Yüce Allah onun manevi şifası için ona Yüce Kitabında “Ey müminler, hepiniz Allah’a tevbe ediniz ki felah bulasınız” mealindeki emir ve  tavsiyesine uyması evleviyetle gerekmez mi?

 

Enes bin Malik’in rivayetine göre bu ümmetin Tabibi ve şefaatçisi de mealen” Yüce Allah tevbe eden genci sever” buyurmuştur.

 

Gençten maksat ömrünü masiyetlerde geçirmeyen ve ergenlik çağına varır varmaz tevbe ipine sarılmaktan başka kaçış yolunun bulunmadığını hisseden kimsedir.

 

Zira bir emir dünyadaki devlet idarecileri tarafından geldiği zaman o emri yerine getirmek hem dinen hem de örfen gerekli iken, bu Allah ile O’nun Peygamberi tarafından geldiği zaman mevcut olan imkân ve fırsatları kaçırmadan yerine getirmek nasıl gerekmez ki imkân ve fırsatlar ömrün sermayesidir.

 

Zira günah ve masiyetlere bulaşmada ahiretin ve ahiretteki sonsuz nimetlerin ve Allah ile Resulünün cemalini görmenin elden gitmesi gibi telafisi mümkün olmayan sonsuz bir felaket vardır.

 

Hadis-i şerifte mealen buyrulmaktadır ki, “Günahları çok olan kimse, cehenneme girip cezasını çektikten sonra Cennete girse de Allah ve Resulünün Cemalini görmekten mahrum kalır. Bu büyük nimetin elden gitmesinden başka, onun için ayrıca cehennem ateşinde sonu gelmeyen yanma azabı vardır. Allah’ım, senin gazabını doğuran günahlardan sana sığınırım.

 

Öyle ise kişiye gerekli olan, onu ölümün pençeleri daha takılmamışken ve elinde daha fırsat varken, iman ruhu ile tevbeye koşmaktır. Ta ki ihlaslı kulların vaazı artık ona bir yarar sağlayamaz bir duruma girmesin ve Yasin suresinin 8. ve 9. ayetleri hakkında” biz onların boyunlarına halkalar geçirdik. O Halkalar çenelerine kadar dayanmıştır. Bunun için kafaları yukarı kalkıktır. Önlerinden bir sed ve arkalarından bir sed çektik de onları kapattık artık göremezler” diye buyurulan kimseler arasında yer almasın.

 

Ey insaflı kardeş, sakın sanma ki bu ayetlerde sözü edilen kimseler yalnız kafirlerdir. Yemin ederim ki sen böyle söylersen yanılmış olursun.

 

Bu ayetler hem kafirler hem de bütün ömrünü ehl-i sünnet vel cemaat’a harcamayan ve bütün söz ve hareketlerinde onlara dayanan kimselerce bilindiği üzere Allah ile Peygamberinin emirlerine uymayan ve İslam şeriatı uyarınca hareket etmeyen Müslüman kimseler hakkındadır.

 

Kısacası: Allah’ın elim olan azabından kurtulmak ancak nasuh olan, yani her türlü şüpheden ari olan tevbe ile olur.

 

Bir şair Farsça olan şiirinde söyle demiştir.

 

“Rahmet kapısını tevbe ile çal,

günah kirini tevbe ile temizle.

Çünkü günah zehir ise

tevbe onun panzehiridir.”

 

İkrime’nin Abdullah bin Abbas’dan onun da Muaz bin Cebel’den rivayetine göre Peygamber efendimize (Sallallahu aleyhi vessellem.):

 

Nasuh olan tevbe nedir? diye sorulmuş.

 

Peygamber efendimiz (Sallallahu aleyhi vessellem):

 

Nasuh olan tevbe, kişinin bir günahtan tevbe ettiği zaman tevbesi üzerinde durup bir daha o günahı işlememesidir. Diye cevap vermiştir.

 

Farsça bir şiirin anlamı;

 

“Eğer tevbe nasuh ise.

O tevbeden senin için nice kapılar açılır.”

 

Tevbe günahlardan dönüş demektir. Yani yapılması gereken şeyleri yapmayı ve yasak olan şeyleri de yapmamayı yüklenmek suretiyle Allah’ın kapısına dönmek demektir ki bunun sonucu kötü hareketlerden sevilen hareketlere dönüştür.

 

Bir kimse ki haram islerden sakınmazsa kesinlikle sanma ki onun tevbesi yahut herhangi bir ibadeti yahut Allah yolunda yaptığı bir hayır ve iyiliği doğru ve makbul olsun.

 

Tevbe sıradan kimselerin tevbesiyle seçkin kimselerin tevbesi olmak üzere iki kısımdır. Sıradan kimselerin tevbesi de üç kısma ayrılır.

 

Birincisi kafirlerin tevbesidir ki küfür ve inançsızlıktan iman ve İslamiyet’e dönüştür.

 

İkincisi günahkar olan Müslümanların tevbesidir ki bu da kişinin kalbi ile, ruhu ile ve diliyle aziz ömrünün günahlardan geçmesinden yanık bir kalple pişmanlık duyması, Allah’ın emirlerine uymaya başlaması, islemekte olduğu günahları derhal bırakıp bir daha yapmamaya azmetmesi, kime zulüm etmişse onun hakkını ödemesi, şayet bu mümkün olmazsa ona yalvarıp yakarıp kendini helal ettirmesi, namaz, oruç, zekat ve hac ibadetlerini eğer yapamamışsa kaza etmesi ve ağlayıp sızlamak suretiyle nefsini terbiye etmesidir. Ta ki Allah’ın emirlerini sağlam bir şekilde yerine getirmeye kararlı olduğunu bilsin. Üçüncüsü de ya yanılarak ya bilmeyerek veya unutarak kendisinden bir hata meydana gelmiş olan Müslüman kişinin tevbesidir.

 

اِنَّمَا التَّوْبَةُ عَلَى اللّٰهِ لِلَّذٖينَ يَعْمَلُونَ السُّٓوءَ بِجَهَالَةٍ ثُمَّ يَتُوبُونَ مِنْ قَرٖيبٍ

 

“Allah katında su kimsenin tevbesi makbuldür ki cahillikle bir kötülük işleyip hemen tevbe ederler” (Nisa:17) mealindeki ayet-i celilede gecen tevbe işte bu kimsenin tevbesidir.

 

Ayrıca tevbenin kısımlarından biri de seçkin kimselerin tevbesiyle seçkinlerden seçkinlerin tevbesidir. Yani sıradan olan velilerle seçkin velilerin ve Allah’ın kendisine yakın olan kullarının tevbesidir. Fakat bu fakir için bu makamlardan bir pay yoktur ki onların tevbesi hakkında bir açıklamada bulunsun. Bizim hakkında açıklamakta bulunmak istediğimiz tevbe sıradan olan kimselerin tevbesidir.

O halde kişi kalbinde tevbe etmek istek ve heyecanını hissettiği zaman niçin tevbe etmek istediğini bilmelidir. Eğer bilmezse tevbeye karşı iştiyak ve sevgisi gevşek olur ve bir sonuç vermeyip yararsız olur. Onun için bilmelidir ki kendisine tevbe etmeyi gerektiren sebeb, kendi yularını nefsani isteklerin eline vermiş olması ve bu yüzden günahların karanlığına ve delaletin girdabına düşmüş olmasıdır. Günah da Allah’ın emrine aykırı olan her iş ve eylemdir. O halde günahları terk edebilmek için onları bilmek gerekir. Günahlar birkaç kısma ayrılır. Bir kısmı sahibini büyük tehlikelere, hatta -Allah korusun- ulûhiyet iddiası vasfını andıran çok büyük felakete çeker.

 

Örneğin: Kibir, böbürlenme, övülmeyi, üstünlüğü, zenginliği, bu dünyada devamlı kalmayı sevmek ve emsallerinden, hatta bütün insanlardan üstün olmayı istemek bu kabil günahlardandır. Bu vasıflara sahib olanlardan Kuran-ı Kerim’de Firavundan naklen geçen “Ben sizin en üstün Rabbinizim” sözünün kokusu gelir ki insanların çoğu bu hastalıktan gafildirler. Hatta günah olduğunu bile bilmezler. Zamanımızın ulemasından, idarecilerinden, şeyhlik postu üzerinde oturup sözde halkı irşad edenlerin çoğu bu bela ile müpteladırlar.

Aman Yarabbi, başımıza gelen bu, ne büyük bir beladır. Toprak başımıza dökülsün, annemiz bizi yitirsin. Halimiz ne olacak? Bu hastalıklar masiyet ve günahların analarıdır.

Bunu bilmezler ve bunun için hiç üzülmezler. Hatta başkalarının da kendileri gibi olmalarını, onlara uymalarını ve onların ahlaklarıyla ahlaklanmalarını isterler. Allah izin verirse şeyhlik adabı bahsinde bu konu geniş olarak açıklanacaktır.

 

Günahların bir kısmı da sahibini şeytanlık vasfına çeker.

Kişi bu vasfından dolayı zulüm, haset, yalancılık, iftira, aldatma, bozgunculuk, düzenbazlık, ikiyüzlülük, bid’at ve sapkınlık gibi birçok kötü huylara sahip olur.

 

Bir kısmı da sahibini hayvanlık vasfına sürer ki bu vasıftan da ihtiras, şehvetperestlik, zina, yetim ve mazlumların malını yemek ve nefsani isteklerini tatmin etmek için dünya malını toplamak gibi birçok kötü huylar doğmaktadır.

 

Bu kısımların hepsi bir bahçede bulunan Haluk adındaki bir ağaç gibidirler ve bu ağacın sayısız dalları vardır. Bu dalların yaprakları da kolayca dökülmeyip ancak sonbahar rüzgârının esmesiyle dökülür. Bu dalların kuruması da ancak köklerinden suyun kesilmesiyle mümkün olur. Yahut balta, bıçak veya benzeri bir alet ile kesilmesi gerekir. Bu her üç kısım günahlar da ağacın kendisidirler. Fakat bu ağaca mel’anet ve fesat ağacı denir. Bahçedeki ağaç ise haluk ağacıdır. Bu ağacın her bir dalında binlerce yaprak, yani yüksek dağlar gibi binlerce günah ve masiyetler husule gelir. Bu dağlar da kişi ile beraber gezer. Kişi ise nefsani isteklerine ram olduğu ve ölümü unuttuğu için bunu hissetmez. Bu ağacın kökleri kurumaz, dalları kesilmez ve yaprakları dökülmez. Ancak ne zaman ki  kişi yularını nefsani isteklerin elinden çıkarıp, ölümü hatırından çıkarmaz ve bu dünyanın neşe ve sevinç evi olmayıp oyun ve eğlence evi olduğuna, gerçek neşe ve sevincin menşe’i Allah’ın Peygamberinin ve onun ümmetinden olan Ulül-Emrin emirlerine uymak olduğuna inanırsa, iste o zaman bu ağacın kökleri kurur, dalları kesilir ve yaprakları dökülür. Allah izin verirse Ulül-Emrin kimler olduğu ilerde gelecektir.

 

Nitekim Cenab-ı Allah Kuran-ı Kerim’inde:

 

اِعْلَمُٓوا اَنَّمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَزٖينَةٌ وَتَفَاخُرٌ بَيْنَكُمْ وَتَكَاثُرٌ فِي الْاَمْوَالِ وَالْاَوْلَادِؕ

 

” Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda birbirinize karşı övünç, mal ve evladı çoğaltma yarışıdır.” (Hadid:20) buyurmuştur.

 

Bilinmelidir ki tevbe edenler birkaç dereceye ayrılıyorlar. Birinci derece sudur ki tevbe eden kişi günahlardan tevbe ederken dudaklarıyla şeriatin memesini sıkıca ve tedrici bir şekilde emer. Ta ki şeriatin adabıyla terbiyelenip sırtı güçlenir, boğazı şeriatın sütüne açılmış olur ve ömrünün sonuna kadar tevbesi üzerinde durarak kalbinde hiçbir insan ferdinin -arasıra kendini koruyamadığı bazı ufak tefek kaymalar dışında- bir daha günah işlemeye meyli kalmaz.

Tevbenin bu derecesi tevbenin en üstünüdür. Bu derecenin sahipleri hakkında deniliyor ki Cenab-ı Allah kötülüklerini iyiliğe tebdil eder ve yaşamlarının kalan kısmında ömürleri şeriatın adabını uygulamada geçer.

 

Tevbenin ikinci derecesi, kişinin tevbe ettikten sonra taat ve ibadetlere devam etmesi ve büyük günahlardan kendini var gücüyle korumasıdır.

 

Küçük günahlardan ise bazen nefsine yenik düşüp kendini korumaya imkân bulamaz. Fakat işledikten sonra derhal pişmanlık duyarak ve gözyaşı dökerek bir daha yapmamaya tevbe eder. Tevbenin bu derecesi de her ne kadar üstün bir tevbe ise de birinci dereceden merhalelerle aşağıdır.

 

Yüce Mevla’dan umarız ki tevbenin bu derecesine sahip olanlar;

 

اَلَّذٖينَ يَجْتَنِبُونَ كَـبَٓائِرَ الْاِثْمِ وَالْفَوَاحِشَ اِلَّا اللَّمَمَؕ اِنَّ رَبَّكَ وَاسِعُ الْمَغْفِرَةِؕ

 

” O kimseler ki günahın büyüklerinden ve çirkinliklerden kaçınırlar. Yalınız bazı küçük kusurları işleyebilirler. Senin Rabbin geniş mağfiretlidir.” (Necm:32) mealindeki ayet-i kerimenin şumulü içine girsinler. Çünkü bu kimseler pişmanlık duyarlar, gözyaşlarını dökerler ve yanık bir kalp ile tevbe ederek Allah’a yalvarırlar.

 

Üçüncü derecedeki tevbenin sahipleri de tevbe ettikten sonra bir süre tevbeleri durup taat ve ibadetlerine devam eder, büyük günahlardan olduğu gibi küçük günahlardan bile var güçleriyle kaçarlar sonra nefis ve şeytanın kendileriyle oynayıp akıllarına üflemesiyle beşerî şehvetlerine yenik düşerek onu tamamıyla önlemeye muktedir olamazlar. Fakat nefsin yularını tamamıyla tevbe elinden çıkarıp mel’anet eline vermez ve bir günah işledikleri zaman “keşke yapmasaydım” derler.

