Mevlânâ Hâce er-Râmîtenî (Kuddise Sirruh)

Boyu mevzun, yüzü güzeldi. Azaları arasında tam bir tenasüh vardı. Fakrı iltizam etmiş bir dokumacıydı (Nessâc). Avam-ı nas ile ülfeti severdi. Nakşiliğin Hâcegân yolunda “Azizan” diye anılırdı. Kerâmât ve makamât sahibi bir veliyy-i kâmildi.

Altın silsilenin onüçüncü halkası “Azîzan” lakabıyla anılan Ali Ramîtenî, Mahmûd Fağnevî’nin ikinci halîfesi. Hâcegân yolunu Şah-ı Nakşbend hazretlerine taşıyan kolbaşı. Râmîten’de doğdu. Râmîten, Buhara’ya iki fersah (yaklaşık onbir km.) mesafede büyükçe bir kasaba. Hoca Ali burada yetişti. Devri ulemasından okudu. Maişetini dokumacılıkla kazanırdı. Şeyh Rükneddin Alâüddevle Simnanî ve Ahmed Yesevi soyundan Seyyid Atâ ile çağdaş. Mahmûd Fağnevî’yi tanıdıktan sonra, ona teslim oldu. Nefehât ve Reşehât, ikisi arasında geçen bazı olayları, menkıbe olarak nakletmektedir.

Fağnevî vefatı sırasında emaneti Râmîtenî’ye vererek ihvanını ona ısmarladı. Ramîtenî’ nin uzun bir ömür sürdüğü ve pek çok müridinin bulunduğu rivayet edilir. Vefatı 721/1321 yılıdır. Kabri Harezm’dedir.

Cami, Nefehât’ında Mevlana Celâleddin Rumî’nin bir gazelinde nessâc; yâni dokumacı diye Ali Ramîtenî’den bahsettiğini söylüyorsa da bu olay, tarihen pek mümkün görülmemektedir. Çünkü Mevlana (ö. 673/1273) Ramîtenî’ den (ö.721 /1321) yaklaşık kırk yıl önce vefat etmiştir. Reşehat tercemesinde Nefehât müellifi Cami, Alî Ramîtenî’nin oğlu olarak gösterilmişse de yanlıştır, (bk. s. 43)

Kabri Harezm’de bulunan Ramîtenî’nin Harezm şahı ile de iyi münasebetler içinde olduğu rivayet edilir. Olay şöyle gerçekleşir: Ramîtenî, aldığı manevî bir işaret üzerine Harezm diyarına hicrete karar verir. Harezm şehrinin kapısına gelince şehre girip ikamet etmek üzere şahtan izin almak için iki müridinî gönderir ve onlara der ki: “Varın gidin şaha. Kapınıza fakir bir dokumacı geldi ve şehrinize girip ikamet etmek üzere sizden izin istiyor. İzniniz olursa girecek, değilse geri dönecek. İzin verirseniz, buna dair bir ferman veya vesika taleb ediyor” deyin.

Dervişler, Ramîtenî’nin emrini ayniyle yerine getirdiler. Böyle bir teklife alışık olmayan şah, önce şaşırdı. Sonra da istenilen imzalı mühürlü vesikayı verdi. Dervişler şahın fermanını şeyhe getirince, o Harezm’e girdi ve şehrin kenar mahallesinde bir eve yerleşti.

Şeyh şehre yerleştikten sonra her sabah şehrin çarşısına ve ırgat pazarına gidip birkaç amele tuturak onlara: “Sizin işiniz hemen abdest alıp ikindi vaktine kadar burada bizim sohbetimizde bulunmak. Giderken de ücretlerinizi almak.” diyor. Tabiî bu durum işçilerin canına minnet. Sevinerek sohbete katılıyorlar. Sohbete bir giren bir daha ayrılamıyor. Gün geçtikçe sayıları artan dervişleri, artık şeyhin evi almaz oluyor. Şöhreti bütün Harezm’de yayılıp çevresi sevenlerle dolup taşınca bazı hasedçiler, şeyhi şaha gammazlıyorlar. “Böyle giderse bu şeyh, yakında şah olacak ve saltanatınız elden gidecek” diyorlar. Harezmşâh, Ramîtenî’ye “Derhal Harezm’i terketmesini” ferman ediyor. Râmîtenî “Bizim elimizde bizzat kendilerinin imza ve mührü bulunan ve şehirde ikametimize izin veren bir belge var. Eğer şah imza ve mührünü inkâr ediyorsa, o zaman şehri terkedelim.” deyince şah, imzasını reddetme küçüklüğüne düşmeden şeyhin yanına geliyor.

Şeyhte gördüğü mehabet karşısında ona kapılanıp bağlıları safına katılıyor.

Simnâni İle

Ramîtenî’nin Alaüddevle Simnanî ile görüşüp mektuplaştıklarını belirten Reşehât müellifi, Simnânî’nin ona elçi gönderip üç soru sorduğunu, onun da şu cevabı verdiğini anlatmaktadır:

Soru: l) Siz de, biz de gelen geçen herkese hizmet eden kimseleriz. Siz halka ikramda tekellüfe kaçmadan elinizde olanla iktifa ediyorsunuz. Biz ise, özen gösterip tekellüfe kaçarız. Buna rağmen halk sizi bizden daha çok sevmektedir. Bunun sebebi nedir?

Cevap:1) Minnetle hizmet eden pek çoktur. Hizmeti minnet bilenlerse azdır. Siz hizmette bulunma fırsatını ele geçirmiş olmayı minnet bilir ve hizmet ettiklerinize minnettar kalırsanız herkes sizden memnun kalır, şikayetçiniz azalır.

Soru: 2) Duyduğuma göre sizin terbiyeniz Hızır’dan imiş? Bu nasıl oluyor anlatır mısınız?

