Şeyh Fethullah-i Verkanisi hazretlerinin oğludur. Şeyh Alaaddin-i Ohini diye şöhret bulmuştur.
Şeyh Alaaddin, Nurşin‘de (Güroymak/Çukur) Hicri; 1299 (Miladi 1881/1882) senesinde doğdu. Doğumu, uzun zamandan beri çocuğu olmayan Şeyh Fethullah ve ev halkı için büyük bir mutluluk kaynağı olmuştur. Çünkü birkaç yıl çocuğu olmayan Şeyh Fehullah’ı; ilminin varisi olabilecek bir kimsenin olmayışı endişesi sarmış ve bundan dolayı ikinci bir evlilik de yapmıştı. Ancak yaptığı ikinci evlilikten hemen sonra, birinci hanımdan bu çocuğu olunca üzüntü mutluluğa dönüştü. Artık ilmini devam ettirecek bir evlat olmuştu. Bu evladı başka evlatlar takip edecek ve arzu edilen gerçekleşecekti.
Çocukluğu
Alaaddin Efendi zeki, mümtaz, terbiyeli ve herkes tarafından sevilen biri idi. Kardeşi, Maruf Efendi anlatıyor; Babam, bir gün abime sordu: “Üstad-ı Azamdan dersini aldın mı?” O da cevaben “Evet” dedi ve aldığı dersi baştan sona anlatmaya başladı. Kendilerinin anlattığına göre; “Üstad’ın (Seyda-i Taği) son hastalığında ben de odasına gittim, kapıyı açık gördüğümden içeri girdim, beni görünce sevindi ve:
“Gel evladım” deyip beni yatağının üzerine oturttu. Sonra da muhterem hanımına:
“Bana soyduğun narı getir ona ver” dedi.
Hanımı ona: “kendisine başka bir nar getireyim” dediğinde,
Üstad:
“Hayır, bana soyduğunuz narı getirin” dedi. Nar getirildi ve bana verildi.”
Daha çocukken babası ona: “Üstad-ı Azam’dan işittiğin şeyleri sakın unutma! Çünkü Üstad’ı gören çocuklar, diğer çocuklar gibi değil” diyordu.
Şeyh Fethullah’ın Seyda-i Taği’nin kızı olan hanımı anlatıyor:
“Herkeste olduğu gibi, ben de bazen ev halkını Şeyh Fethullah’a şikâyet ediyordum. Bir gün Şeyh Muhammed Alaaddin’i de şikâyet ettim, Şeyh Fethullah bana:
“Onu şikâyet edip gözümden düşürme. Başka kimi şikâyet edersen et” dedi. Şeyh Muhammed Alaaddin’in çocukluğu hep böyle itinalı korumalarla geçer.
İlim Tahsili
Şeyh Alaaddin, Seyda-i Taği’nin Meclisi gibi bir ilim çevresinde doğduğundan çok şanslı sayılırdı. Çünkü böyle durumlar herkese nasip olacak şeyler değildi.
İlk ilim üstadı Seyda-i Taği olmuştu. Çocukluğunda kendisine lazım olan tüm bilgileri bu yüce zattan almış, ardından bir allame olan babası ve en nihayet babasından sonra Üstad Molla Abdülkerim‘in yanında tedrisatını bitirmişti. İlim icazetini kendisi ile beraber ilim tahsili yapan Şeyh Mahmud-u Karaköyi ile birlikte bu zattan aynı günde aldılar. Üstadları olan Molla Abdülkerim: “Eğer Rabbim, benden bu iki icazeti kabul etse, ikisini de Allah’a (c.c.) yakınlık vesilesi olarak sayacağım” demişti. Bu ilim tahsili esnasında bazen kendisi lazım olan eserleri kendi eliyle yazıyor ve öylece okuyordu. Oldukça da eser yazmıştı.
Şeyh Alaaddin Efendi kısa bir süre, Üstad Bediüzzaman‘dan da okumuştur. Yeğeni merhum Gıyaseddin Emre bey’in Bediüzzaman hazretlerini ziyaretinde aralarında geçen aşağıdaki muhavere bu hususa ışık tutar; “Amcam Şeyh Alaaddin Efendiyi sordu. Vefat etmişti, onu söyledim. Doğu ve Güneydoğu için Şeyh Alaaddin Efendi’nin vefatı büyük bir kayıp idi, hem de o, üstadın kendisine bazı konularda ders okuttuğu bir kimseydi. Bunu hatırlatarak, “Ben üstadımın yanında kalırken Şeyh Alaaddin Efendi de o zaman Netaic okuyordu. Üstadım Şeyh Fethullah Efendi, Alaaddin’i bana teslim etti. Kendisine birkaç ders vermiştim. Bu şekilde Alaaddin Efendi hakiki talebemdi” diye kendisinden sitayişle bahsetti. “O hayatta olsaydı belki o tarafa gelmem gerekmezdi. Fakat şimdi Doğuya gelmeyi düşünüyorum” dedi.”