Oysa onun günah işlemesi kötü arkadaşlarla oturup kalkması gibi zorlayıcı bir nedenin itişiyle olduğu için o günahı işlemek zorunda kalmıştı. Bununla beraber büyük bir pişmanlık duyarak bütün gücüyle tevbesini yenilemeye ve o günahı bir daha işlememeye karar verir. İşte bunlar taat ve ibadetlere devam ettikleri, işledikleri günahtan nefret eder olarak gözyaşını döktükleri ve istekleri dışında kendilerinden meydana gelen o çirkin hareketlerinden kalp, ruh ve akıllarıyla dönüş yaptıkları için belki

 

وَاٰخَرُونَ اعْتَرَفُوا بِذُنُوبِهِمْ خَلَطُوا عَمَلاً صَالِحاً وَاٰخَرَ سَيِّئاًؕ عَسَى اللّٰهُ اَنْ يَتُوبَ عَلَيْهِمْؕ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَحٖيمٌ

 

” Senin arkadaşlarından bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler, iyi isle kötü is birbirine karıştırdılar. Belki Allah onların tevbesini kabul eder.” (Tevbe:102) mealindeki emri ile

 

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَاۙࣕ

وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَاؕ

 

“Nefsini temizleyen iflah olmuş ve onu kirletip örten de ziyana uğramıştır.” (Şems:9-10) mealindeki ayet-i kerimenin şümulü içine girerler.

 

Yani nefsini kirletip bozduktan sonra ve onu helake götürüp masiyete yönelttikten sonra onu kirden temizleyip ıslah eden ve onu Allah’ın emirlerine uymaya yönelten kimse salaha ermiştir. Allah’ım nefise takvayı sen nasib eyle ve onu sen temizle. Nefsi temizleyenlerin en üstünü sensin. İşte bu kimselerin bir daha ettikleri tevbenin kabul olunması umulmakla beraber Allah’ın istek mesiyeti altındadırlar. Allah dilerse pişmanlık duymaları ve ikinci veya üçüncü kez ettikleri tevbenin üzerinde durmaları şartıyla onları, tevbeleri kabul olunanların arasına alır. Fakat eğer nefsinin isteklerine mağlup olup birkaç kere yaptıkları tevbeyi bozarlarsa, o zaman Allah korusun kötü akıbete düçar olmalarından korkulur ve görünürde ilim sahibi ve meşayihten dahi olsalar cahillerin en cahili olup onların kurtuluşu hakkında umut çok zayıf olur.

 

Nitekim Peygamber Efendimiz (Sallallahu aleyhi vessellem) bir hadis-i şerifinde mealen şöyle buyurmuştur:

 

” Kişi kendisini cennete götüren ameli yetmiş sene işler. Ta ki herkes: Bu adam cennet ehlidir der ve gerçekten cennet ile kendisi arasındaki mesafe bir karış kadar kalır. Ondan sonra cehennem ehlinin amelini islemeye başlar ve bu yüzden cehennemlik olur.”

 

Bu kimse sonra pişmanlık ve üzüntü duyuyorsa da ona ne pişmanlık ne üzüntü bir yarar sağlamaz.

 

Ey Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalbimizi eğriltme, bize tarafından bir rahmet ver şüphesiz sen çok bağış yapansın.

 

Tevbe edenlerin dördüncü kısmı da özellikle çağımızın halkından olan kimselerdir ki tevbe ederler ve ” Biz bu yerde ve bu mecliste falanca Alimin huzurunda günahlarımızdan tevbe ettik.” diyerek kendilerini tevbe edenler sayarlar ve çok kere bir kaç gün, ya bir kaç hafta, veya bir kaç ay kaldıktan sonra bir daha eski adet ve yaşayışlarına dönerek masiyetleri kucaklamaya ve pervasızca günah islemeye başlarlar ve eski hallerine dönüşlerinden hiç bir üzüntü duymayarak gafillerin delalete dalışları gibi dalarlar. Üzerlerinden delalet dalgaları geçer, tevbenin yularını mahvolmuş kimselerin ayakları altına bırakırlar.

 

Yeryüzünde gezerken sanki başlarında şeytanların yuvası varmış ve ayaklarında münafıkların bileziği takılıymış gibi, keşke gözlerindeki perde kalksaydı da yüzlerine bakıp alınlarında “bu kimse kovulmuşlardandır” diye yazılı olduğunu görseydiler.

 

Kendilerini akıllı sanırlar. Hayır, Allah’a yemin ederim ki akılları yoktur. Bilakis delilerin en delileridirler. Onlara:

 

” Ne yapıyorsunuz? Birkaç gün önce tevbenizden dönüş yapmayacağınıza söz vermediniz mi? Sözünü bozup tevbe ile alay edenlerden mi oldunuz?” denildiği zaman “Sen öldüğün zaman ben senin kabrine girmiyorum” diye cevap verirler. Evet, kimse kimsenin kabrine girmiyor. Fakat bahtı kara olan bu kimse çok cahildir. Bilmiyor ki Cenab-ı Allah onun kabrine, kıyamete kadar kendisine azap vermekle görevli olan melekleri sokar. Bu kısım olan kimselerde iki kısım olup ikisi de Yüce Allah’ın mesiyet-i zatiyesi altındadırlar.

 

Birinci kısım kendilerini çok üstün görerek ve “Tevbe gerekli değildir ve günahların affı için şart değildir” diyerek tevbelerini bozanlardır. Eğer onlar bu inançta iken ölüm onları yakalarsa şeriatın zahirine göre bu açık bir küfür ve inançsızlıktır. Onlar için kurtuluş yoktur ve

 

اِسْتَغْفِرْ لَهُمْ اَوْ لَا تَسْتَغْفِرْ لَهُمْؕ اِنْ تَسْتَغْفِرْ لَهُمْ سَبْعٖينَ مَرَّةً فَلَنْ يَغْفِرَ اللّٰهُ لَهُمْؕ

 

” Onlar için ister af dile ister dileme. Onlar için yetmiş defa af dilesen yine Allah onları affetmez” (Tevbe:80) mealindeki ayet-i kerimenin kapsamına girmektedirler.

 

İkinci kısım ise, tevbeden dönüşleri tevbenin gerekliliğini inkâr ettikleri için değil, taat ve ibadete karşı, tembel ve üşengenç oldukları içindir. Bununla beraber Cenab-ı Allah’dan kendilerini af edeceğini beklerler. Bunlar o kimseye benzer ki ömürlerini atalet ve issizlikle geçirerek kendini ve çoluk çocuğunu aç ve perişan bırakır. Kendisine:” Niçin bir iş görmüyorsun? dendiği zaman: “Ben bir harabede define görmeyi bekliyorum” der.

 

Aziz kardeş, iyice düşün. Bu kimsenin define göreceği kuruntusunun gerçekleşmesi mümkün müdür? Bir kimseyi ki aç kalmamak için bir gün bile çalışmaz ve bir iş yapmazsa, arayıp bulacağı bir harabede yerin altından define nasıl ve hangi güçle çıkarabilir? Bu kimse ayrıca o kimseye benzer ki yüzmeyi bilmediği halde kıymetli mücevherleri çıkarmak için kendini denizin dibine atar.

 

Aziz kardeşlerim, verdiğim bu iki örneğin benzerleri akıl erbabı nezdinde daha çoktur. Bu iki adamın kuruntularına dikkatle bakalım.

 

Bunlardan biri sözüne güvenilmeyen bir kimseden bir harabede büyük bir define bulup çıkardığını işitmiş ve boşta gezmeyi ve kendisinden bir iş gelmediği için:” Ben de erkeğim. Benim de elim ayağım vardır, ben onun gibi bir harabede bulacağım defineyi çıkarırım.” demiş ve bütün ömrünü bu kuruntuda geçirerek kendini ve aile bireylerini aç bırakmıştır. Bununla beraber defineyi görme yolunda bir gün bile, boş kuruntudan başka bir çaba göstermemiştir. Diğeri de denizin kıyısında gördüğü bazı kimselerin kendilerini denize atıp denizin dibine kadar daldıklarını görmüş ve bunun sebebini sorunca kendisine: “Bunlar yüzmeyi biliyorlar, denizden mücevherat çıkarıyorlar” denmiş, o da: “Yüzmek kolay bir şeydir. Yüzme el ve ayakları oynatmaktan başka bir şey değildir. Ben onlar gibi el ve ayaklarımı oynatabilirim.” demiş ve mücevherleri çıkarma kuruntusuyla kendisini denize atmıştır. Bu iki adamın bu hareketleri doğru mudur? Allah’a yemin ederim ki bu iki adamın kuruntuları her ne kadar Allah’ın kudreti karşısında mümkün ise de ne şer’an, ne örfen ve ne de aklen doğru değillerdir. Zira onların bu hareketi büyük bir rüsvaylık ve ahmaklık olmakla beraber onları kesilmiş hayvanların durumuna sokar. Eğer çevreden onlara yardım yetişmezse onlar için açlıktan veya boğularak ölmekten kurtuluş yoktur. Durum böyleyken, tevbe ile alay eden ve tevbelerinden dönüp günah ve masiyetleri yanlışlıkla veya unutarak değil, bilerek ve pervasızca isleyen kimseler için Allah’ın gazabından kurtulmak nasıl mümkün olur? Bil ki eğer onların tevbeleri üzerinde durmamalarından amaçları tevbenin vücubunu inkâr etmek ise -yukarıda geçtiği üzere- bu açık bir küfür olup bizim bu konuda herhangi bir diyeceğimiz yoktur. Eğer tevbeleri üzerinde durmamaları nefsani isteklerine ram olmak ve günahlarını önemsemeyip Allah’ın kendilerini affedeceğini beklemek kabilinden ise, bu da dikenli ağaç dallarını çıplak el ile yontmaktan daha zordur. Zira Cenab-ı Allah Kur’an-ı Kerim´in birçok yerlerinde ve Peygamber Efendimiz (Sallallahu aleyhi vessellem) birçok hadislerinde vücubi bir emir ile tevbeyi emretmişlerdir.

 

Cenab-ı Allah ayrıca bir ayette:

 

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ

 

” Ben cin ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zariyat 56) Bir diğer ayette de;

 

اَلَّذٖى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّـكُمْ اَحْسَنُ عَمَلاًؕ

 

“O amel bakımından hanginizin daha iyi olduğunu denemek için ölüm ile hayatı yarattı.” (Mülk: 2) buyurmuştur.

 

Cenab-ı Allah bir hadis-i kutside de ” Ben gizli bir hazine idim mahlukları yarattım ki beni tanısınlar.” yani ki bana ibadet etsinler diye buyurmuştur.

 

Kasım bin Muhammed, Anamız Hazreti Aişe’den sunu nakletmiştir. Peygamber efendimiz (Sallallahu aleyhi vessellem) Yapının direği yapının temelidir. Dinin de direği Allah’ı tanımak, sağlam inanç ve akl-ı kami’dir.” buyurdu.

 

Ona: -Anam, babam sana feda olsun, akl-ı kami nedir? diye sordum, -Akl-ı kami Allah’a karşı gelmekten kaçınmak ve onun emirlerine uymaya düşkün olmaktır, dedi.

 

Sevgili dostlarım, ayet ve hadisleri ve Peygamber Efendimizin (Sallallahu aleyhi vessellem) haklarında “Alimler Peygamberlerin varisleridir” diye buyurduğu alimlerin sözlerini dikkatle incelediğimiz zaman bu kimseler için Allah’ın af ve mağfiretinden pay bulunmadığını görürsünüz. Sadece su var ki onların durumu Allah’ın istek ve mesiyetine bağlıdır.

 

Allah’ın istek ve mesiyeti hakkında da hiç kimsenin bilgisi yoktur. Allah istediği ve dilediği gibi hüküm eder. Eğer ömürleri kötülükle -Allah korusun- son bulursa onlar için sınırsız bir şekavete aday olmaktan bir kaçış yolu yoktur. Ve eğer ömürleri iyilikle son bulur tevhid inancına sahip olarak ölmek onlara nasib olursa o zaman sonsuza dek cehennem azabından -Allah’dan başka bir kimsenin miktarını bilemediği uzun zaman cehennemde kaldıktan sonra- kurtuluşları Allah’dan umulur. Bununla beraber mümkündür ki hiç kimsenin bilemediği gizli bir sebebten dolayı Allah’ın genel affı kapsamına girsinler. Fakat Allah’ın Peygamberine ve Peygamberinin de bize bildirdiğine göre bu da çok zor bir iştir. Zira yalancı nefsin kötü isteklerine dalan kimselerden öç almak Allah’ın bir kanunudur ve Allah’ın kanununda bir değişme bulamazsın. Hem de kişinin taat ve ibadetlerinde kusurlu günah ve masiyetleri işlemekte devamlı ve nefsinin kötü istekleri arkasında da sürekli sürüklendiği halde Allah’ın fazlından af ve mağfiret beklemesi rahmet nurunun sönmesine neden olur. Çünkü Allah’ın rahmeti yağmur gibi her yere yağar, fakat iki yağmur arasında büyük bir fark vardır. Çünkü hakiki olan yağmur belirli olan mevsimlerde yağar. Rahmet yağmuru ise her mevsimde ve her zaman yağmaktadır. Yağmurdan ıslanmak istemeyen kimse bütün imkanlarıyla yağmurun altından üstü kapalı bir yere kaçar yahut eline bir şemsiye alırda kendisini ıslanmaktan koruyan bir şeyle örtünür. Akıl sahibi kimselerin bildiği gibi kesin olarak bilinmelidir ki kişiyi Allah’ın rahmetinden bir pay sahibi olmaktan engelleyen şemsiye nefsine uyarak Allah’ın emirlerine karsı gelmeye devam etmesinden başka bir şey değildir.

 

Nitekim Yüce Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vessellem)” Kişi, nefsani istekleri benim getirmiş olduğum dinin emirlerine uymadıkça iman etmiş olamaz.” buyurmuştur.

 

Peygamber Efendimiz (Sallallahu aleyhi vessellem) diğer bir hadisinde de:” Kabul etmeyen kimseden başka ümmetimin bütün fertleri cennete girecektir.” buyurmuş ve Ashap:

 

-” Ya Rasulullah, kabul etmeyen kimse kimdir?” diye sormuşlar.

 

Peygamber Efendimiz (Sallallahu aleyhi vessellem)

–” Bana uyan kimse cennete girer, bana uymayan kimse de kabul etmeyen kimsedir.” diye cevap vermiştir.

 

Bunun için kişiye gereken şey, bu yüce Peygamberin bize olan emrinin ve bütün ömrünün de ahiret amellerinde harcamaya ve bu fani dünya ile onun geçici zevklerine kalben bağlanmamaya bizi çağırmasının amacı kendisinden daha üstün bir mutluluk bulunmayan sonsuz bir mutluluğu elde etmemizden başka bir şey değildir. Bunun için bize düşen, bu emir ve çağrıyı içtenlikle kabul ederek bütün gücümüzle ona uymaktır. Belki Cenab-ı Allah bize o büyük bayrağın, yani o doğruluk timsali olan Yüce Peygamberin şefaat bayrağı altına girmeyi bize nasib eyler ve bizi kötülük ve şaşkınlık kuyusundan hidayet ve selamet caddesine çıkarır. Tevbe suyuyla günahların kirinden arınmada en üstün başarı işte budur.

 

Farsça bir şiirin meali:

 

“Cömertlerden cömertlik öğren.

Dünyanın yiğitlerinden de yiğitlik öğren.