Cevap 2) Allah’ın öyle aşık kulları var ki, Hızır onlara aşıktır.

Soru: 3) Duyduk ki siz hafi zikri bırakmış, cehri zikirle meşgul oluyormuşsunuz? Bunun sebebi nedir?

Cevap: 3) Biz de duyduk ki, siz de hafi zikirle uğraşıyormuşsunuz. Madem ki duyduk, öyleyse sizinki de hafi değil. Çünkü hafi zikirden murad, kimsenin duymamasıdır. İkisi de duyulduğuna ve bilindiğine göre cehri ile hafi, müsavi hale gelmiş sayılır. Belki bu safhada hafi zikir, cehriden daha riyaya yakındır.

Cehri Zikir

Bir başka seferinde cehri zikirle meşgul oluşunun sebebini şöyle açıkladı: “Hz. Peygamber (s.a.) insana hâlet-i nez” denilen son nefesinde, yüksek sesle tevhid kelimesini telkin etmeyi emretmektedir. Tasavvuf, her nefesi son nefes bilmektir. Bu yüzden cehri zikirle meşguliyette bir mahzûr yoktur. Hatta belki böylesi daha efdaldir.

Bedreddin Meydani bir gün sordu:

– “Allah’ı çok çok anın” (el-Ahzab, 33/41) ayetiyle emredilen zikir, cehri midir? Yoksa hafi midir? O şu karşılığı verdi:

Mübtedîler için cehri, müntehiler için hafi. Başlangıçta dille, nihayette gönülle.

İman nedir?

İmanı bir heyecan ve duygu olayı olarak görürdü. Nitekim kendisine “İman nedir?” diye soranlara: “İman üzülüp ulaşmaktır. Masivadan üzülmek, Hakk’a ulaşmak.”

Hâcegân yolunun tasavvufta “mezlaka-i akdâm” denilen ayakların kaydığı merhaleyi kolaylıkla atlatan ve vahdet-i vücûd mestliği yerine, vahdet-i şühûd sahvını tattıran bir tarik olduğunu şöyle anlatırdı:

“Eğer Hallac-ı Mansur, Abdülhalîk Gucdüvânî döneminde yaşasa veya onun çağında Gucdüvani’nin halifelerinden birisi bulunsa, Hallaç daracağına çekilmezdi. Terbiye edilir, bulunduğu makamdan ileriye geçirilirdi.

Vera’:

Mutasavvıfların “ağza giren ve çıkanın Allah ve Rasûlünün rızasına uygun olmasına dikkat etmek” diye tarif ettikleri vera’da titizlik gösterir ve: “iki yerde dikkatli olun; yemek yerken ağzınıza girene, konuşurken ağzınızdan çıkana”

Nasûh Tevbesi:

“Allah’a nasûh tevbesiyle tevbe ediniz” (et-Tahrim, 66/8) mealindeki ayette hem işaret, hem de beşaret vardır, derdi. İşaret tevbeye, beşaret de kabul olunacağınadır. Çünkü kabul olunmayacak olsa emrolunmazdı.

O, amele güvenmeyi de asla makbul saymazdı. Derdi ki: Amele bağlanmalı ve onu güzelce yerine getirmeli. Ancak kendini de, amelini de noksan bilmeli ve yine amele sarılmalıdır.

Halkın terbiyesiyle meşgul olan kimselerin aslan eğiticisi gibi, eğittiğinin kabiliyet ve zaaflarını iyi bilmesi gerektiğini anlatırdı. Nasıl aslan eğiticisi, eğittiği hayvanın özelliklerini bilerek hareket ediyorsa, mürşid de öyle yapmalıydı. Değilse başarılı olamazdı.

Bir başka defasında mürşidi, kuş eğiticisine benzeterek şöyle konuşmuştu: “Eğiticinin kuşun kursağına ne kadar yem gideceğini bilmesi gerekir. Ona fazla ve eksik yem verilirse zararlı olur. Mürşid de müridini kabiliyeti kadar zikir ve riyazata yönlendirmeli eksik ve fazla değil.” Çünkü azı yetmez, fazlasını da mürid kaldıramaz.

Hakk’a varmanın yolunun bir gönle girmekten geçtiğini bilirdi. Derdi ki: Müridin vuslatı için çok riyazat ve meşakkat gerek. Vuslat için bir yol daha vardır ki, ruhu daha çabuk ve daha doğru erdiricidir. O da:

“Kendini Allah’a vermiş bir gönle girmek.” Çünkü böylelerinin kalbi nazargah-ı ilahidir. Böyleleri, insanları Hakka götüren Allah dostlarıdır. Onlara tevazu ve sevgi gösterip gönüllerine girmek gerekir.

Bir gün Şeyh Rükneddin, Ramîtenî’ye sorar:

– Elest bezminde “Ben sizin Rabbınız değil miyim?” (el-A’raf, 7/172) ilahi hitabı varid olunca ruhlar: “Evet” diye cevap verip tasdik ettiler. Ebed günü olan kıyamette ise: “Bugün saltanat kimin?” (Gafır. 40/16) diye sorulduğunda kimse cevap veremeyecek. Neden?

Ramîteni şu karşılığı verdi:

– Elest bezmi, şeriat teklifinin konulduğu gündür. Şeriatte konuşmak, şer’î emrin gereğidir. Ama kıyamet günü teklif kalkmıştır. Bu yüzden orada konuşma yoktur. Bu sualin cevabını da Allah Teala verecektir: “Bu gün saltanat, Vahid ve Kahhar olan Allah’ındır.” (Gafır, 40/16)

Reşehât’ta birçok kerametleri nakledilen Ramitenî’nin bir kaç şiirine de yer verilmiştir.