Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allâh [celle celâlühü]’a, salât ve selâm seçilmiş olan, nûr ve hayır dolu Efendimiz [Sallâlâhu Aleyhi ve Sellem] ve O’nun tâhir ehline ve ashâbının cümlesine olsun.

Muhterem hocalarım ve aziz talebeler, sizleri en güzel selâm ile selâmlarım. Bu konferansın düzenlenmesinde emeği geçen kardeşlerime de şükrânlarımı sunuyorum. Türkiye’den siz kardeşlerimizin ahvâlini ve keyiflerini suâl etmek ve birçok cemiyet ve efrâdın selâmlarını iletmek üzere gelmiş bulunmaktayız. “Hamdolsun” sizleri iyi gördük. Bizler, mütehassıs âlim, mütefekkir ve mutasavvıf olan Üstâd Bediüzzaman Saîd Nursî’nin neşet etmiş olduğu beldedeki talebeleriyiz. Siz değerli Pakistanlı kardeşlerimizle buradaki buluşmamızdan ve bilhassa ilim şehri olan Lahor’u ziyâret etmiş olmaktan dolayı çok müşerref olduk. Lahor, bizim için meşhûr ilim, kültür ve medeniyet şehridir. Hiç unutmam; Ziyâu’l-Hak [rahmetullâhi aleyh][2] küçük olduğum sıralarda Türkiye’ye ziyâretinde bir televizyon programına çıktığı vakit milletimiz O’na ve Pakistan’a duymuş olduğu muhabbetin neticesi olarak televizyon ekranlarının başına geçmişti.

 

Bizim Pakistan’a dâir meşhûr bir anımız vardır. Osmanlı Hilâfeti donanmasının zayıf olduğu sıralarda Pakistan halkı yardımlaşarak toplamış oldukları mallarını donanma için sarfetmişlerdi. Aynı zamanda ehl-i ilmin, kitaplarını ve risâlelerini çok okuduğu Üstâd Muhammed İkbâl[3] de bizce meşhûr şahsiyetlerdendir. Başka ve mühim bir şahsiyet olarak da Mevlânâ Hâlid-i eş-Şehrezorî el-Kürdî [kuddise sirruh] Hazretleri, Nakşibendî Tarîkatı icâzetini şu anda Hint toprakları içerisinde yer alan Delhi’de yaşamış olan Şeyh Abdullâh-ı Dehlevî [kuddise sirruh] Hazretleri’nden almıştır. Bu itibarla da bizim hocalarımız mesâbesindesiniz.

 

Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî [kuddise sirruh]  Hazretleri bu tarîkatı Türkiye ve Irak başta olmak üzere birçok Ortadoğu ülkesinde yaymıştır. Bütün bunlar Türkiye ile Pakistan arasındaki kadîm ve tarihî muhabbetin tezâhürüdür. Pakistan’a bu seferki gelişimizde medreselerdeki, külliyelerdeki ve hanekânlardaki ulemâları, şeyhleri ve hocaları ziyâret ettik. Onlar da bizi ziyâret ettiler; karşılıklı olarak birbirimizi çok sevdik.

 

İslâm âleminin ve bilhassa ilim ehlinin muhtaç olduğu bu muhabbet, teâvün ve ittihâd elzemdir. Sizleri ileride İslâm âleminin ittihâd edeceğine dâir itikâdımca müjdelemek isterim. İslâm âlemi bu muhabbeti birbirine karşı duyacaktır. Çünkü bu ehl-i keşif ve husûsen Üstâd Bediüzzaman Saîd Nursî Hazretleri’nin ihbârâtı ile müjdelenmiştir. Yalnız bizim üzerimize düşen vazîfe; Allâh-u Teâla, Rasûlüllâh [Sallâlâhu Aleyhi ve Sellem] ve bu ümmetin büyüklerinin bize talîm ettiği devâyı tenfîz etmemiz icâb eder ki bu ümmet içerisinde kurtulmamız gereken mütevellid çok hastalıklarımız vardır. Bunun devâsını ise Yüce Allâh [celle celâlühü] âyet-i kerîmesinde şöyle buyurur:

وَأَطِيعُواْ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَلاَ تَنَازَعُواْ فَتَفْشَلُواْ وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ وَاصْبِرُواْ إِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ 

“…birbirinizle çekişmeyin. Sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider.”[4] Bir hadîs-i şerîfte ise şöyle buyrulmuştur:

اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْياَنِ، يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضاً

Mü’min mü’mine karşı, parçaları birbirini bağlayıp tahkîm eden binâ gibidir.” [5] Başka bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmuştur:

لا يُؤْمِنُ أَحَدُكُمْ حَتَّى يُحِبَّ لأَخِيهِ مَا يُحِبُّ لِنَفْسِهِ

“Hiçbiriniz kendisi için istediğini mümin kardeşi için istemedikçe iman etmiş olamaz.”[6] Mefhûmuna vâkıf olduğum başka bir hâdis-i şerîfte ise Peygamber Efendimiz [Sallâlâhu Aleyhi ve Sellem]:

“Sünnetime sımsıkı sarıldığınız sürece emân üzere olursunuz; ne zamanki sünnetimi terkeder, ondan uzaklaşırsanız; Cenâb-ı Hak, üzerinize korkacağınız düşmanlar musallat eder ve onların korkularını kalplerinize salıverir.”