 

Ne güzeldir ne güzeldir ne güzeldir bu başarı ki kişiyi Allah ile Peygamberine boyun eğmeye, yasaklardan da kaçınmaya yöneltir ve onun

 

وَسَارِعُٓوا اِلٰى مَغْفِرَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمٰوَاتُ وَالْاَرْضُۙ اُعِدَّتْ لِلْمُتَّقٖينَۙ

 

“Rabbinizden bir bağışa ve genişliği göklerle yer arası kadar olan cennete koşun.” (Ali İmran: 133) mealindeki ayet-i kerimenin icabet eden kimseler arasına girerek sonsuz bir mutluluk elde etmesine vesile olur.

 

O halde akıl sahibi olan kimse daha fırsat elde iken ve özellikle daha gençken var gücüyle hayrat ve hasenata koşmalıdır. Zira geç kalmada hiç bilinmeyen birçok afet ve engeller ortaya çıkabilir ve bilmelidir ki kendisi büyük bir bahçe dikmiş ve bahçesi meyve vermeye başlayacak ondan birçok kimseler özellikle muhtaç olan dost ve arkadaşlar yararlanmıştır. Ta ki birçok kimseler de ona bakarak aynı yolu izlesinler ve aynı menfaati onlar da elde edip dünya ve ahiret saadetine nail olsunlar.

 

Sevgili kardeşim, bilmelisin ki hiç çalışmadan ve Allah’a kulluk etmenin gereğini yapmadan ondan af dilemek ve cennete girmeyi beklemek günahlardan biridir. Peygamberin emrine uymadan ondan şefaat beklemek akılsızlığın bir çeşididir. Şeriatın emirlerine uymayan kimse için de merhamet ummak ahmaklıktır, bilgisizliktir ve utançsızlıktır. Aman Yarabbi, bu ne büyük bir rüsvaylıktır.

 

Arapça bir şiirin meali.

 

“Biz kurtuluşu umuyoruz,

ama kurtuluşun yollarında yürümüyoruz.

Karada hiçbir zaman gemi yürür mü?”

 

Eğer biz durumumuzu biraz düşünürsek sabahtan akşama ne haltlar işlediğimiz hakkında tam bir bilgi sahibi oluruz, Akşamdan sabaha kadar da bizim halimiz hep geçici zevklerle uğraşmak ve bu fani dünyanın üstüne düşüp kapanmaktır. Bununla beraber biz umarız ki yarın onun ümmeti ve etba’i içinde ve onun şefaat bayrağı altında oluruz. Bu ümit, hayatımla yemin ederim ki gerçekleşmesi çok çetin bir iştir.

 

En sağlam mizaçlı olan kişi, şunu bil ki senin şeytan ile onun yardımcılarının tuzağına düşmemeye gücünün yetmeyişi bir kusurdur hem de ne büyük bir kusurdur. Zira şeytan ile mücadele etmek için silahını hazırlayan kimseye onun tuzağını yıkmak son derece kolaydır.

 

Çünkü Cenab-ı Allah kendi dostlarına, me’lun olan şeytan da kendi dostlarına yardım eder. Şeytanın kendi dostlarına yardımı ise Yüce Allah’ın kendi dostlarına yardımı karşısında gayet zayıf ve cılız kalır.

 

Nitekim bir ayet-i kerime’de mealen

 

مَنْ كَانَ يَظُنُّ اَنْ لَنْ يَنْصُرَهُ اللّٰهُ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ فَلْيَمْدُدْ بِسَبَبٍ اِلَى السَّمَٓاءِ ثُمَّ لْيَقْطَعْ فَلْيَنْظُرْ هَلْ يُذْهِبَنَّ كَيْدُهُ مَا يَغٖيظُ

 

 

“Kim Allah’ın dünya ve ahirette Peygamberine yardım etmeyeceğini sanıyor idiyse ve şimdi Allah’ın ona yardım ettiğini görünce öfkeye kapılıyorsa öfkesini gidermek için bir sebeple göğe uzansın, gökle yer arasındaki mesafeyi kat’etsin de baksın; tuzağı, öfkelendiği şeyi giderecek mi” (Hac: 15) buyurulmuştur.

 

Hatta bu iki yardım arasında mukayese yapmak bile caiz değildir. Nasıl caiz olacaktır? Düşün ki ömrünün çoğunu şeriatin emrini uygulamakla geçiren o ilim ve fazilet sahibi kimselerin dünyadaki hayatları fakru mezellet içinde bile geçse, onların güzel adları ِölümlerinden sonra bile sonsuza dek yaşamaktadır. Zalim hükümdarlar, zorbalar ve Allah ile Peygamberinin hoşnutluğunu kazanmaya çalışmayan kimseler ise, ِölümün pençeleri kendilerine takıldıktan sonra unutulmuş olurlar ve kendilerinden artık söz edilmez olur ve rahmetle yad edilmezler.

 

Aziz Kardeşlerim, herkesçe bilindiği üzere hal böyle iken yani sonsuz saadetin temeli Allah ile Peygamberinin hoşnutluğunu kazanmaya çalışmak iken, bize düsen onların emirlerine kalbimizin derinliğiyle uyarak boyun eğmektir.

 

Zira Allah ve Resulünü kasteden kimse, özelikle ciddi bir şekilde tevbe ettikten sonra onun kalkması, oturması, yürümesi, durması, uyuması, uyanması, yemesi, içmesi, susması, konuşması, çalışması, kısacası : her hal ve hareketi ahiret içindir. Dünyası için de bütün çalışmaları bile birer hasenedir ve her bir hasene on seyyie’ye keffaret olur. Bu da Yüce Allah’ın kuluna olan bir ihsan ve iyiliğidir.

 

Allah ve peygamberinin emirlerine uymayı isteyen kimsenin de kalkması, oturması, yürümesi, durması ve bütün iş ve hareketleri seyyie üstüne seyyiedir ve hiç birisinde şeriatın zahirine göre- kendisini felaha götüren bir yol yoktur. Meğer yukarıda geçtiği üzere- Cenab-ı Allah kendi masiyet ve isteğiyle onu affetsin. O halde biz ne zamana kadar inadın sırtına bineceğiz? Hastalığın bize saldırdığı ana kadar mı? Ya da ihtiyarlığın sırtımıza bindiği zamana kadar mı? Yahut ölüm elçisinin göğsümüze bindiği zamana kadar mı?

 

Biz böyle yaparsak Peygamber Efendimiz haklarında,

 

“Tevbe etmeyi geciktirenler helak olmaya adaydırlar” ve “Cehennem halkının feryatları en çok, tevbe etmeyi geciktirmiş olmalarından ötürüdür.” diye buyurduğu kimselerden oluruz. O kimseler ki Cenab-ı Allah onlardan

 

قَالُوا رَبَّنَٓا اَمَتَّنَا اثْنَتَيْنِ وَاَحْيَيْتَنَا اثْنَتَيْنِ فَاعْتَرَفْنَا بِذُنُوبِنَا فَهَلْ اِلٰى خُرُوجٍ مِنْ سَبٖيلٍ

 

“Dediler ki: biz günahlarımızı itiraf ettik artık cehennemden çıkmak için bir yol yok mu?” (Mü’min: 11) diye söz eder.

 

Tevbeyi geciktirmekten Allah’a sığınırız. Zira tevbe etmeyi geciktiren kimse olanaksız bir şey ister ki, o da dünyada ebedi kalmaktır. Şayet farz edelim ki dünyada ebedi kalmak mümkün de olsa onun istediği şey eline geçmez.

 

Zira gençliğinde günah ve masiyetleri terk etmeyen kimse yaşlılığında hiç de gücü yetmez. Sağlıklı iken masiyetleri terk edemeyen kimse hastalandıktan sonra terk edemez ve daha hayatta iken masiyetleri terk edemeyen kimse ِölüm döşeğine girdikten yahut kesilmiş hayvanın durumuna girdikten sonra artık terk etmeye fırsat bulamaz.

 

Kısacası: Tevbe kapısına doğru koşmak vacip olan ilahi bir emirdir. Özellikle daha ömrünün baharını ya؛ayan kimseler için gençliklerini tevbe ağacının dallarındaki meyvelere el uzatmak ve o meyveleri koparmak ne kadar güzel ne kadar kazançlı bir şeydir.

 

Bu meyvelere uzatılan elin sahibi şüphe yoktur ki kabre yatarken kendisini sorguya çekmek ve onu azaba uğratmak göreviyle gelen melekleri itip geri çevirmek gücüne sahiptir ve onlara “Nereye nereye? Geri dönün. Ben o kimseyim ki elimi tevbeye uzattım ve su ana kadar tevbemi bozmadım. İşte bu sayededir ki Cenab-ı Allah elimle sizi itip geri çevirmeyi bana kolaylaştırmıştır.” diyebilir.

 

Aziz kardeşlerim, gelin büyük bir istek ve içtenlikle tevbe kapısına doğru koşalım. Ta ki Yüce Rabbimizin mukaddes kitabında kendilerine

 

 

يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا هَلْ اَدُلُّكُمْ عَلٰى تِجَارَةٍ تُنْجٖيكُمْ مِنْ عَذَابٍ اَلٖيمٍ

“Ey inananlar, size sizi acı azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi ?” (Saf: 10) diye hitap ettiği kimseler arasında bu ticaretten devamlı bir pay sahibi olalım ve bu kalıcı gayeye erişme mutluluğunu elden kaçırmayalım.

 

Eğer inatçı bir kimse: “Bu ayet puta tapanlarla savaşmanın acı azaptan kurtaran bir ticaret olduğu hakkında nazil olmuştur.” diyecek olursa ona de ki:

 

Kur’an-ı Kerim nasıl kadim ise, onun bütün durum ve devirleri gibi her şeye şümulü de kadimdir. Onun eski ve yeni şeylere şümulleri arasında fark yoktur. Ayetin nüzulü sırasında nasıl puta tapanlarla savaşmaya hamlediliyor idiyse, bu devirde de nefis ile savaşmaya hamledilir.

 

Siyer kitaplarında araştırma yaparsan göreceksin ki Peygamber efendimiz, (Sallallahu aleyhi vessellem) Ashabıyla birlikte Bedir savaşından döndüğü zaman:

 

“Biz küçük savaştan döndük. Şimdi bize gereken şey büyük savaşa hazırlanmaktır.” mealinde bir söz söylemiş ve Ashap: “Ya Rasulullah bu savaştan hangi savaş daha büyüktür?” diye sorunca Peygamber efendimiz (Sallallahu aleyhi vessellem): “Nefis ile olan savaştır.” diye cevap vermiştir.

 

Kardeşlerim, peygamber Efendimizin yaşadığı çağda yüce Ashabına olan emri bu olunca, bu emir gereği erkek, kadın her Müslüman’a kesin ve zorunlu bir vücup ile lazım gelir.

 

Özellikle yaşadığımız bu çağdaki gözümüzle kişiyi helak götüren sapkınlık ve şaşkınlıklardan ve dinin emirlerine aykırı hallerden o kadar şeyler görüyoruz ki Ahzap Suresinin 72. ayeti fehvasınca yeryüzü, dağlar, denizler ve gökler bile taşıyamaz.

 

Bütün bu gaflet ve sapkınlıklar mel’anet ve bozgunculuk silahının namlusunda birer saçma olup iki amansız düşman olan nefis ve şeytanın elindedirler. Bu iki düşman bu silahlarıyla erkek-kadın tüm Müslümanlara devamlı saldırı halinde olup hiç onlardan ayrılmazlar.

 

Özellikle kalplerini ve dillerini Fahr-i Kâinat aleyhi ekmelüs-salavat Hazretlerinin koyduğu adap ve kurallarla süslemek için çalışan kimselere, tıpkı bir düşmanın düşmanını öldürmek için ona ateş edici gibi devamlı ateş etmektedirler. Hatta bu iki düşman arasında benzerlik bile yoktur. Zira düşmanını öldürmek isteyen düşman sadece düşmanını öldürmek ister. Onun hakkında başka fenalık düşünmez. Nefis ile şeytan ise kişinin başına hem dinini hem dünyasını yıkarlar. Durum böyle olunca Müslüman kişiye düsen görev hiç tereddüt etmeden ve bir saniye bile gecikmeden başı kesilen tavuğun çırpınışı gibi bütünüyle çırpınıp tevbe kapısına koşmaktır. Ta ki kendini yukarıda geçen felaketlerden kurtarabilsin ve bu iki azılı düşmana karşı durabilsin. Söylemeye gerek yoktur ki adi silahlarla bu iki azılı düşmana karşı gelinmez ve adi silahlar çöldeki kum taneleri kadar çok olsa da ve her biri bir dağ kadar iri olsa, devenin basına konan sivrisineğin yaptığı etki kadar bu iki azılı düşmana karşı etkili olamaz. Bu açık bir gerçektir. Bunun için bu iki düşmanın şerrinden kurtulmak için manevi silaha sarılmak lazımdır. Ki o da Allah’a sığınmak ve O’ndan yardım talebinde bulunmaktır. Bu da ancak Allah’a kulluğumuzu göstermekle olur. Bu da onun emirlerine uymak ve yasaklarından sakınmakla olur. Tevbe de ancak bütün şartlarını yerine getirmekle hâsıl olur.

 

Cenab-ı Allah bir kuluna bütün şartlarıyla tevbe etmeyi ihsan ettiği, o kul da tevbesi üzerinde durarak o yolda tüm bir savaş vererek anne ve babanın küçük çocuklarını yitirmekten acı duydukları kadar tevbesini elinden bırakmaktan acı duyduğu zaman onun bu tevbesi nefis ve şeytana karsı hem maddi hem manevi bir silah olup onunla onların silahlarını etkisiz hale getirir ve bu silah ile onları tam bir yenilgiye uğratır. Zira bu şekilde olan tevbe Allah ile Peygamberinin dostları elinde bulunan kendi silahlarıdır. Aşırı dünya sevgisi ve bu aşırı sevginin doğurduğu bozgunculuk, mel’anet ve dinin emirlerine muhalefette şeytanın, şeytan yardımcılarının ve onların isteklerine uyanların silahıdır. Allah ile Peygamberinin silahı ise Allah ile Peygamberine karşı gelmekte diretenlerin silahını ortadan kökünden yok eder. Nasıl ki Kuran-ı Kerim’de anlatıldığına göre, Firavun Hazreti Musa’yı (aleyhisselam) yenilgiye uğratmak için sihirbazlardan büyük bir kalabalığı topladığı zaman sihirbazlar Firavuna: “biz Musa’yı yenilgiye uğratırsak bizim için bir ücret var mı?” demişler. Firavun da onlara hem ücret hem üstün mevki vereceğini vadetmiştir. Ondan sonra sihirbazlar Hazreti Musa´yı sihirleriyle yenmek için kendilerine belirtilen meydana vardıklarında, Firavun ile beraber gelen erkek, kadın ve çocuklardan başka yalnız onların sayısı 12 bin kişi idi. Musa (aleyhisselam) ile birlikte ise, görünürde kardeşi Harun ile asasından başka ne bir kimse ne bir silah vardı. Onun yardımcısı Cenab-ı Allah ve onun kesin ve sarsılmaz imanıydı. Sihirbazlar ellerindeki asaları ortaya atarak batıl bilgileriyle hünerlerini göstermeye baslar başlamaz Musa (aleyhisselam)’nın elindeki asasını ortaya atarak

فَاَلْقٰى مُوسٰى عَصَاهُ فَاِذَا هِيَ تَلْقَفُ مَا يَأْفِكُونَۚ

 

“Musa’da asasını attı. Birden onların uydurduklarını yutmaya başladı.” (Şuara:45) mealindeki Ayet-i Kerime’de buyurulduğu gibi Musa’nın (aleyhisselam) ortaya attığı asası aynı anda onların asalarını yutarak gözlerin önünden nihan etti. Eğer “Mucizeler Peygamberlere mahsustur” denecek olursa sen buna cevap olarak de ki: Kâmil olan mucizeler Peygamberlere mahsus ise, onların ümmetinden olan fertler de bazı mucizeler vardır ki o mucizeler vasıtasıyla onlara yetişir ve onların bayrağı altına girerler. Bu mucizelerin bazısı da şeytan ve şeytana yardımcı olan cin ve insanlarla cihat etmek ve onların silahını etkisiz hale getirmektir.