Alaaddin Efendi’nin ilmi seviyesi gayet yüksek ve herkes tarafından takdir edilir olmuştu. Babasından sonra medreseye müderris olmuş ve görevini bihakkın yerine getirerek, birçok talebe yetiştirmiştir. İlim tahsiline verdiği önem çok yüksek olduğundan, bu durum hayatının iyi, kötü her devresinde vefatına kadar sürmüştür. Onun bulunduğu yerde ulema her zaman sorulara karşı sükût ederek onun cevabını beklemiş ve verdiği cevaba kimse itiraz etmemiştir.
Şeyh Alaaddin’in talebelerinden biri anlatıyor:”Ben onun Mutki tarafına yaptığı yolculukta onunla birlikte idim. Abdest almak istedi, eline su dökmek için ibriği aldım. O sırada Müftü, Molla Ahmed el Ucumi geldi ve ibriği elimden alarak dedi ki: “Ben onun babasının hizmetçisi idim, oğlunun da hizmetçisi olacağım” Gerçekten bu müftü Şeyh Fethullah’ın talebesi ve uzun yolculuklarda hizmetçisi idi. Şeyh Alaaddin onun bu sözlerini işitince: “Babanın hizmetçisi, oğlunun efendisi olur” dedi.
Şeyh Alaaddin bazen şöyle diyordu: “Bu fani dünyada salih âlimlerin bir yerde toplanıp ilmi müzakerelerle uğraşmaları ve bununla büyüklerin yolundan gitmekten başka, insanın gerçekten lezzet alacağı başka bir şey kalmamıştır.”
Şeyh Alaaddin, önce babasının yanında tarikata girer. Ancak vefatına yakın babası, tüm evlatlarını ve bağlılarını Hazret‘e (Şeyh Muhammed Dıyaeddin) teslim edince, artık tüm gücüyle Hazret’e hizmet etmeye başlar. Uzun bir zaman sonucu hilafet alır. Artık Hazret’in vefatına kadar elinden geldiğince ondan ayrılmaz. Birinci Dünya savaşında da beraber olurlar. Savaş esnasında namazlarda Şeyh Alaaddin’e imamlık yaptırılır. Gösterdiği yararlılıklardan dolayı Hazret tarafından çok sevilip sayılan birisi olmuştur.
Molla Muhammed Baki el Nurşini anlatıyor: “Hazret’in halifelerinden birçok kişi Nurşin’e geldiğinde, kendisine haber verilince; “Hoş gelmiş ve selametle gelmiş” diyordu. Ardından divana da ancak geleceği zaman kalkıp geliyordu. Ancak Şeyh Muhammed Alaaddin geldiğinde kendilerine haber verdiğimizde; gelişine sevinerek tebessüm edip: “hoş gelmiş” diyor ve hemen divana geliyordu.
Bazen Hazret’in ziyaretine bazı Türk yetkililer de geliyordu. Hazret Türkçe bilmediğinden aralarında Şeyh Muhammed Alaaddin tercümanlık yapıyordu. Bundan dolayı kendisine; “İkinci Dilim“ diye isim takmıştı. Eğer Şeyh Alaaddin orada değilse, konuşmalarda sıkıntı çekiyor ve “Ne yapayım dilim yanımda değil” diyordu.
Şeyh Alaaddin (k.s.)’in Eserleri
1-Cila’ul ‘ayni fi’ş Şeriati
2-Risaletun fi’l Vad’
3-Risaletun fi’l İstirare
4-Risaletun fi’l Munazara
5-Tezhib-ut Tehzib fi’l Mantık
6-Risaletun fi’t Tecvid
7-Mustalahu’l Hadis
8-Hazret’in Vefatına İşaret Eden Risalesi
9-Babasının Küfr-u Kebair isimli eserini Kürtçeden Arapçaya çevirmiştir.
Birinci Dünya Savaşı
Birinci Dünya Harbi başladıktan sonra Ruslar memlekete girmiş; şehirler, köyler boşaltılarak insanlar hicret etmişlerdi. Erzurum’u ele geçiren Ruslar, Muş ve Bitlis’e kadar dayandılar. Bu savaşta Hazret kendini yine nasıl olması gerekiyorsa öyle göstermiş ve cihad vazifesini bihakkın yerine getirmiştir.