Zikretmiş olduğum hadîs-i şerîf gâyet önemlidir. Biz, ümmet olarak Kur’ân’ı ve sünneti terkettiğimiz içindir ki düşmanlarımız kalplerimize korku salar oldu. Fakat Kur’ân-ı Kerîm’de Allâh-ü Teâla müşriklerden bahsederken, onların Müslümanları uzak mesafeden görmeleri dahi kalplerini korku sarmasına bir sebepti. Bu hadâs-i şerîf üzerinde tefekkür etmek gerekir. Zirâ hadîs-i şerîf günümüz Müslümanlarının hallerinden bahsediyor.

Üstâd Bediüzzaman Saâd Nursî, Risâle-i Nûr’da şöyle buyurur: İslâm âleminin üç büyük hastalığı[7] vardır:

 

  • Cehâlet
  • Zarûret
  • İhtilâf

 

Bu hastalıkların çaresi olarak da üç çeşit devâsı vardır:

 

  • San’at
  • Marifet
  • İttifak

 

Üstâd bu devâları gençliğinde tek başına keşfetmiş, muâlecesi için müteaddid beldelere sefer ederek çaba sarf etmiştir. Biz Türkiye’de bu uygulamaları hayatımıza geçirdiğimiz için “elhamdülillâh” çok mesafe kat ettik. Çünkü Yahudiler ve ehl-i salîb/Hıristiyanlar Osmanlı Hilâfeti’nin yıkılmasında büyük oyunlar oynadılar. Bâtıl adına ne kadar fikir varsa hepsini Türkiye’ye soktular. Hatta diyebiliriz ki; eskiden Türkiye’de Allâh [celle celâlühü]‘a inanan insanların oranı sadece %20, namaz kılanların oranı ise %10 idi. Fakat şimdi “elhamdülillâh” Risâle-i Nûr sayesinde insanların birçoğu tevhîd inancına sahip olmakla beraber namazlarına dikkat eden kimselerdir. Cemaatlerin çoğu dayanışma içerisindedir ve Risâle-i Nûr’da müşahede etmiş oldukları şifâ reçetelerini okuyarak sıkıntılarına çözüm buluyorlar.

 

Üstâd Bediüzzaman Saâd Nursî, aynı zamanda rabbânî bir mutasavvıftır. Hatta risâlelerde tasavvuftan bahsederken Kâdiriyye ve Nakşibendîyye tarîkatlarının usûl ve vusûllerine de temas eder.[8] Meselâ diyor ki: ”Kâdiriyye Tarîkatı’nın zikri kalpteki kibri öldürür.” ve ”Nakşibendî Tarîkatı’nın zikri ise şehvânî arzuları izâle eder.”[9] Bu iki tarîkatın mercii birdir; o da Allâh’a vusûldür. Üstâd’ın tasavvuf ile alakalı başka bir sözü de vardır ki üzerinde tefekkür edilmesi gerekir: “Tasavvuf bu zamanda gereklidir. Fakat ehlinin, ilminde mütebahhir ve derin olması lazımdır. Aksi takdirde zındıkâya götürür.’’[10] Bunlar Üstâd’ın sözlerinden sadece birkaçıdır. Üstâd bunların yanı sıra Kur’ân’ın i’câzıyla da çok meşgûl olmuştur. Meselâ Nûr killiyatından İşârâtü’l-İ’câz risâlesinde ilhâd ehlinden birisinin: “Kur’ân, bazı bölümlerinde bir meseleden bahsederken ardından hiç alakasız başka bir konuya geçiş yapıyor ve aralarında bir bağlantı söz konusu değil.’’ demesi üzerine cevaben şöyle buyurur: “Hayır, mesele bildiğiniz gibi değil! Bütün zikredilen meseleler, bahisler, va’zlar, cümleler, vecîhler, kelimeler ve harfller arasında muhakkak i’câz vardır.’’[11] Sizlere Risâle-i Nûr’u, özellikle de İşârâtü’l-İ’câz’ı okumanızı tavsiye ediyorum.

 

Üstâd, zamanımızın birçok problemine çözüm getirmiştir. O, îmân hakîkatlerinin inkişâfı için çok çaba sarf etmiştir. Hatta bir sözünde şöyle buyuruyor; “Eğer İmam-ı Rabbânî [kuddise sirruh] Hazretleri benim zamanımda yaşamış olsaydı, benim yaptıklarımı yapardı.’’ Üstâd: “Hazret-i Mevlana [kuddise sirruh], benim zamanımda gelseydi, Risale-i Nur’u yazardı. Ben de Hazret-i Mevlânâ zamanında gelseydim, Mesnevi’yi yazardım. O zaman hizmet Mesnevi tarzındaydı, şimdi Risâle-i Nûr tarzındadır.” buyuruyor. Yani Üstâd, bu zamanın problemlerini araştırmış, devâsını bulmuş ve tedavi etmiştir.