 

Aziz Kardeşlerim, iyice düşündüğümüz zaman kesin olarak biliriz ki biz Müslümanız ve Müslüman kişiye Cenab-ı Allah’ın, duasının kabul olunacağını ve kendisine ibadetin halavetini ihsan ederek onu kendi emir kanunlarına muhalefet eden hasmına karsı galip kılacağını va’d buyurduğu halde Cenab-ı Allah’ın bu büyük lütfuna mazhar olmadığımızı görmekteyiz. Oysa Cenab-ı Allah’ın hiçbir va’dinde huluf olmaz. O halde bu kusuru kendimizde aramalıyız.

 

Cenab-ı Allah bir ayet-i kerime’de

اِنَّ اللّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِاَنْفُسِهِمْؕ

 

“Hiçbir toplum kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez.” (Rad: 11) diye buyurmaktadır. Bizde kesin olarak kendimizde birçok değişikliklerin meydana geldiğini görmekteyiz. Yoksa Cenab-ı Allah’ın hiçbir va’dinde dönüş ve cayma söz konusu değildir. Uğradığımız bu feci durum değişen halimizin bir sonucudur.

 

Cenab-ı Allah bir Âyet-i Kerime’de Yüce peygamberine hitaben: “De ki: eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve sizin günahlarınızı bağışlasın.” diye buyurmaktadır. Allah’ın Yüce Peygamberine de uyma ancak vücuttaki göz, kulak, dil, ağız, burun, el, ayak ve kalp gibi bütün organların ne için yaratılmışlarsa o yola verilmeleriyle mümkün olur ki o da Allah’ı tanımaktır. Nitekim bir Hadis-i Kudsi’de Cenab-ı Allah: “Ben gizli bir hazine idim varlıkları yarattım ki beni tanısınlar” diye buyurmuştur. Vücuttaki bu organların her biri için Allah’ı ayrı bir tanıma ve kendisine özgü Peygamberin emirlerine ayrı bir uyma vardır. Eğer sen bunu kendi düşünce ve bilginle bilemezsen ki bu bilgi gerçekte kişinin kendi düşünce ve bilgisiyle elde edilemez bunu bu işin mahir doktoruna sor. O zaman bileceksin. Bu organları her birini bu işe sürmekte ancak silah ile olabilir. Allah ile Peygamberinin emrettikleri silahtan başka bir silahta bu işe yaramaz. Emredilen silahlar da çok olup, önemlileri ve hepsinin başı tevbedir. Tevbe de yalınız, yani işlenmiş olan günahtan pişmanlık duymak ve bir daha onu işlememeye azmetmek, eğer onunla beraber salih ameller işlenmezse yeterli gelmez. Zira tevbe, kulun salih amelleri işlemesi için Cenab-ı Hak tarafından ona ihsan edilen bir nimettir. Eğer tevbe eden kulun içi Hak ile beraber olmaz, dışı da taat ve ibadetlerle süslenmez, ağzı kötülüklerden, kalbi hataret ve vesveselerden, dış organları dinen yasak olan şeyleri işlemekten ve aklı tehlikeli düşüncelerden uzak kalmazsa, yalınız “ben tevbe ettim. İşlediğim günahlardan pişmanım” demesi fıkıh, siyer, hadis ve tefsir kitaplarında açıklandığına göre hiçbir yarar sağlama. Bu açık bir gerçektir. Zira tevbeden amaç, günah işlemekten heder olmuş ömrü onarıp onu kazançlı bir hale ve Allah’a kulluk etmekten zevk alacak bir duruma getirmektir. Şayet kişi bu gerçeği kavrayamazsa kendini kötü yola düşmekten korumak ve Allah’a kulluk etmekten zevk almak için başka yol bulamaz. Hatta kişinin kendini ara sıra akla hatıra gelen kötü şeylerden de korumasının gerektiğine icma vardır. Zira hatıra gelen kötü şeyler, eğer kişi ondan hemen istiğfar ederse günah olmuyor ve ondan ötürü kişi sorumlu tutulmuyorsa da eğer kötü şeyin onu bir kötülük işlemeye sürükleyeceğini biliyorsa bütün imkanlarıyla kalbinde o şeyin meydana gelmesini engellemek ona vacip olur. Zira her kötü hatara ve vesveselerin kalbe hücum etmesi kalbi açan bir anahtardır. Yeni tevbe eden kimsenin kalbini bir daha günah işlemeye elverişli duruma getirir ve ona karşı nefis ile şeytanın yularını açar. Ta ki nefis ile şeytan onu derin bir vadiye ve karanlık bir kuyuya atarlar da onun iiçin girdaptan kurtulmak birinci kez kurtulmaktan kat be kat zordur. Nitekim bir gün bu fakir, kendi şeyhi ve mürşidi olan zata -Cenab-ı Allah onun feyz ve bereketini, onun ve bütün tarikat salikleriyle, bütün dostların üzerine yağdırsın- ona mahsus olan evinde: “Kişi kalbine gelen kötü hatara ve vesveselerden sorumlu olur mu?” diye sordu. O sırada onun yüksek meclisinde fakirin Melekendli mürşidi – Allah onu rahmetine mazhar kılsın-: “Sorumlu olmaz” diye cevap verdi. Fakir bu sefer “Onun etkisiyle kişide bir gevşeklik meydana gelir mi?” diye sordu. Üstad: “Eğer o kötü düşünceler kişinin kalbinde husule gelir gelmez kişi hemen pişmanlık duyup istiğfar ederse o kötü şeyler silinip gider” diye cevap verdi. Üstad (Kuddise sırruhu) bu soru üzerine uzun bir sohbette bulundu fakat fakir bu alanın kahramanlarından olmadığı için bu sohbetin tamamını zapt edemedi. Ancak onun yüksek himmetiyle bu sohbet esnasında fakire acıyıp bir hâlâvet hâsıl oldu ve bu ana kadar o sohbeti hatırladıkça aynı halâveti kendimde duyuyor ve içimde: “Keşke ben o sohbet esnasında öleydim” diyorum. O sohbet esnasında fakiri öyle bir heyecan tuttu ki yüksek sesle ağlamak zorunda kaldı ve onun yüksek meclisinde yüksek sesle ağlamak edebe aykırı olur diye buna engel olmak istediyse de sohbet bitinceye kadar bir türlü kendini tutamadı. Bu uzun sohbetten şimdilik fakirin hatırında kalan onun bu tavsiyesidir:

“Kişiye gerekir ki devamlı uyanık olsun ve kalbinde meydana gelen kötü hatare ve vesveseleri kontrol etsin. Özellikle yeni tevbe etmiş olanlar buna daha da dikkat etmeleri gerekir. Çünkü kişi tevbe ettiği için şeytan: “Ben onun kalbine nasıl girebilirim?” Diye büyük bir üzüntü ve sabırsızlık içerisindedir ve der ki: “Benim önümde bütün yollar kapalıdır ancak benim için tek bir yol vardır o da onun kalbine kötü hatare ve vesveseleri atmaktır. Belki onun kalbini onlardan biriyle de olsa delmiş olurum. İşte o zaman onun kalbini kendim ve yardımcılarım için meclis yapmak mümkün olur. Böyle olunca da benim elimden onun için artık kurtuluş yoktur.” Şeytanın bu avlamasından Allah’a sığınırız.

Allah’ım bu fakiri ve bütün Müslümanları şeytanın bu avlamasından ve tuzağından koru. Âmin

Bu sohbetten hatırımda kalanını sağ kaldığım sürece unutmayacağım. Zira onu uygulamada kendimden emin değilsem de onu değerli kardeşlerime – Allah dilerse – belki kendileri faydalanırlar diye iletmek zorundayım.

Bilinmelidir ki kalbe peyderpey ve aralıksız olarak çeşitli teşvikler varid olmaktadır. İnsan bu teşviklerin hepsini duyar. Zira bu teşviklerin hepsi kalbe yapılan birer hitap olduğu için insan onları nasıl duymayacaktır? Bu teşvikler Allah tarafından yapıldığı zaman insana namaz, oruç, zekât, hac ve şeriatın zahirine göre yapılması gereken diğer farzları yerine getirmeye dair birer ilahi emirdir. Tasavvuf erbabının ıstılahında varid olan bu hatıralara Hak’kın hatırası denmekte olup onda hiçbir mahlukatın müdahalesi yoktur.

Bu teşviklerden bir kısmı da Sıla-ı rahim, yani akrabalık hakkını gözetmek, bütün Müslümanları sevmek ve onları iyilik yapmaya teşvik etmek, Yüce Peygamberimizin sünnetine uymak, salih kimselerin ahlakıyla ahlaklanmak içiin onlarla oturup kalkmak, kötü hareket ve davranışlardan sakınmak gibi kalpte meydana gelen temayüllerdir. Bunlar Allah’ın emriyle melekler tarafından kulun kalbine ilham edilen temayüllerdir ki bunlara da ilham ve keramet hatırası denilir. Bu iki hatıraya hemen ve hiç gecikmeden icabet etmek kesin bir vücup ile lazımdır. Zira bu iki hatıradan biri kalbe girdiği zaman eğer kişi ona icabet etmezse, sıra ve fırsat o zaman nefis ve şeytana gelir ve onlar hiç vakit geçirmeden kendi hatıralarını kişinin kalbinde işlemeye başlarlar. Şeytan tarafından kalbe atılan hatıralara vesvese ve hümeze hatırası denir. Şeytan bu hatıra ile kişiyi katl, zina, içki, yetimin malını yemek, başkalarının hakkını çiğnemek, kumar oynamak, hırsızlık yapmak ve dinin diğer farzlarını yerine getirmemek gibi günahları teşvik eder. Nefis tarafından kalbe atılan hatıralara da “Hevaciz ve Lümeze hatırası” denmektedir. Nefis de hatırasıyla kişiyi gıybet, kin, hased, düşmanlık, iftira, namahreme bakmak, dinde yeri bulunmayan bid’atları işlemek ve gidilmesi neyhedilen yerlere gitmek gibi şeyleri teşvik eder. Allah ve melekler tarafından olan hatıraların yeri kalbin ortasıdır ve bunlar kalbi genişletirler. Nitekim Cenab-ı Allah bir hadisi kudsi’de mealen: “Ne yer ne gökler beni sığdıramazlar, fakat mümin olan kulumun kalbi beni sığdırır” diye buyurmuştur. Müminin kalbi bu genişliğe sahip olduktan sonra büyük bir denize dönüşür. Kişi onda kendi zevkine göre bilgi ve sevgi çeşitleri içinde cevelan eder. Bu bilgi ve sevgilerden duyduğu lezzetleri kendinden başkası bilemez. Nasıl ki “herhangi bir şeyi tatmayan kimse, onun nasıl olduğunu bilemez” diye meşhur bir söz vardır. Şeytan ile nefis hatıralarının yeri ise kalbin dışında bulunan ince bir damardır. Bu damarın ağzı da devamlı açık olup bu iki hatırayı beklemekte, yani onlarla beslenmektedir. Bu damara mel’anet ve bozgunculuk hatıraları katıldığı zaman üfürülmüş tulum gibi şişer ve o şiş kalbinin tavan ve cidarlarına dökülüp kalbin dış kısmında dağılır. Eğer kişi bu fecaati duyduğunda hemen istiğfar ederse, bu kötü durumdan kurtulur. Eğer -Allah korusun- duymazsa o zaman kalbinin tamamına dağılıp acayip bir zelzele ile kalbe girer ve nefis ile şeytan için geniş yollar açılıp nefis ile şeytan kalbin içine girerek sahibini yoldan çıkarmak için var güçleriyle çalışırlar. O ise bilgisizliğinden ve açık olan gaflet ve dalalete daldığından ötürü bunu bilemez. Zira o görünürde kendini yeryüzünde yürüyen, yiyen, içen, uyuyan, uyanan, oturan, oynayan ve gülen bir insan görür ve bu hareketler ve gaflet içinde ölünceye kadar ömrünü geçirmektedir. Keşke bunun için yaratılmış olmadığını bilseydi. Keşke sağlam bir kalp ve yumuşak bir huy ile emirlerini yerine getirmeye ve böylece mübarek yüzlerini görerek cehennem azabından kurtulmaya ve sonsuz bir mutluluk ve saadet içinde yaşamaya çağıran Allah ve Resulünü işiten bir kulak ve titreyen bir kalp ile dinlemek için yaratılmış olduğunu bilseydi, me’lun olan şeytan ise kötülüğü emreden nefsin yardımı ile kişiyi mel’anet pençesiyle çekiyor ki aldatıcı dünya süsünün, hayvani şehvetlerin, fani lezzetlerin ve sonu gelmeyen rezaletlerin sevgisi kendisinde tabiat halini alsın. Bu iki emir arasında fark da iyi ile kötüyü ayırd edebilen herkes için açıktır. İhtiyar ve irade ipi de onun elinde olup iki taraftan hangisini isterse o tarafa çeker, o tarafı tutar ve o yoldan gider. O halde herkes için gereken şey derin bir bakış ve sağlam bir düşünce ile bu iki yolu teraziye koymaktır. Ta ki kendisi için çekirdek kabuğundan ayıklansın ve kâr ile zarar birbirinden ayrılmış olsun ve hangi taraf hem dini ve hem dünyası için daha iyiyse çaba ve çalışmasını o yola vererek tembellik ve üşengenlik etmesin. Çünkü bu yolda tembellik eden kimsenin kendisini insan saymaması lazımdır. Oysa ki o insandır. Zira insanlar dört kısım olup bir kısmı hem din hem dünyası için akıl sahibidir. Bir kısmı sefihtir ki aklı namaz kılmak, oruç tutmak ve gereksiz şeylerden korunmak gibi dini konulardaki bilgisi kadardır. Bir kısmı ahmaktır, buda yalınız dünyası için akıl sahibidir. Dini hakkında ise çağımızın insanları gibi ahiret bilincinden yoksundur. Her ne kadar ara sıra bu bilinç onda husule geliyorsa da çok sürmeden unutuverir. Nitekim Peygamber efendimiz: “Kim ki bir günah işlerse aklı başından gider ve bir daha dönmez” buyurmuştur. Bir kısmı ise delidir. O da hem dünya hem ahiret aklı olmayan kimsedir.