Düşman yaklaşınca evini Nurşin’den Garzan bölgesindeki bazı köylere taşıyan Hazret, bir sabah evinden tam bir savaşçı elbisesi ile elinde tüfeği dışarı çıkarak atına binmiş, tüm halife, talebeler ve müritleriyle savaşa başlamıştır. Bu savaşta yanında olan halifelerinden birisi de Şeyh Muhammed Alaaddin’dir.
Bu savaş esnasında Hazret’in halifesi ve daima yanında olan Şeyh Alaaddin anlatıyor: “Ruslar Muş ve Nurşin’i tamamıyla istila edip ele geçirdiler, oradan Rahva ovasına geçtiler. Ben biraz haber toplamak için gizlice Bitlis’e gittim. Vali ve askeri komutanları gördüm, onlardan durumun ne merkezde olduğunu sordum. Onlar;
“Erzurum beldesi halkı savaşıyorlar, düşman orayı geçemedi. Biz de buradayız. Düşmanlar Rahva ovasını geçtiler geliyorlar, onlarla savaşıp memleketimizden çıkaracağız.” dediler.
Ben onların yanından ayrılıp çarşıya gittim, çarşıda Molla Said’i (Bediüzzaman’ı) gördüm, bana;
“Nerden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” diye sordu.
Ben de Vali ve komutanlardan işittiğimi ona söyledim.
Üstad;
“Vallahi onlar yalancıdırlar. Düşman Erzurum’u işgal etmiş, Bitlis’i de istila etmelerinden korkuyorum. Onların karşısında durup onları engelleyecek ne bir kuvvet ve ne de asker vardır. Vali ve komutanlar insanları düşmanın elinde esir bırakacaklar.”
Sonra bana yemin verdirerek;
“Sen Bitlis’te bu gece kalma ve Hazret’in yanına git. Sen ve onlar Huyut’tan başka bir yere gidin, çocuk ve kadınlar düşmanın elinde perişan olmasınlar. Benim ise beraberimde iki öğrencimden başka kimse yok. Düşman gelirse gücümüzün yettiği kadar savaşırız. Şayet şehit düşersek en güzel yer olan cennete gideriz. Sağ kalırsak Allah (c.c.) bize istediğini yapacaktır” dedi.
Gerçekten de Ruslar Bitlis’e girdi. Üstad düşmanla sonuna kadar savaşıp yaralandı ve esir olarak Rusya’ya götürüldü.
Ben hemen yola çıkıp Hazret’in yanına gittim ve Bitlis’teki vali ve komutanlarla Molla Said’ten (Bediüzzaman’dan) dinlediklerimi ona bildirdim. Erzurum’un istila edildiğini duyan Hazret o kadar üzüldü ki sabaha kadar uyuyamadık. Sabah vakti Hazret bana;
“Hemen Pırnaşin (Ocaklı) köyüne git ve Bitlis’e doğru yeni bir adam yolla, oradan bize haberler getirsin.”
Ben hemen oraya gittim ve adam gönderdim. Giden adam Seri Dari(Karçinbaşı) diye isimlenen dağa çıkınca bölük bölük insanların Mutki’ye doğru hicret ettiklerini gördü. Hemen geri gelip bize durumu bildirdi. Ben de haberi olduğu gibi Hazret’e anlattım, o da bana hemen evi Şeyhan (Çayarası) köyünden Pırnaşin’e taşı dedi. Pırnaşin’de evi Hazret için boşalttırıp orada Şeyh Cüneyt’i bırakarak ben de Hazret’in evi ile birlikte yola çıktım. Hazret Pırnaşin köyüne gelince evde bulunan Şeyh Cüneyd’e;
“Biraz sıcak su varsa getir, boğazım çok ağrıyor” buyurdu.”
O sırada Şeyh Cüneyt kendisi içmek için hazırladığı çayı getirip Hazret’e sunmuş, Hazret de içtiği bu çaydan dolayı çok memnun olmuştur. (Şeyh Alaaddin anlatmaya devam ediyor) “Ben Hazret’e dedim ki;
Şimdi Kaşağ köyüne gidelim. O köy Ermenilerin idi orayı terk etmişler, şimdi boş kalmıştır. Acaba orayı ekip biçsek, iyi ürün verir mi?” dedim.
Hazret bana cevaben;
“Evet, hem de hemen kalkın ve ihmal etmeyin, inşallah oranın ürününü yemek bize nasib olacaktır. Ümidimizi Allah’tan (c.c.) kesmeyelim. Benden sana bir keramet olsun ki İslam askerleri inşallah Kars kalesinde cemaatle namaz kılacaklardır” dedi ve dediği de oldu.