 

Söylemek istediğim birçok konuya aslında Dr. Ali Ekber Hoca ve Mahmûd Aras değindi. Bize söyleyecek bir şey kalmadı. Biz de sizin Türkiye’ye teşrîfinizi bekliyoruz. Bir de Risâle-i Nûr’un aranıza -özellikle gençlerin arasına- şifâ dolu bu risâlelerin girmesini ve kurtulmalarına vesîle olmasını temenni ediyorum.

 

[1] Konferans, Pakistan özel üniversitelerinden bir üniversitenin talebi üzerine 2011 yılında gerçekleştirilmiştir.

[2] Pakistanlı asker ve devlet adamı. Muhammed Ziyâü’l-Hak, Türkiye’ye geldiğinde Konya’yı da ziyaret ederek Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’nin türbesi önünde durarak dua etmişti. Pakistan’ın altıncı devlet reisi olan Ziyâü’l-Hak, bu ziyaretinde dünya kamuoyuna “Pakistan, Türkiye’nin doğudaki bir vilayetidir. Ben bu vilayetin cumhurbaşkanı emrindeki valisiyim” şeklinde bir beyânât vermişti. İslâmî devletin esâslarını teşkîl edecek Konsey için kanun hazırlatırken ve “Ülkemde İslâmî hükümleri hâkim kılmak için her türlü fedakârlığa hazırım” dedikten 10 gün sonra 17 Ağustos 1988’de uçağının havada infilâk ettirilmesi sonucu şehîd edildi.

[3] Pakistanlı İslâm âlimi, şâir, filozof ve politikacı. Allâme İkbâl olarak da bilinir.  Hindistan’daki Müslümanların bağımsızlık mücadelesini ilk defa dile getiren kişidir.

[4] Enfâl Sûresi, 46. Âyet.

[5] Hadîs-i şerîfin tam metni: “Mü’min mü’mine karşı, parçaları birbirini bağlayıp tahkîm eden binâ gibidir, buyurdu ve bu bağlılığı göstermek için Rasûl-i Ekrem [Sallâlâhu Aleyhi ve Sellem] parmaklarını birbirinin arasına geçirip kenetledi.” [Hadîsi Buhârî ve Müslîm  rivâyet etmiştir.] I/220 Riyâzü’s-Salihîn.

[6] Hadîs-i şerîfin tam metni: “Nefsimi elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki bir kişi hayırdan kendisi için istediğini, Müslüman kardeşi için de istemedikçe mükemmel bir şekilde îmân etmiş olmaz.” İmam Ahmed b. Hanbel, El-Müsned, el-Fethu’r-Rabbânî Tertibi, Ensar Yayıncılık.

[7] “Bizim düşmanımız cehâlet, zarûret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihâd edeceğiz.” Divân-ı Harb-i Örfî, 57. Sayfa. Envâr Neşriyat.

[8] Risâle-i Nûr Külliyatından Mektubat:  “Dokuzuncu Kısım” Telvihât-ı Tis’a, 428. Sayfa, Envar Neşriyat

[9] İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri “gizli zikir” sayesinde kalbin fethiyle ene ve enâniyet mikrobunu öldürmeye ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmârenin başını kırmaya muvaffak olmuşlardır. Kezâlik, Kâdirîler de, “açıktan zikir” sayesinde tabiat tâgutlarını tar ü mâr etmişlerdir.” Mesnevî-i Nûriye, Hubab Risâlesi; Envâr Neşriyat.

[10] Üstâd Hazretleri’nin tarîkatlere verdiği ehemmiyet esâsen şu cümlede özetlenebilir:  “Tarîkatte hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik Âlim zat da olsa, şimdiki zındıkların desîselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir.” Risâle-i Nûr Külliyatından Mektubat:  “Dokuzuncu Kısım” Telvihât-ı Tis’a, 430. Sayfa, Envâr Neşriyat.

[11] “Herbiri birer küçük Kur’an olan ekser uzun sure ve mutavassıtlarda ve çok sahife ve makamlarda yalnız iki-üç maksad değil, belki Kur’an mahiyeti, hem bir kitab-ı zikir ve iman ve fikir, hem bir kitab-ı şeriat ve hikmet ve irşad gibi, çok kitabları ve ayrı ayrı dersleri tazammun ederek, rububiyet-i İlahiyenin her şeye ihatasını ve haşmetli tecelliyatını ifade etmek cihetiyle, kâinat kitab-ı kebirinin bir nevi kıraatı olan Kur’ân, elbette her makamda, hattâ bazan bir sahifede çok maksadları takiben marifetullahtan ve tevhidin mertebelerinden ve iman hakikatlarından ders verdiği haysiyetiyle, öbür makamda, meselâ zahirce zaîf bir münasebetle, başka bir ders açar ve o zaîf münasebete çok kuvvetli münasebetler iltihak ederler. O makama gayet mutabık olur, mertebe-i belâgatı yükseklenir.”Asa-yı Mûsa, Birinci Kısım, Onuncu Mesele, Envâr Neşriyat.

WhatsApp'ta paylaş