Aziz kardeşler, eğer biz akıl sahibi olan kısımdan sayılıyorsak bu kısmın sahip olduğu niteliğin bizde olması lazım gelir. Bu niteliğin bizde bulunması ise çok zordur. Eğer biz bu kısımda sayılmıyorsak o zaman bizim diğer üç kısımdan birisi olmamız gerekir. Oysa eğer bizden birisine “Sen sefihsin ya ahmaksın yahut delisin” dendiği zaman, o da görünürde kendini akıllılardan sayıyorsa, kendisine söylenen bu sözden ötürü çok kızar ve kibrinden ötürü kendisine bu sözü söyleyen kimseye saldırarak onunla çatışmaya girer. Hatta eğer gücü yeterse belki de onu dövmeye kalkışır.

Değerli din kardeşlerim, biz bunu derin bir şekilde teemmül ettiğimiz zaman gerçek ortaya çıkmış doğrunun üzerinden perde kalkmış olur ve kesin olarak anlamış oluruz ki nefis ile şeytanın hatıralarına meydan vermek Rabbani feyizlerin ve Samedani sırların menba’ı olan kalbe nefis ile şeytanın girmesi için birçok yolların açılmasına sebep olur. Bu ise kişinin kendisine yapmış olduğu en büyük zulümdür. Zulümden, şaşkınlık ve delaletten Allah’a sığınırız. Yazıklar olsun bu zamanın insanlarına ki doğru yolu gördükleri zaman onu yol edinmezler, azgınlık yolunu gördükleri zaman ise onu yol edinirler. Bunun sebebi de o mel’un hırsızın kalblerine girmesine engel olmamalarıdır. Oysa hırsızlardan biri dünyanın aldatıcı meta’larından birini çalmak için bizden birinin evine girdiği zaman bütün imkanlarımızla onu önlemeye çalışıyoruz. Ya mel’un olan hırsız Allah’ın tecelligahı olan kalbe girerek ondan kişinin sonsuz saadetini sağlayan üstün vasıflarını çalıp yerine fesat, mel’anet ve Allah ile Yüce Peygamberine buğz etmeyi bırakmak istediği zaman niçin buna engel olmuyoruz? Yemin ederim ki bu din ve dünyasını kazanmada azıcık akıl sahibi olan kimseye göre son derece bilgisizlik ve ahmaklıktır. O halde aklı tam ve doğru bir anlayış sahibi olan kimseye gereken şey, bütün zamanını ömrünün sonuna kadar dışı tatlı ve içi acı olan bu dünya sevgisinde geçirmemektir. Zira eğer böyle yapmazsa pişman olacak ve artık pişmanlık ona bir fayda sağlamayacak ve kendisine de “Size bir uyarıcı gelmedi mi?” diye sorulacak o da: “Evet bize uyarıcı geldi ama biz yalanladık ve Allah hiçbir şey göndermemiş. Siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz dedik” diye cevap verecektir. Mülk 8-9 Ah o günün dehşetinden ve kişiyi suçunu kabule zorlayan bu ağır kınamadan. Yüce Allah’dan umarım ki bu ağır kınamayı, ruhları şevk ve ihlas ile tevbe meydanlarına uçan, günahlarının affını Allah’dan yalvarıp yakararak dileyen ve şu ana kadar ömrünü Allah’ın emirlerine aykırı davranış ve serkeşliklerde heder ettiği için ağlayıp sızlayan kimselere yaptırmaz. O kimseler ki bir daha eski hallerine dönmemeye azmederek kalplerinden şeytani hatereleri silerek ilmi ile amel eden, takva sahibi ve tevbenin mahiyetiyle şartlarını kendisine bildiren bir alimin huzurunda tevbe etmişlerdir. Allah’ım biz senin o sevgili ve yüce peygamberinin şefaatiyle sana sığınıyor ve bize nasuh bir tevbe ihsan etmeni ve o tevbe üzerinde ömrümüzün sonuna kadar bir mürşid-i kamilin nezaretinde durmayı bize nasib eyle… Âmin Ya Rabbel-Âlemin.

 

İSTİKAMET VE DOĞRULUK BAHSİ

 

Tevbe ile elde edilen istikamet öyle bir derecedir ki onunla kişi bütün işlerde kemal sahibi olur, öyle bir mertebedir ki yalınız onunla bütün iyillikler ve istenen şeyler elde edilir. Öyle bir haslettir ki onunla bütün güzelliklere sahip olunur, öyle bir mertebedir ki onunla kişi mutluluğun en üst sınırına yükselebilir. Fatiha-yı şerifenin son ayetlerinde Cenab-ı Allah “Bizi doğru yola ilet. Kendilerine iyilik ettiğin kimselerin yoluna, kendilerine gazap edilen ve yolunu şaşırmış olanların yoluna değil” diye dua etmemizi emretmiştir. Cenab-ı Allah ayrıca şunu da buyurmuştur:

 

اِنَّ الَّذٖينَ قَالُوا رَبُّنَا اللّٰهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَـتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلٰٓئِكَةُ اَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتٖي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ

 

Rabbim Allah’tır dedikten sonra dosdoğru olanların üzerine melekler inip ‘Korkmayın, üzülmeyin, size söz verilen cennetle müjdelenin” derler” (Fussilet Suresi 30)

Peygamber efendimiz de “Dosdoğru olun….” buyurmuştur.

İstikametin birçok manaları vardır. En güzelleri-özellikle bu devirde- kişinin kendini gıybetten, söz taşımacılıktan ve hasetten koruması ve işi, dili ve kalbiyle doğru olmasıdır. Zira kalp, dil, akıl ve bütün duyuların şeytanın tasallutundan kurtulması ancak bunların şeriat ve tarikat kurallarına göre Allah ile peygamberinin emirlerini yerine getirmek ve bunda sebat etmekle olur ve şeytanın kişi üzerindeki cevelan ve sultası ancak o zaman önlenebilir. Allah’ım, doğruluk ve sevgi ile bizi tevbemiz üzerinde sabit kıl ve bir lahza bile olsa gafletle bizi tevbemizden kaydırma. Zira hiçbir insan yoktur ki- bir lahza bile olsa – düştüğü gaflette şeytan ona arkadaş olmasın. Cenab-ı Allah buyurmuştur ki:

 

وَمَنْ يَعْشُ عَنْ ذِكْرِ الرَّحْمٰنِ نُقَيِّضْ لَهُ شَيْطَاناً فَهُوَ لَهُ قَرٖينٌ

 

“Kim ki Rahman’ın zikrini görmezlikten gelirse ona bir şeytanı sardırırız. Artık o onun için arkadaş olur.” (Zuhruf 36) Kısacası ey aziz kardeşlerim, eğer biz bilgisizliğimiz bakırının, bilgililik altınına, yanlış yolda oluşumuz zararının doğru yolda olma yararına ve Allah’tan uzaklığımızın O’na yakınlığına dönüşmesini istiyorsak Allah’ın Kibriya ve Azametini tanımak, Cemalini görmek ve Habibini sevmek için hazırlanmış bir taht olan kalbimizden şeytanın mel’anet ve kötülüklerini atmaya çalışmalıyız. Ta ki faziletler makamında iken neticede rezaletler çukuruna düşmeyelim ve tam anlamıyla doğruluk yolunda yürümeliyiz ve tevbe sergisi üzerinde oturmalıyız ki onun semeresi olan, şeytanın sevgilisi olma yerine Allah’ın sevgilisi olma hazzına nail olalım. Allah’ın gazabına müstehakken onun rızasını elde etmiş olalım, bizi elim azaba müstehak kılan kötülüklerden arınarak sonsuz mutluluğa sahip kılacak iyilik ve üstünlükleri kazanmış olalım.

Değerli dostlarım, eğer günahlarımızdan pişmanlık duyarak içtenlikle tevbe eder ve tevbemiz üzerinde tam anlamıyla duracak olursak bundan sayılamayacak kadar çok olan kazançlar – Allah’ın keremiyle – elde etmiş oluruz. Kötü kimselerken iyi kimseler zümresine girmiş oluruz. Allah’ı tanımaktan uzakken O’na yakın kimselerden oluruz. Allah’dan yüz çeviren kimselerken O’na dönüş yapmış oluruz, melekler bizim pisliğimizden ve fena koktuğumuzdan ötürü bizden uzaklaşırken, taat, amel ve ibadetlerimizden dolayı sevinç ve güven içinde bize dönerek güzel rayihamızı koklamaya başlarlar. Nitekim Yüce Peygamberimiz bir hadisi şeriflerinde mealen: “oruçlu kimsenin fenalaşan ağız kokusu Allah katında misk kokusundan daha güzeldir” buyurmuştur.

Ey tevbe eden kimse, bil ki biz tevbe etmeye ve ettiğimiz tevbe üzerinde durmaya muvaffak olduğumuz zaman Allah’ın bize olan lütuf ve iyiliği çok büyük olacaktır. Onun alameti de tevbe eden kimsenin aziz ömrünün dinin emirlerine aykırı hareketleriyle ve kötü isteklerin arkasında sürüklenmekle heder olmayıp taat ve iyiliklerle geçmesidir. Bununla beraber günahkâr bir kimse olduğunu itiraf ederek devamlı ağlar, bedenen zayıf düşer, kalbi kederli olur, geçen ömrünün boş ve yararsız geçtiğine üzülür, kötü arkadaşları bırakıp onlardan uzaklaşır. Evet, akıl sahibi olan kimseye her hâlükârda istikamet, şeriat ve tarikatın yolunda yürüyerek bu yolun usul ve kurallarına riayet etmesi ve şeytanın yolundan ve kişiyi o yola girmeye iten şeylerden sakınması gerekir. Dinin emrettiği istikamet yolunda yürüyerek hakikate yapışanlar acı azaba sebep olan tehlikelerden kurtulmuş olur ve sonsuza dek kalıcı mutluluk içinde ve iyilerle beraber bulunur. Dini yasakları işlemek suretiyle ayağı bu dünyada dinin emrettiği yoldan kayanlar ise ahirette de ayakları kayar ve Allah ile peygamberinin ve diğer peygamberlerin, şehitlerin, Allah’a yakın olan dostlarının, velilerin, salihlerin ve orada bulunan bütün akraba ve komşularıyla kendisini tanıyan, tanımayan herkesin gözü önünde yüzü kararır ve içinde bulunduğu türlü rüsvalık, rezaletler ve ruh sıkıntıları yetmiyormuş gibi herkes bu yüz karalığına bakar. Kur’an-ı Kerim’de kıyamet gününün bazı özellikleri anlatılırken mealen:

 

يَوْمَ تَبْيَضُّ وُجُوهٌ وَتَسْوَدُّ وُجُوهٌۚ فَاَمَّا الَّذٖينَ اسْوَدَّتْ وُجُوهُهُمْࣖ اَكَفَرْتُمْ بَعْدَ اٖيمَانِكُمْ فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ

وَاَمَّا الَّذٖينَ ابْيَضَّتْ وُجُوهُهُمْ فَفٖي رَحْمَةِ اللّٰهِؕ هُمْ فٖيهَا خَالِدُونَ

 

“O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır. Yüzleri kararanlara: ‘İnanmanızdan sonra bir daha inkâr mı ettiniz? Öyleyse inkâr etmenize karşılık azabı tadınız.’ denilecektir. Yüzleri ağaranlar ise Allah’ın rahmeti içerisindedirler, onda sonsuza kadar kalıcıdırlar” (Ali İmran 106) diye buyrulmaktadır. O halde eğer biz arzuladığımız amaca ulaşmak, vücudumuzu karanlığın perdesinden ve yüzümüzü rüsvaylık karalığından kurtarmak ve şeriatın eliyle yüzlerinden zulmet perdesi kaldırılmış ve ilahi marifet ile ve Allah’ın sevgili peygamberi Muhammed Mustafa –Salllallahu aleyhi vessellem – in muhabbet sofrası üzerinde oturmak kendilerine nasip olan zümreye girmek istiyorsak derin ve sağlam bir düşünce ile düşünmeliyiz ki Cenabı Allah İslam dinini bugüne kadar ne ile korumuş ve kıyamete kadar ne ile koruyacaktır. O zaman Cenab-ı Allah bu yüce dini önce peygamberlerle – Allah’ın salat ve selamı hepsinin üzerinde olsun – korumuştur demekten başka bir yol bulamayız. Bu dinden çıkmış inkarcılıkta diretenler dışında her Müslüman için açık bir gerçektir. İnkarcılar için ise bu kısa kitapçıkta yer yoktur. Allah bizleri onların inançsızlık ve küfürde direnişlerinden korusun. Bu kitapçıkta ancak Müslümanlara yer verilmiştir ki bu dinin gerçeği hakkında bilgi sahibi olup ona göre durum ve davranışlarını ayarlasınlar. Cenab-ı Allah bu dini ikinci olarak idarecileri ile korumuştur. Cenab-ı Allah mealen

 

يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُٓوا اَطٖيعُوا اللّٰهَ وَاَطٖيعُوا الرَّسُولَ وَاُو۬لِي الْاَمْرِ مِنْكُمْۚ

 

“Allah’a uyunuz ve onun peygamberiyle sizden olan idarecilere uyunuz” (Nisa 59) buyurmuştur. Burada idarecilerden maksad varlıklarını Allah’ın emrine feda eden ve dıştaki ilişkilerde halk ile, içte ise Hak ile beraber olan kimselerdir ki bunlarda ilim, salah ve takva sahibi olan kimselerdir. Zira peygamberlerden sonra dinin ve İslamiyet’in direkleri bunlardır. Şeriatın yollarında tam anlamıyla yürüyen, onun kopmaz ipine bütün güçleriyle sarılan ve tarikat incilerini delerek bu ipe geçirenler onlardır. Nasıl bunlar olmasın? Oysa ki Hak yolunda yürüyen ve siretleri siretlerin en güzeli, tutum ve davranışları makamların en üstünü olan, sözleri hallerin en yükseği olan ve huyları huyların en güzeli olan onlardır. Hatta eğer bütün akıl sahibi kimselerin akılları ve maddi hikmet sahibi olan kimselerin hikmetleri onların ahlakından bir şey değiştirmek yahut onların güzel vasıflarından birini çalarak onun yerine batıl zihniyetlerine göre daha üstün bir vasıf koymak için bir araya gelirlerse kesinlikle buna ne imkân ne de yol bulamazlar ve onların çabaları etrafa dağılan toz zerreleri gibi boşa gitmiş olur. Zira ilmiyle şeriate göre amel eden ve tarikatı öğretmeye çalışan alimin çabası peygamberlik nurundan yakılmış olan bir lambadan başka bir şey değildir. Peygamberlik nurundan da ne yeryüzünde ne de göklerin üstünde daha aydınlatıcı, daha güvenilir ve uyulup alınacak bir nur yoktur. Temelleri hem kalben hem bedenen temizlik olan, yani kalbi birinci olarak Allah’dan başka her şeyden, ikinci olarak Allah’ın hoşnut olmadığı şeylerden, üçüncü olarak dünyadan ve dünyanın aldatıcı süslerinden temiz olup tamamen Allah’a yönelmek ve yüce Peygamberin sevgisine dalmamak olan şeriat ve tarikat erbabı hakkında münkirler ve inkarda diretenler ne diyebilirler? Bu konuda Kur’an-ı Kerim’den birçok ayetler ve bunu nassen ifade eden birçok hadisler bize yeterli birer şahittir.