Bu savaş esnasında ibadet vakti de geldiğinde, mutlaka ibadet yerine getirilir ve yağmur gibi yağan düşman kurşunlarından kimse isabet almazdı. Bazen bu ibadetlerde Şeyh Alaaddin Ezan okuyup aynı zamanda imamlık yapıyordu.
Yine Şeyh Alaaddin anlatıyor;
“Bir gün cephede Bitlis’in arkasındaki Kerpi köylerinden bir köyün arazisinde namaz kılıyorduk. Hazret beni imam yapmıştı. Düşman yine yağmur gibi kurşun ve havan topu atıyordu. Buna rağmen namazımızı kıldık savaşa devam ettik. Motikan ve Huyud arasındaki -Şeyh Ömer- dağında adeta set çekerek düşmanı engelledik. Düşman karşımızdaki Nehat dağında idi. Osmanlı Askeri kamp yeri de Bitlis’e yakın idi. Ben ve Hazret oraya komutanın yanına gittik, bir kaç gün orada kaldık.
Askeri komutan;
“Maddi ve manevi kuvvetimiz tamdır. Düşman’a saldırıp Allah’ın (c.c) izni ile onları Bitlis’ten çıkaralım.” dedi.
Ben; Hazret ve komutan arasında tercüman idim.
Hazret komutana sordu;
“Dediğiniz maddi ve manevi iki kuvvet nedir?”
Komutan cevaben;
“Maddi kuvvet, artık askerlerin ve silahların çokluğudur. Manevi kuvvet ise, Hazret’in zatıdır” dedi.
Hazret;
“Ona sor bakalım, bu anlattıkları bize moral vermek için mi, yoksa gerçekten midir?”
Komutan;
“Gerçektir” dedi.
Hazret;
“O zaman sizden iki şey istiyorum. Birincisi; beni öyle bir yere koyun ki ne beni kimse görsün, ne de ben kimseyi göreyim. Orada Allah’a (c.c) yalvaracağım, galibiyetimiz için dua edeceğim. İkincisi de; ben burada henüz bir ezan sesi ve namaz kılan kimseyi görmedim. Bu nasıl iştir?” dedi.
Komutan;
“Aksine bizim mescidimiz ve cemaatle namaz kılan askerlerimiz vardır, şu tepenin arkasındadır” deyip bizi oraya götürdü. Gerçekten de büyük bir hangar şeklinde kapalı bir mescid yapılmıştı. Namaz vaktinde askerlerden biri bir tepeye çıkıp ezan okudu ve cemaatle namaz kıldık. Hazret de kendisine düşeni yaptı. Ardından düşmana saldırıldı ve Bitlis’ten dışarı atıldı.
Hazret’in de adamları Nebat Dağındaki düşmana saldırıp onları oradan da geriye püskürttüler. Orada da Şeyh Fethullah’i Verkanisi’nin damadı ve aynı zamanda Van Müftüsü olan Molla Ömer Efendi at üzerinde düşmana saldırırken yaralandı, bu yara zamanla iyileşti ve otuz yıl daha yaşadı. Ancak hayatının sonuna doğru yara tekrar nüksettiğinden bu yara ile vefat etti.
İzmir’e sürgünleri
Şeyh Said tarafından Güroymak’ta bulunan Şeyh Masum, birkaç şeyh ve ağa ayaklanmaya davet edildi. Başta Şeyh Masum olmak üzere isyana davet edilenler bu durumu Şeyh Alaaddin hazretlerine açtıklarında; Şeyh Alaaddin buna kesin müsaade etmemiş, isyana katılma fetvası vermemiştir (Molla Selim isyanında da Şeyh Alaaddin (k.s.) hazretleri fetva vermeyerek devletten taraf tavır takınmıştır). Bu fetvadan dolayı da başta Şeyh Masum olmak üzere birçok şeyh ve ağa ayaklanmaya katılmama kararı almıştır. Bu karar; o sırada Bitlis valisi olan Kâzım Dirik Paşa’ya, Şeyh Masum ve Hizanlı Şeyh Selahaddin tarafından iletilmiştir.
Ayaklanmanın Ankara hükümetince bastırılmasının ardından ne acıdır ki bu kişiler İzmir’e sürgüne gönderilmiştir. Ankara hükümetinin yanında olduklarını belirtmelerine rağmen, yine de sürgüne gönderilenlerin başında Şeyh Alaaddin Hazretleri gelmektedir. Oysa bu zat, isyan fetvası vermemiş, isyana destek sağlamayarak isyanın yayılmasını engellemiştir. Kaderin ne garip cilvesidir bu.