Biz işin sonunun buna bağlı olduğu neticesine vardıktan sonra, her Müslüman’a farzı ayn derecesinde vaciptir ki bu mesleğe varmak için malı ve bedeniyle çalışsın. Bu da ancak gevşeklik kollarını sıvamak, gözler üzerindeki perdeyi kaldırmak, yükü sırtın üzerinden indirmek, azığı göğsün üzerine koymak, asayı ele almak ve ayakkabıyı giyip ülkeleri dolaşmakla olur. Böylece belki Cenab-ı Allah bizi yararlı bir panzehire rastlatır ve ondan bizi büyük bir pay elde etmeye başarılı kılar. Bu da ancak çalışmakla mümkün olabilir. O halde ey fakir ve zelil olan kul, şeriat ile amel eden, tarikat adabını bilen bir alimin eteğini tutmak suretiyle dost ve arkadaşlarla birlikte sonsuz saadete varan yolda yürümeye çalış. Belki Cenab-ı Allah biz bu tefrika ve ayrılığa düştükten sonra bir daha bizi bir araya getirip birlik içinde yaşatır. Çünkü bilgisi olan kimse ne yaparsa -özellikle eğer onun yaptığı iş şer’i muamelelerden veya tarikat adabından bir şey ise- ona yol gösteren bir mürşit lazımdır. Zira böyle durumlarda şeriat ve tarikata hizmet eden kâmil bir mürşidin varlığı vaciplerin en vacibidir. Ta ki o mürşid, dalalet girdabından selamet sahiline çıkabilmemiz için bize yol göstersin. Yoksa helak olmak göz önündedir. Cenab-ı Allah bizi doğruluktan ayrılıp helak olmaktan korusun ve iyilerin yolunda yürüterek ve ölünceye kadar tevbemiz üzerinde durmayı bize ihsan ederek üstün ve kemal sahibi kimselerle birlikte bizi yüce Peygamberin bayrağı altında toplasın, bizi ayak kaymalarından kurtararak istikamet ve doğruluğa götüren bir mürşid bize nasib eylesin. Biz de ondan güzel rayihaları koklarız ve o güzel rayıhalar kalbimize inerek onunla biz Mevla’mıza iştiyak duyarız. Nasıl ki “Mürşid yeryüzünde Allah’ın güzel rayihasıdır” denmiştir ve biz o mürşidin eli üzerine pişmanlık parmaklarıyla tevbe kapısını çalar ve dizlerimizi onun dizlerine dayatarak ve onu kendimiz, ruhlarımız ve kalplerimiz üzerine şahit kılar, onun mübarek elini tutarak sağlam bir akıl, titrek bir kalp ve doğru bir dil ile: “Tevbe ettim, dönüş yaptım benden meydana gelen o kötü ve Allah’ın rızasına uygun olmayan hareketlerden pişmanım” der ve tam bir dönüşle sadakat ayağı üzerinde ayağa kalkar, gaflet uykusundan uyanır ve kalbimizin zincirini Rabbimize olan sevgi nuruyla sallarız. Üstün bağış ve ihsan sahibi olan Rabbimiz tarafından da “Ey kapıyı çalan kimse, kendini bırakta bana doğru gel. Bizden kurtuluş isteyen kimse, sabah akşam bizi sevenlerden birinin eşiğine doğru bir niyetle mülazemet etsin” diye söylenir. Tevbe etmek isteyen kimse de bilsin ki doğru niyet, Peygamber efendimizin “niyeti güzel olan kimsenin ameli salih olur” buyurduğu vecihle tevbe edip salih amel işlemenin en üstün mertebesi ve rahmet eşiğine doğru yürümede atılan ilk adımdır.

Kulun kendisiyle Rabbi arasındaki muamelede onun emirlerine itaat etmeye ve aykırı davranışlardan sakınmaya kalben yönelmesi, kendisiyle kullar arasındaki muamelede de onlara hayrhah olması, haklarına riayet etmesi, cuma ve cemaatlere gitmek, salih kimselerin meclislerine devam ederek onlardan dini meseleleri sorup öğrenmek ve dünya işlerinde de onlara danışmak gibi vasıfları, güzel niyetli bir kimse olmasının sonucudur. Peygamber efendimiz ayrıca şunu da buyurmuştur: “Bütün ameller niyete göredir. Herkese ancak niyet ettiği şey vardır.” Yani ameliyle neyi kastetmişse ancak ona o hasıl olur. O halde niyetsiz olan bütün ameller batıldır. Niyetin yeri de kalptir. Peygamber efendimiz (Sallallahu aleyhi vessellem): “Cenab-ı Allah sizin şekil ve suretlerinize bakmaz fakat sizin kalplerinize bakar” buyurmuştur. Cenab-ı Allah’ın sadece kalplere bakmasının nedeni de kalbin niyet yeri olmasıdır. Zira kalp, bünyeyi meydana getiren bütün organlara hakimdir. Lezzet, zevk ve taat sevgisi ondan dağılır. Buda kalbe ancak doğru ve içtenlikli bir niyet ile hasıl olur. Yoksa onun diğer organlar üzerindeki hakimiyeti şer’i bir hakimiyet olmaz. Sadece mel’anet, şeytanlık ve bozgunculuk hakimiyeti olur. Peygamber efendimiz: “Bedende öyle bir et parçası vardır ki o iyi olduğu zaman bedenin diğer kısmı da iyi olur, o kötü olduğu zaman bedenin hepsi kötü olur. Bilin ki o da kalptir” buyurmuştur. Ulema da şunda müttefiktirler ki, bütün organların taati kalbin taatine bağlıdır. Nasıl ki Efendimiz ve Şeyhimiz Ali El-Ramiteni (Kuddise sırruhu) Peygamber efendimizin “ Cenab-ı Allah mümin kişinin kalbine her gün ve gecede üç yüz altmış kere bakar” hadisini yorumlarken şöyle demiştir: Kalbin üç yüz altmış menfezi vardır ve her bir organda da üç yüz altmış damar vardır. Bu damarların hepsi kalbe bitişiktir. Kalp Allah’ı anmakla etkilenerek onun nazarına layık olduğu mertebeye vardığı zaman, bu etki bütün organlara dağılarak her organ kendisine özgü bir şekilde taatle meşgul olur ve her organın taat nurundan, rahmet nazarı olan feyz kalbe vasıl olur.

Kısacası: Niyetsiz hiçbir amel kabul ile sonuçlanmaz. Örneğin: Herhangi birimiz bir ibadeti ifa ederken kalbimiz ve düşüncemiz o ibadetin tam tersiyle meşgul olursa, mesela biz namaz kılarken yahut secde veya rüku’a varırken kalbimiz ve düşüncemiz dünya sevgisiyle yahut hırsızlık veya katil veya büyük günahlardan herhangi biriyle meşgul olursa mümkün müdür ki biz bu ibadetimizden bir kazanç elde edelim? Yahut bir lezzet ve zevk alalım? Namaz gibi diğer ibadetler de öyledir. Nasıl öyle olmayacaktır? Yemin ederim ki bu şekilde ifa ettiğimiz hiçbir ibadetten kalbimize dayanılacak ve ona güvenilecek bir etki girmiyor, öyle bir ibadeti ifa etmekle etmemek arasında hiçbir fark yoktur. O halde doğru ve içtenlikli bir niyetle ifa edilmeyen bir ibadet boştur ve tamamen yararsızdır. Bu da eğer bu şekilde ifa ettiğimiz ibadet gaflet yoluyla ifa edilirse böyledir. Eğer herhangi bir ibadet gösteriş için yapılırsa o ibadet boş ve yararsız olmakla beraber o ibadeti yapan kişi Allah’a karşı asi ve büyük bir günah işlemiş olur. Niyetsiz bir ibadetten ve şer’i bir mazeret olmaksızın ibadetsiz bir niyetten Allah’a sığınırız. Rivayet olunmaktadır ki Enes Bin Malik (Radıyallahu anh) şunu demiştir. Peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi vessellem) Tebuk gazvesine çıktığı zaman buyurdu ki;

“Medine’de bazı kimseler vardır. Biz hangi vadiyi kat edersek, kafirleri öfkelendiren hangi toprağı çiğnersek, Allah yolunda bir harcamada bulunursak, yokluk, açlık çekersek onlarda Medine’de oldukları halde bunda bize ortaktırlar.”

Ashap:

– Ya Resulullah, bu nasıl olur? Onlar bizimle beraber değildirler. Dediler. Peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi vessellem)

– Mazeret onları bizimle beraber çıkmaktan alıkoydu. Bunun için onlar iyi olan niyetleriyle bize ortak oldular buyurdu.”

Kısacası: Doğru olan bir niyetle işlenmeyen bir amel eğer tamamıyla boş ve yararsız değilse de onun hükmünde olan bir ameldir. Yani ona semereli bir yarar ve değeri olan bir sonuç terettüp etmez. Bundan dolayıdır ki şeriat uleması bu konuda varid olan hadislere dayanarak niyetin vacip olduğunu ve kuldan istenen amellerin en önemlisi bulunduğuna hükmetmişlerdir. Mesela: Bir Müslüman karısını kinayet el-fazından birisiyle boşadığı zaman kadının kendisinden boşanmış olması için o lafzı söylediği zaman onu boşama niyetiyle söylemiş olması gerekir. Aksi takdirde kadın kendisinden boşanmış olmaz. İmam-ı Rabbani (Kuddise sırruhu) 186. mektubunda şöyle demiştir: “İcmalen bazıları namaza niyet ederken kalp ile kast etmekle beraber dil ile de söylemek iyi bir şeydir demişlerdir. Oysa ki ne sahih ve ne de zayıf bir rivayette niyet hakkında dil ile söylemek sabit olmamıştır. Bilakis ulema, dil ile getirilen niyeti bid’at saymış ve fakat ona iyi bid’at emişlerdir. Bana göre ise dil ile getirilen niyet zaten bid’attır ve iyi bir bid’atta değildir. Zira niyetin dil ile getirilmesi sünnet olması şöyle dursun bir farzın ifa edilmiş olmasına engel olmaktadır. Çünkü insanların çoğu kalpleriyle herhangi bir şeyi düşünmeksizin ağızlarından niyet kelimesinin çıkmasıyla yetinip kalbi gaflete hiç önem vermiyorlar. Bu ise, namazın farzlarından biri olan kalben niyet getirmenin terk edilmesine ve dolayısıyla batıl bir namazın kılınmış olmasına yol açmaktadır. Bunu böyle bil.”

Tarikat büyükleri demişler ki, niyet kelimesindeki “N, Y, H” harflerinden her biri bir şeye ve üstün bir manaya dalalet etmektedir. Yani kulun kalbinde doğru bir niyetle tevbe etme veyahut herhangi bir işi yapma isteği meydana geldiği zaman onun attığı ilk adımda ona bir nur hasıl olur. Zira niyetteki “N” harfi Allah’ın nuruna işarettir. Yani onun isteği Allah’ın nuruna yöneliktir. Kötülükler karanlığına düştüğü zaman bu onun alnında parlayan bir ışık olur. Niyetin “Y “si “yed’e” işarettir. “Yed” ise el demektir. Malumdur ki el Allah hakkında kullanıldığı zaman ondan Allah’ın irade ve kudreti, yani onun dileyiş ve gücü kasd olunur. Kul kendisinin Allah’ın irade ve kudreti altında olduğunu kesin olarak bilince ve ona yakini bir iman hasıl olunca ruhu ile hidayet yoluna uçar ve nefs-i emmareye dönüp bakmadan Allah’ın kudret ve iradesiyle hidayet yolunda yürümeye başlar. Zira niyet kelimesinin son harfi olan “ H “ hidayete işarettir. Kul böylece ve hiçbir engelle karşılaşmadan isteğine ulaşır.

Farsça bir şiirin anlamı:

Gönül senin iradenle şad olduğu sürece

bizim için bütün eşya isteğimize uygundur.

Bizim için iki cihanın menfaati gönlümüzün isteğine göredir.

Gönül hangi şeyi gösterse bizim niyetimiz de müyesser olur.

 

Söylemek istediklerimin özeti şudur ki, kişi için bütün ibadetlerinde niyet getirme zorunluluğundan kaçış ve kurtuluş yoktur. Ancak ne zaman ki manevi derecelerde en üstün bir makama sahip olur ve kesin olarak inanır ki bütün amel ve ibadetleri hatta bütün tutum ve davranışları bile Allah için olup onlarda ne şeytanın ve ne de nefsin bir payı yoktur. İşte o zaman bu kimse için niyetini doğrultmaya gerek yoktur. Zira bu kimse Allah’dan başka ne kendini ve ne de herhangi bir şeyi görmediği için niyeti zaten doğrudur. Kişi ancak ne zaman nefsinin esiri olursa, yaptığı ve amel ile ibadet sandığı her amelde – Niyet etmiş olsun olmasın – nefsin bir payı vardır. Fakat niyet etmek ona vaciptir. Ta ki niyetiyle amelini nefsinin elinden kurtarsın ve ne zaman ki nefisle ilgisini kesilip onun bağından kurtulursa ve onun yerine Hak celle ve ala ile bağlılığı hasıl olursa, işte o zaman bütün yaptıkları – niyet etsin etmesin – Allah içindir. Çünkü ancak ne için yapıldığı belli olmayan amellerde niyete ihtiyaç vardır. Ne için yapıldığı belli olan amelleri ise belli etmeye gerek yoktur.

Biz ise ey değerli kardeşlerim, özellikle bu devirde amellerinin ne için olduğu belli olmayanlardan bile değiliz ki onlardan sayılalım. Nerde kaldı ki ameli Allah için olduğu belli olanlardan olalım. Biz ancak nefsin istekleri dünya sevgisine ram olan, işi gücü dünya malını toplamak, kin, hased, riya ve benzeri gibi kötü vasıflarda birer örnek olan kimseleriz. O halde bizim için bütün fiil, amel ve ibadetlerimizde kalben niyet getirmek vaciblerin en vacibi ve önemlilerin en önemlisidir. Biz doğru ve içtenlikli niyetle çalışmalıyız ki bu kötü durumdan çıkalım ve nefislerimiz huzura ererek ve ilahi emirlere inkıyad ederek Müslümanlık ve müminlik vasıfları bizde birer hakikat olup bu vasıflarımız da riya ve taklid şaibesi bulunmasın. Namaz, oruç, hac ve benzeri ibadetlerimizle akrabalık hakkını gözetmek, sadaka vermek, misafirleri iyi ağırlamak, dost ve arkadaşlarla iyi sohbetlerde bulunmak gibi amellerimizde sırf Allah rızasını amaçlayan birer amel olsun. İşte o zaman bu amellerin her biri, – kişi niyet etsin etmesin – bizatihi bir niyet olur.

Ey kalpleri dönderen Allah’ım, kalplerimizi kendi rızan tarafına dönder ve hayatta kaldığımız sürece iyiliği bize ilham et, iyilikle hayatımızı hatmeyle. Ey Rabbimiz, geçmiş hatalarımızla bizi azarlama. Bütün işlerimizde bizi doğruluğa yönelt, bize başarı ve istikamet nasip eyle. Bizim nurumuzu bize tamamla ve bizi bağışla. Sen her şeye gücü yetensin. Bizim efendimiz ve şefaatçimiz olan Hazreti Muhammed’e onun peygamber olan bütün kardeşlerine, onun al ve ashabına, eşlerine ve dostlarına ve iş, söz ve davranışlarıyla onların izinde yürüyenlere kıyamete kadar salat ve selamını ihda eyle. Âmin Ya Rabbel Alemin.

Tevbe ve tevbe ile ilgili konular hakkındaki bahsimiz burada bitti. Çünkü bu bahis her ne kadar binlerce sahifeyi dolduracak kadar geniş ve kalbi Allah korkusuyla titreyen kimselerin onu okumaktan doyamayacağı derecede lüzumlu ise de daha da uzatacak olursak bazı arkadaşlara belki usanç verir korkusuyla sözümüzü – her ne kadar hepsi hadd-i zatında birbirine bağlı ise de- Allah izin verirse bir başka bahse aktaracağız. Hepsi birbirine bağlıdır dedik. Çünkü hepsi Cenab-ı Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de şiddetini anlattığı kıyamet gününün korkusundan kurtarmak için aynı uyarıyı yapmaktadırlar. Cenab-ı Allah mealen şöyle buyurmaktadır:

 

 

يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْۚ اِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَيْءٌ عَظٖيمٌ

يَوْمَ تَرَوْنَهَا تَذْهَلُ كُلُّ مُرْضِعَةٍ عَمَّٓا اَرْضَعَتْ وَتَضَعُ كُلُّ ذَاتِ حَمْلٍ حَمْلَهَا وَتَرَى النَّاسَ سُكَارٰى وَمَا هُمْ بِسُكَارٰى وَلٰكِنَّ عَذَابَ اللّٰهِ شَدٖيدٌ

 

“Ey insanlar, Allah’dan korkun. Çünkü kıyamet gününün sarsıntısı büyük bir şeydir. Onu gördüğünüz gün her emziren, emzirdiğini unutur, her gebe yükünü düşürür ve insanları sarhoş görürsün. Oysa sarhoş değillerdir. Ama Allah’ın azabı şiddetlidir.” Hac suresi 1, 2

 

Bak aziz kardeşim, hangi korku bu korkudan daha büyüktür ve hangi bela bu beladan daha büyüktür? O bela ki emziren kadına memesi ağzında olan çocuğunu unutturur. Oysa çocuk sevgisi ve özellikle emzikli olan çocuğa duyulan acıma hissi bütün annelerce bilindiği üzere anne ve babasının ruhuna işlemiştir. Hatta bazı vakitlerde ifrat derecesindeki sevgiden dolayı emziren anne çocuğunu göğsüne o kadar kuvvetle bastırır ki kaburga kemiğinin kırılmasından bile korkulur. Abese suresinde de şöyle buyruluyor:

 

يَوْمَ يَفِرُّ الْمَرْءُ مِنْ اَخٖيهِۙ

وَاُمِّهٖ وَاَبٖيهِۙ

وَصَاحِبَتِهٖ وَبَنٖيهِؕ

لِكُلِّ امْرِئٍ مِنْهُمْ يَوْمَئِذٍ شَأْنٌ يُغْنٖيهِؕ

“O gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve oğullarından kaçar. O gün onlardan her birinin kendisine yeter derecede işi vardır” Ayet:34-35-36-37

 

Aziz kardeş, bu ağır tasvire tekrar tekrar bak. Her bakışta çok acayip bir manzara ile karşılaşacaksın. Göreceksin ki kişi sevdikleri içerisinde en sevdiği kimselerden kaçarak onları birer birer atar. Kişinin başına gelen bela ve sıkıntı şiddetlendikçe yakınlarını kendisine yakınlıkları derecesine göre sıralayarak önce kardeşinden, sonra annesinden, sonra babasından, sonra eşinden ve sonra oğullarından kaçar ki bunlardan kaçıp ayrılmak insan yaradılışına göre en zor olan bir şeydir. Kur’an-ı Kerim’de bu ayetlere benzeyen ayetler daha çoktur. Örneğin birinde:

 

اِنَّٓا اَنْذَرْنَاكُمْ عَذَاباً قَرٖيباًۚ يَوْمَ يَنْظُرُ الْمَرْءُ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُ وَيَقُولُ الْكَافِرُ يَا لَيْتَنٖي كُنْتُ تُرَاباً

“O gün kişi ellerinin yapıp öne sürdüğü işlere bakar ve kafir de “keşke ben toprak olsaydım” der.” Nebe 40

 

Bir başkasında da:

حَقٌّ فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَاࣖ وَلَا يَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ

 

“Ey insanlar Rabbinizden korkun ve öyle bir günden çekinin ki hiçbir baba çocuğunun yerine ceza görmeyecek ve hiçbir çocuk babası yerine ceza gören olmayacaktır.” Lokman suresi 33

 

Tevbe de Cenab-ı Hak Celle ve Ala’nın üstünlük, adalet ve şeref kürsüsü üzerinde tecelli ettiği, kutsal meleklerden emrini yerine getirmede kendisine yakın olanların emrini bekledikleri, bütün peygamberlerin bütün ashabın, evliyanın, ulemanın, canlarını Allah’ın kelimesini yükseltmek için feda edenlerin bu kürsünün etrafında saf bağlayıp ayakta durdukları ve Allah’ın emrini bekledikleri sırada geçiş iznini taşıyan bir pasaporttan başka bir şey değildir. Bütün halk da ikiye ayrılır. Bir kısmı sağ tarafta, bir kısmı sol tarafta yer alırlar. Biz asıl sağlam koyunları hasta olanlardan ayırıyorsak melekler de onları birbirinden ayırıyorlar. Cenab-ı Allah sağ yanda duranlara: “Ey mutlu olan kulları, varlıkları yaratmaya başladığım zamandan beri size hazırladığım köşklerde yerleşmeye girin, orada yiyin, için ve etraflarındaki çaylarda, bağ ve bahçelerde dolaşıp seyran edin ve böylece sonsuza dek yaşayın. Zira geçmişte siz bana büyük hizmetlerde bulundunuz. Ben aç idim siz beni doyurdunuz. Ben susuzdum siz bana su verdiniz. Ben hasta idim siz beni sordunuz” diye hitap eder. Sağ yandaki mutlu kesim de: “Ey Rabbimiz, biz ne zaman seni aç gördük de doyurduk? Ne zaman seni susuz gördük de sana su verdik? Ne zaman seni hasta gördük de seni sorduk? Diye cevap verirler. Cenab-ı Allah: “Sizin benim emirlerimi yerine getirmeniz açlık ve susuzluğumu gidermekti. Sizin Peygamberimin arkasında yürümeniz de ve yanık bir kalp ve pişmanlıkla tevbeye koşmanız da benim halimi sormaktır.” der ve nimet dolu yurtlarına gitmeleri için pasaportlarının kendilerine dağıtılmasını emreder. Melekler de Allah’ın emriyle pasaportları açarak herkese pasaportunu teker teker sağ taraftan ve sağ eline uzatırlar. İşte defteri sağ elinden verilen:

 

فَاَمَّا مَنْ اُو۫تِيَ كِتَابَهُ بِيَمٖينِهٖ فَيَقُولُ هَٓاؤُ۬مُ اقْرَؤُ۫ا كِتَابِيَهْۚ

اِنّٖي ظَنَنْتُ اَنّٖي مُلَاقٍ حِسَابِيَهْۚ

فَهُوَ فٖي عٖيشَةٍ رَاضِيَةٍۙ

فٖي جَنَّةٍ عَالِيَةٍۙ

قُطُوفُهَا دَانِيَةٌ

كُلُوا وَاشْرَبُوا هَنٖٓيـٔاً بِمَٓا اَسْلَفْتُمْ فِي الْاَيَّامِ الْخَالِيَةِ

 

“Alın defterimi okuyun. Ben hesabımla karşılaşacağımı sezmiştim zaten” der. “İşte o sevindirici bir hayat içindedir. Meyvaları yakın yüksek bir bahçededir. Onlara geçmiş günlerde yaptığınız işlerden ötürü afiyetle yiyin, için” denir. (Hâkka Suresi- 19-24) mealindeki ayetler bu manzarayı canlandırmaktadır. Cenab-ı Allah sonra sol yandakilere: “Ey lanete müstehak olan güruh, buradan uzaklaşıp size ve sizin izinizde yürüyenlere hazırlanmış o ebedi cezaevi olan cehenneme gidin. Çünkü siz iblis ile yardımcılarının emrini benimle sevdiklerimin emrinden üstün tuttunuz. Ben aç idim beni doyurmadınız. Ben susuzdum siz bana su vermediniz. Ben hasta isim siz beni sormadınız” diye azarlar. O zaman onlar köpekler gibi havlayarak “Biz ne zaman seni aç yahut susuz veya hasta gördük de gereğini yapmadık? Derler. Onlara: “Sizin gereğini yapmayışınız benim emirlerime itaat etmemenizdir.” diye bir nida gelir ve meleklere “Haydi onlarında pasaportlarını birer birer sol ellerine vererek onları cehenneme sürün” diye emredilir. İşte

وَاَمَّا مَنْ اُو۫تِيَ كِتَابَهُ بِشِمَالِهٖ فَيَقُولُ يَا لَيْتَنٖي لَمْ اُو۫تَ كِتَابِيَهْۚ

وَلَمْ اَدْرِ مَا حِسَابِيَهْۚ

يَا لَيْتَهَا كَانَتِ الْقَاضِيَةَۚ

مَٓا اَغْنٰى عَنّٖي مَالِيَهْۚ

هَلَكَ عَنّٖي سُلْطَانِيَهْۚ

 

“İşte amel defteri sol yanından kendisine verilen ise derki keşke bana defterim verilmeseydi. Şu hesabımı hiç görmemiş olsaydım. Keşke ölüm işimi bitirmiş olsaydı. Malım bana hiç yarar sağlamadı. Gücüm benden yok olup gitti” (Hâkka Suresi 25-29) mealindeki ayetlerde bu hazin manzarayı gözler önüne sermektedir. Her iki tarafın amel defterleri de defter kime aitse onun adı ile bütün amelleri onda yazılıdır. Herkes okur-yazar olsun olmasın Allah’ın kendisine bildirmesiyle kendi defterini okur. Kişi hangi sınıf insanlardan ise defteri üzerinde o sınıftan olduğu, örneğin: Bu adam peygamberlerdendir, bu adam şehitlerdendir, bu adam Allah’a yakın dostlarındandır, bu adam zulme uğramışlardandır, bu adam şudur, bu adam budur diye yazılıdır. Sol yandaki olan gurubun amel defterleri de keza defter kime aitse, onda onun adı, amelleri ve hangi sınıftan olduğu, örneğin: bu adam inançsızlardandır, bu adam münafıklardandır, bu adam katillerdendir, bu adam zanilerdendir, bu adam içkicilerdendir, bu adam hırsızlardandır, bu adam zalimlerdendir, bu adam Müslüman kardeşinin hukukuna tecavüz edenlerdendir, bu adam şunlardandır, bu adam bunlardandır diye yazılıdır. Herkes kendi defterini okuyup içindeki bilgilere sahip olduktan sonra

 

وَيَوْمَ يَعَضُّ الظَّالِمُ عَلٰى يَدَيْهِ يَقُولُ يَا لَيْتَنِي اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَبٖيلاً

 

“El ve parmaklarını ısırıp keşke ben Peygamberle beraber bir yol edineydim der.” (Furkan 27) mealindeki ayet-i kerimede de buyrulduğu üzere zulüm ve haksızlık eden kimse el ve parmaklarını dişleyip ve köpek gibi havlayıp pişmanlığını haykırır.

 

Ey değerli dostlarım, bu konuda söylediklerime burada son verirken bir daha tekrar edeyim ki bütün günah ve masiyetlerden tevbe etmek herkes için vacip hatta farz-ı ayn olup hiç kimsenin ondan müstesna olması mümkün değildir. Hatta peygamberler bile kendilerini bu vecibenin dışında görmeyerek devamlı istiğfar edip takva vera’dan ayrılmamışlardır. Tevbeye acele etmek de önemlilerin en önemlisidir. Peygamber efendimiz (Salllalahu aleyhi vessellem): “Tevbe etmeyi erteleyip biz sonra tevbe edeceğiz diyenler helaktadırlar” buyurmuştur. Ulema ve meşayihten birçokları da: “Kalbinde tevbe etme arzusu meydana geldiği halde tevbe etmeyip akşam ben sabah tevbe edeceğim sabah olunca da ben akşam tevbe edeceğim diyen kimsenin isyankarlığı artmaktadır.” demişlerdir. Bunun için eğer kişiye bütün günahlardan yani hem Allah’a hem kullara ait haklardan tevbe ederek takva ve vera yoluna girmek müyesser olursa bu kendisi için büyük bir nimet ve devlettir. Ondan üstün ne maddi ne de manevi bir devlet yoktur.  Günahların bir kısmından da tevbe etmek bir ganimettir. Olabilir ki günahlarından tevbe ettiği kısmın bereket ve nurunu Cenab-ı Allah günahlarından diğer kısmına da yansıtır da diğer günahlarından da tevbe etmeyi ona müyesser kılar. Zira hepsi yapılamayan bir şeyin hepsi bırakılmaz. Allah’ım, sen bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi saptırma. Bizi hoşnutluğunu kazanmada başarılı kıl. Bizi dininde, sana itaat etmede, Peygamberine uymada, Peygamberinin kendisine varis kıldığı zümrenin izinde yürümede sabit kıl.