Şeyh Said meselesinden sonra tüm liderler ve Şeyhler ilgili ilgisiz hepsi sürgün edildiler. Şeyh Alaaddin de bundan payını aldı ve başta kendisi olmak üzere Gavs’ı Azam Seyyid Sıbgatullah’ın evinden Seyyid Abdullah ve oğlu Seyyid Ahmed, Seyda-i Taği’nin evinden Şeyh Masum ve Sultan Veled, Van müftüsü Şeyh Masum El-Arvasi ve Şeyh Muhammed Hazin el Fersafi’nin evinden Şeyh Abdullah ve bir sürü kişi daha beraberce İzmir‘e sürgün edildiler.
Şeyh Alaaddin’in yanında devamlı bulunan talebesi ve hizmetçisi Molla Mahfuz’da bulunuyordu. Önce tümüne yetecek kadar büyük bir ev kiralandı ve oraya yerleştikten sonra Şeyh Alaaddin orada da ders vermeye devam etti. İlk talebeleri, Molla Mahfuz ve Sultan Veled idi. Zamanla çevrede oraya büyük bir âlimin geldiği haberi yayılacak, âlimler gelip gitmeye ve onun ilminden istifade etmeye başlayacaklardı.
O zaman İzmir’in valisi Kazım Paşa idi. Bu zat daha evvel Bitlis’te valilik yapmış, oradan da İzmir’e göndermişlerdi. Sürgündekileri ziyarete gittiğinde bir ara onlara; “Eğer ben Bitlis’te olsaydım, kimin sürgünü hak ettiğini bilirdim. Fakat Cenab-ı Hak böyle istedi herhalde” demiştir. Bu sürgün iki sene sonra bitip geri gelindiğinde, tedrisat aynen devam etmiştir.
Zilan Deresi isyanı nedeniyle yine bir şüphe üzerine yörenin liderleri, şeyhleri toplanarak içeri atılır. Ne yazık ki Şeyh Alaaddin’i de Gaziantep‘e gönderip hapse atılanlardandır. Onun yanında yine kardeşi molla Cüneyt, Molla Mahfuz, Şeyh Masum ve Molla Muhammed Baki ile bazı âlimler ve halktan ileri gelenler vardır.
Hapiste bir yıl üç ay kalırlar. Burada da yine eskisi gibi tedrisat devam eder. Kendisinin yanında Molla Mahfuz; “Nur-el Ebsar” isimli eseri okuyordu. Kitap bitince Şeyh Alaaddin; “Şimdi artık bizi serbest bırakmaları lazım” der ve dediği gibi olur, serbest bırakılırlar.
Şeyh Alaaddin (k.s.)’in Vefatı
Rivayete göre Şeyh Alaaddin, vefat edeceği yılda müminlerin annesi Hz. Aişe‘nin şu sözlerini çokça tekrarlıyordu; “Korumasında yaşayanlar gittiler, yaşamları fayda vermeyenler kaldılar.” Şeyh son hastalığında “Ben çok kere hasta oldum, bu hastalığımın acısı gibi acı görmedim” diyordu.
Bir gün Şeyh Feta es Sehani, akşam namazından sonra şeyhi hastalığından dolayı ziyarete gelir. Şeyh ayağını uzattığında şöyle der; “Ben ne hastalığımda, nede sağlığımda hiçbir zaman mecliste ayağımı uzatmadım, kusura bakma artık acıya dayanamadığım için uzattım” der. Şeyh Feta da; “Sen ayağını başımın, gözümün üzerine uzatsan bile sevinirim. Ben bunu kendi halime nisbeten söylüyorum, başkası için değil” demiştir.
Şeyh Alaaddin, Rumi; 1365 senesinde eski hesaba göre Kanuni evvel (Aralık) ayının altıncı günü, Hicri; 28 Safer 1369 (1949) pazartesi günü 67 yaşında vefat etmiştir. Kabri şerifleri Ohin (Yukarı Koyunlu) köyündedir.
1914 yılındaki Molla Selim isyanında İstanbul hükümetine bağlı kaldığından Sultan V. Mehmet Reşat tarafından kendisine beşinci rütbeden Mecidiye nişanıverilmiştir.
Şeyh Alaaddin’in Çocukları
Şeyh Alaaddin, ardından üç erkek ve iki kız olmak üzere beş mükemmel çocuk bırakmıştır. Erkek çocukları;
a) Muhammed Mazhar
b) Muhammed Halid
c) Muhammed Asım