Aziz kardeşler, ilimde mahir ve rüsuh sahibi olan, şeriat ve tarikat ilimleriyle gerektiği gibi amel eden büyüklerimizin ve şeyhlerimizin Kur’an ayetleriyle yüce Peygamberimizin hadislerinden çıkararak nurlu kalpleriyle hükmettikleri vecihle edilen tevbenin kabul edilmiş olmasının belirtileri şunlardır:

1- Kötü arkadaşları bırakıp onlardan kaçmak, yalnızlık ve inzivaya çekilmeyi sevmek.

2- Gereği olmayan şeylerde az konuşmak ve organları hoşa gitmeyen ve şeriatla tarikatın uygun bulmadığı hareketlerden sakınmak.

3- Farzları kaza etmek ve haksızlıkla alınan şeyleri geri vermekle beraber farz olsun, sünnet olsun çokça ibadet etmek.

4- Aziz olan ömrünün şeriate olsun, tarikata olsun aykırı düşen hareketlerde geçmesinden ve geçmişte işlenen kusurlardan ötürü büyük ölçüde pişmanlık ve üzüntü duymak.

5- Mümkün olduğu kadar tenha yerlerde ağlamak ve günahlarının affı için gece gündüz Allah’a yalvarıp yakarmak.

6- Dili gıybetten korumak ve hoşa gitmeyen alayvari sözlerden kaçınmak. Zira böyle sözleri sarf etmekle kalpte katılık meydana gelir.

7- Komşusu, yakınları ve Müslüman kardeşleri hakkında kötü zandan kaçınmak ve gözü namahremden, kalp gözünü kötü düşüncelerden yummak.

8- Kötülüğü emreden nefsini beğenip onunla övünmemesi için ettiği tevbenin Allah tarafından kendisine edilen bir iyilik olduğuna hem dili hem kalbi ile şükretmek.

9- Malını eğlence ve oyuyn gibi boş ve anlamsız şeylerde değil dinin emrettiği yollarda harcamak.

10- Mümkün olduğu kadar inanarak ve kalbi bir istekle sünnet ve cemaatlere devam etmek.

 

İşte bu şeyleri yerine getirmek ve verilen söze bağlı kalmak ancak mümin olan kişinin karıdır. Ta ki huzur vaktinde ona: “Bu emin bir kuldur, her emaneti koruyandır, verdiği her sözü yerine getiren ve her va’de bağlıdır. Onu adi ve fani olan dünya hapsinden altında ırmaklar akan, içinde ebedi kalınan, ne ölüm, ne boğulma, ne yanma bulunmayan ve kerem ile merhamet sahibi olan Rabbin idaresi altındaki cennetlere getirin” densin. O cennetler ki onlardakilere “Siz bunları dünyada çalışmanızla kazanmış bulunuyorsunuz” denir.

Aziz dostlar, İslam dini bu devirde acayip bir şekilde yabancılaşarak hiçbir emri bilinmez bir hale gelmiştir. Bunun için bu devirde kişinin tevbe ve doğru bir niyetle ömründen bir lahza onu ve onun adap ve kurallarını güçlendirmesi, geçmiş zamanlarda ömrün birkaç yılına bedeldir. Ne mutlu o kimseye ki İslam dinini güçlendirmeye çalışmak olan bu büyük devletle şereflenir. Zira İslamiyet, din ve şeriatı güçlendirmek her ne kadar, her zaman ve herke için mergup ve güzel bir hizmet ise de onu bu devirde güçlendirmek, güzel göstermek ve revaç kazandırmak istenen hizmetlerin en önemlisidir. Nitekim Peygamber efendimiz bir gün ashabına: “Siz öyle bir zamandasınız ki kim kendisine emredilen bir şeyin onda birini yapmazsa helak olur. Sonra öyle bir zaman gelir ki kim kendisine emredilen şeyin onda birini yaparsa kurtulur.” buyurmuştur. İşite Peygamber efendimizin haber verdiği o zaman bu zamandır. Malumdur ki bu zaman ancak gaflet zamanıdır. İman ışığı karanlıkta bir zerredir ve az kalmıştır ki hidayet güneşi karanlık mağarasında dalalet vadisinin dibinde tamamıyla batsın. Herkesin, dini arkasına atarak, ona hiç önem vermemesi bunun herkesçe görülen bir belirtisidir. Zira bu zamanın insanlarından birçoğu ya dünyanın hastasıdır ya bir dava ile uğraşmaktadır ya nefs-i emmarenin istekleriyle müpteladır, ya hayvani arzu ve kötü davranışlara dalmıştır. Ömürlerini ehli sünnet vel cemaat inançlarına aykırı görüşleri savunmada harcarlar. Bundan ötürü bize -özellikle bu zamanda- din bilgisine varis olan ilim adamlarına arkadaşlık yapmak gerekir. Ta ki Peygamber efendimizin mutaabati ile hasıl olan ilahi ilimler bizde hasıl olsun. Şayet onlardan birinin arkadaşlığı bize müyesser olmazsa o zaman tam bir istek ve sevgiyle, onların âdâbıyla edeplenmiş birine arkadaşlık yapmak gerekir. O zaman “Biz onlardan birine rastlayamayız” denemez. Nasıl ki bu söz sıradan olan kimselerin ağzında nakışlı olup onu meclis ve toplantı yerlerinde söylerler. Oysa ki dünya dükkânı, kalbi şer’i bilgilerle doymuş, ruhları terbiye memesiyle emzirilmiş ve tarikat âdâbıyla nakışlanmış olan kalp ehlinden hiçbir zaman boş değildir. O kalp ehli ki Cenab-ı Hak onların hakkında:

 

اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰٓؤُ۬اؕ

 

“Kullarımdan ancak bilginler Allah’dan korkar” (Fatır 28) buyurmuştur. Cenab-ı Hak bir başka ayette de onlar hakkında:

اُو۬لٰٓئِكَ هُمْ خَيْرُ الْبَرِيَّةِؕ

 

“Onlar halkın en iyileridir.” (Beyyine 7) buyurmuştur. Bu iki ayet ifade ederler ki Allah’dan korkanlar ancak alimlerdir ve halkın en iyileri de Allah’dan korkanlardır. Bunun neticesi de şudur ki halkın en iyileri alimlerdir. Peygamber efendimiz de onlar hakkında “Alimler peygamberlerin varisleridir” buyurmuştur. Malumdur ki peygamberler miras olarak altın ve gümüş bırakmamışlardır. Onların bıraktığı miras ancak ilimdir. Bu mirası alanlarda en büyük paya sahip olmuşlardır. Peygamber efendimiz şunu da buyurmuştur. “Kim bir alimin arkasında namaz kılarsa bir peygamberin arkasında namaz kılmış gibi olur. Kim bir peygamberin arkasında namaz kılarsa günahları bağışlanmış olur”

Tabiinlerin büyüklerinden Eba Müslüm-i Havlani de: “Yeryüzünde alimler gökyüzündeki yıldızlar gibidir. Yıldızlar halka göründükleri zaman halk onlarla yollarını bulur. Görünmedikleri zaman ise halk şaşırıp kalır” demiştir. Süfyan Bin Üyeyne de: Allah katında derece bakımından insanların en üstünü Allah ile kulları arasında olanlardır ki bunlar da peygamberler ile alimlerdir.” demiştir. Sehl Bin Abdullah’ta: “Kim peygamberlerin meclisine bakmak isterse alimlerin meclisine baksın. İşte alimlere o gözle bakın.” demiştir. İmam-ı Şafii de: (Allah kendisinden ve bütün alimlerden razı olsun)” Eğer fıkhı bilen ve bilgileriyle amel eden kimseler veli değilse Allah’ın velisi yoktur” demiştir.

Aziz kardeşlerim, bilinmelidir ki kendileriyle oturup kalkmak, edepleriyle edeplenmek istenen alimlerden maksat ancak alimiyle amel eden, şeriatın köküne yapışan, tarikat erbabının ahlakıyla ahlaklanan, amel ve takvada birer örnek olan, ilimleriyle yalınız Allah rızasını ve cenneterde ona yakın olmayı kazanmak isteyen kimselerdir. İlim ve tarikatı kötü niyetlerine vesile kılan, mevki sahibi olmak, ya da zengin ve fakirlerden mal toplamak yahut etba ve müritleri çoğaltmak ve benzeri gayeleri güden kimseler değildir. Tirmizi’nin rivayetine göre Peygamber efendimiz (Sallallahu aleyhi vessellem): “Kim ki cahillerle münazara etmek yahut ilminin çokluğuyla gösteriş yapmak yahut halkın gözünü kendine çevirmek için ilmi ararsa Allah onu ateşe atar” buyurmuştur. Rivayet olunduğuna göre Bişr-i Hafi de şunu demiştir: “Cenab-ı Allah Davud Aleyhisselama “Benimle kendin arasında fitneci bir alimi aracı yapma ki hilesiyle seni benim sevgimden alıkoymasın. Onlar kullarım için yol kesicidirler” diye tavsiyede bulunmuştur.

 

Malumdur ki peygamberler azgınların ve şeriatla hakikatı tanımayanların sözlerine kanmaz ve aldatılmazlar. Fakat Cenab-ı Allah’ın Davud’a (Aleyhisselam) olan bu tavsiyesi peygamberlerin etba’ına bir ders olsun diye yapılmıştır ki akıllarının ipini kendilerini çaresi bulunmayan bir belaya çeken kimsenin eline vermesinler. Çaresi bulunmayan bir beladan ve üzerinde durulmayan bir tevbeden Allah’a sığınırız.

Kısacası: Ne mutlu o kimseye ki tevbesi üzerinde titizlikle ve günahlara aykırı davranışlardan korunarak duru ve kalbinden dünya sevgisini atarak bu geçici olan evden ebedi olan eve nasuh bir tevbe ile intikal eder. Nasıl ki: “Kim ahiret için dünyayı terk ederse ikisini kazanır ve kim ki dünya için ahireti terk ederse ikisini de yitirir.” denmiştir. Çünkü dünya alçaktır. Ahiret ise üstün ve şerefli olduğu içi birbirine zıttır. Birbirine zıt olan iki şey ise arif olan tevbe edenin kalbinde bir arada bulunmaz. Ey Rabbimiz, bize katından bir rahmet ver ve bize kurtuluş hazırla. Allah’ım tevbemizi kabul buyur. Bizi bağışla. Bize merhamet et. Şüphe yoktur ki tevbeleri kabul buyurarak bağışlayan ve sonsuz merhamet ve kerem sahibi olan ancak sensin.

Yüce ve üstün merhamet sahibi olan Allah’dan, ihlaslı Müslüman kardeşlerimizle birlikte bizi ilmiyle amel eden salih alimlerin zümresinde ve peygamberin yüksek bayrağı altında toplamasını bu kısa risale ile bizi menfaatlandırarak onu aleyhimizde bir hüccet ve vebal değil, onun vesilesiyle bize makbul bir tevbe nasip etmesini, yaptıklarımıza aykırı olan dediklerimizi ve dediklerimize aykırı olan yaptıklarımızı ve diğer davranış, tutum ve isteklerimizi bağışlamasını, marifetinin nuru ile kalplerimizi nurlandırmasını, kendisini anmamız, O’na şükretmemiz ve O’na güzel bir kulluk yapmamız için bize yardımcı olmasını kendi fazlından bize bağışta bulunmasını dilerim. Âmin ve bu duamıza âmin diyen kimselerden de razı olmasını dilerim.

Aciz ve fakir bir kul olan, Şeyh Takıyeddin’in oğlu Muhammed Hafid tarafından kaleme alınan bu risale cumartesi gecesi miladi 1982 ve hicri 1402 senesi mayısından 8 gün geçe Hazreti Sani lakabıyla meşhur olan dedesi Şeyh Muhammed Dıyaüddin’in (Kuddise sırruhu) evinde, Allah’ın büyük lütuf ve keremiyle tamamlanmış oldu.

Başlangıcında da bitiminde de Allah’a hamd ve senalar olsun ve Cenab-ı Allah kâinatın efendisi olan yüce peygamberi ile onun üstün ve şerefli âl ve ashabına salat ve selamlarını ihda buyursun.

 

MÜNACAT

 

Allah’ım, kalbimden geçen veya dilimle telafuz edilen ne varsa eğer hakikate uygun ise senin keşif ve ilhamının semeresi ve in’amının neticesidir. Bütün şükrünü eda etmek için bana fırsat ver. Eğer yalan ve fesat kabilinden ise benim ehliyet ve kabiliyetimin eksikliğindendir. Beni bağışlamakla bana ihsan da bulun. Allah’ım kendi zatının ahadiyeti hakkı için benim kalbimi masiva ile mukayyed olmaktan serbest kıl. Benim ve dostlarımın vakitlerini sağlam bir niyetle yapılan tevbe-i nasuha başarılı kıl ve kendi zatının ve habibinin şühudi ve istiğraki sohbetine gark eyle. Allah’ım, kendi büyüklüğünün hakkı için ki senin büyüklüğünden bir tanesi de mermer taşından Zirnaçur’un aşağısından akan bu büyük nehirdir. Allah’ım bizim ve bütün dostlarımızın akibetini sorumluluk endişesinden koru ve ömrümüzün sonunu hasret ve pişmanlık şaibesinden muhafaza eyle. Henüz bir nefesimiz varken kendi ihsan ve kereminle bizimle hemnefes ol. Son nefesimiz bizden ayrılınca da lütuf ve inayetinle imdadımıza yetiş ve bu büyük nehirin hakkı için bu çaresiz ve fakir olan kuluna yardımcı ol. Bu münacat ve yakarışımı bu büyük nehrin yanında kendi büyük üstadımdan istimdat ettikten sonra yazdım ve söyledim. Bu güzel nehir, kokusu çok güzel bir yerden akmaktadır. Sanki bu cazibedarlığı nakşibendi tarikatının nisbetinden almıştır. Nasıl ki büyük üstadımız ve şeyhimiz (Kuddise sırruhu): “Zirnaçur nakşibendi nisbetinin aktığı yerdir. Çünkü Hazreti Şeyh Muhammed Dıyaüddin zamanında burada çok nispet vardı. Hakiki muhabbet ve cezbeler akıl ile ölçülemeyecek derecede yaygındı” demiştir. Burası dışta çok tabakalı, içte de son derece geniştir. Bu nehir kenarında hemnüşinim üstadım Muhammed Mazhar idi.

 

Sayısız öğüt ve uyarıları ile büyük ölçüde değer kazanarak çağımızın Müslümanlarına lüzumlu hale gelen bu tevbe risalesini yazan ve fakat arapça olduğu için gerektiği kadar okuyucusunun bulunmayacağı düşüncesi ile onu Türkçeye çevirmeyi bana teklif eden Şeyh Muhammed Hafid’in bu teklifi ile belki bende risaleyi okuyacak olanlar tarafından rahmetle yad olunurum diye ümide düşerek bana bu teklifi yaptığı için teşekkür eder ve ona uzun ömürlerle üstün ecirler ihsan etmesini yüce Allah’dan niyaz ederim. 11.06.1995

 

Ahmet MEYLANİ

Emekli Müftü