Şevval 1438 Temmuz 2017
أعوذ بالله من الشيطان الرجيم , بسم الله الرحمن الرحيم
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
İslâm medeniyeti, nurunu Kur’ân’dan alan bir vahiy medeniyetidir. Bu itibarla İslam medeniyetinin gelişim seyri temelde ilâhi kaynaklıdır. Daha nübüvvetin ilk senesinden itibaren “Dârü’l-Erkam” ilk İslam mektebi olarak toplanmış ve İslam’ın çağrısı gönüllere sistemli ve planlı bir şekilde duyurulmuş ve Hazret-i Peygamber’in eğitim-öğretim metodu burada müesseseleşme imkânı bulmuştur. Medine döneminde ise Mescid-i Nebevî’de Suffe ehlinin irfan eğitiminden geçtiğini müşahede etmekteyiz.
İslâm, insanın yaratılışına uygun bir din olduğu için bütün Müslümanlara ilmi farzû kifaye kılmıştır. Her Müslüman’ın dinî görevlerini yerine getirecek, helâl ile haramı, hak ile bâtılı birbirinden tefrik edecek kadar bilgi sahibi olması farzdır. Nitekim Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz (Sallallahu aleyhi vessellem):
طَلَبُ الْعِلْمِ فَرِيضَةٌ عَلَى كُلِّ مُسْلِمٍ
“İlim tahsil etmek her Müslüman erkek ve kadına farzdır.”[1] Buyurmuştur.
İslâm’a göre ilim ve hikmet mü’minin kaybolmuş malıdır; mümin, yerine ve söyleyene bakmaksızın onu nerede bulursa alır. Her fenalığın, hatta küfür ve şirkin de başı bilgisizlik ve cehalettir. Bu hususta Allah (Celle celaluhu)
فَلاَ تَكُونَنَّ مِنَ الْجَاهِلِينَ
“Sakın ha cahillerden olma!”[2] buyurmuştur.
Yine Kur’an-ı Kerîm’in açıkça ifade ettiğine göre
إِنَّمَا يَخْشَى اللَّهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاء
“Kulları içerisinde Allah’tan ancak âlimler korkar.”[3] hakikati ifade edilmiştir.
Peygamber Efendimiz de (Sallallahu aleyhi vessellem) nebevî beyanlarında,
وعن أبي الدرداء رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولَ: مَنْ سَلَكَ طَرِيقاً يَطْلُبُ بِهِ عِلْماً سَلَكَ اللّهُ بِهِ طَرِيقاً مِنْ طُرُقِ الْجَنَّةِ. وَإنَّ المََئِكَةَ لَتَضَعُ أجْنِحَتَهَا رِضىً لِطَالِبِ الْعِلْمِ، وَإنَّ الْعَالِمَ لَيَسْتَغْفِرُ لَهُ مَنْ فِي السَّمَواتِ وَمَنْ في ا‘رْضِ وَالْحِيتَانُ فِي جَوْفِ المَاءِ، وَإنَّ فَضْلَ الْعَالِمِ عَلى الْعَابِدِ كَفَضْلِ الْقَمَرِ لَيْلَةَ الْبَدْرِ عَلى سَائِرِ الْكَوَاكِبِ، وَإنَّ الْعُلَمَاءَ وَرَثَةُ ا‘نْبِيَاءِ، وَإنَّ ا‘نْبِيَاءَ لَمْ يُورِّثُوا دِينَاراً وََ دِرْهَماً وَلكِنْ وُرِّثُوا الْعِلْمَ فَمَنْ أخَذَهُ أخَذَهُ بِحَظِّ وَافِرٍ[. أخرجه أبو داود، وهذا لفظه، والترمذي
“Âlimler peygamberlerin vârisleridir.”[4] Buyurmuşlardır. İlme değer veren ve onu öğrenmeye teşvik eden İslâm dininin bu ilk müesseseleşmesinin temelinde nefisleri temizlemeyi gaye edinmesi, insanlara kalbî ve rûhî bir hayatı telkin etmesi İslam medeniyetinin özerine bina edildiği esaslar olması açısından çok önemlidir.
Ars-ı saadetin nurlu ikliminden sonra Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn dönemleri İslamî ilimlerin inkişafının oluştuğu ve daha sonra ortaya çıkan çalışmaların temellerinin atıldığı dönem olmuştur. Sınırları gelişen İslâm devletinin bu müteyakkız ve irfan ehli müctehid, âlim ve âbid şahsiyetler karşılaştıkları problemlere karşı Kur’an ve Sünnet’e uygun pernsipleri bırakmışlardır. ortaya koyuşlardır. Tevhid anlayışına ve İslamî öze muhalefet eden zararlı hiçbir düşünce ve kurum kendisine yer bulamadığı gibi oluşturulan muhkem esaslarla Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat yolunun muhafazasını gerçekleştirmişlerdir. Söz konusu zararlı düşünceler daha önce atılan sağlam esaslardan dolayı dönemsel ve marjinal kalmışlardır. Aslında hakikat şu ayette ifadesini bulmaktadır:
إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ
“Şüphe yok ki, o Kur’an’ı Biz indirdik. Biz; her halde onu muhafaza da edeceğiz!”[5] Ancak selef ulemamızın gayretleri Cenab-ı Hakk’ın şüphesiz ki bu büyük vazifeyi onlara tevdi etmesinden ve onları bu işe memur etmesinden kaynaklanmaktadır.
Daha sonraki dönemlerde ortaya çıkan ilk medrese olan Nizamiye Medreseleri ise İmam Gazali Hazretleri’nin öncülüğünde attığı irfan mayasıyla Osmanlıya ve hatta günümüze de ışık tutacak kadar önemli vazifeler görmüştür. Batıni ve felsefi sapık fikirlerine karşı eda etiği fonksiyon ile İmam Gazali ve Nizamiye Medreseleri ehl-i sünnetin ana omurgasını muhafaza etmiştir. Bununla beraber Yunan felsefesinin İslam coğrafyasında zihinleri idlal ettiği bir dönemde İmam Gazali Hazretleri bu zararlı düşüncelere karşı da tasavvufi hayatın prensiplerini merkeze alarak İslamî özün korunması vazifesini Allah’ın izniyle deruhte etmiştir. İlmî şahsiyetleriyle İslam’a hizmet eden medrese âlimlerinin zikri bahse konu olsaydı bir makale değil elbette ciltler yazmak icab ederdi. Allah’ın dilemesi ve yardımıyla Allah isminin zikredildiği, Peygamber’in aziz hatırasının gönüllere nakşedildiği medreseler, Yüce Allah’ın rahmet eseri olarak günümüze kadar intikal etmiştir.
İslam medeniyetindeki bu ilmi inkişaf, müesseseleşme sonucu oluşan medreseler Sünni İslam âleminin ihtiyaç duyduğu din âlimleri ihtiyacını karşıladığı, bilhassa çağını iyi okuyan arif, âlim ve mütefekkir pek çok şahsiyetin yetişmelerini sağladığı hakikati apaçık ortaya çıkacaktır. Elbette bunun yanında ilk dönemlerinde İslam alemini ilmi gereksinimlerini karşılayan Osmanlının son dönemlerinde, İslam medeniyeti yerine batı medeniyetine özen göstermesi sonucu İslam âlemi batı karşısında zayıf ve fakir kalmıştır. Halbuki Müslüman toplumların kültür ve medeniyetini Kur’an ve sünnetten almaları onları daha da güçlendirir. Nitekim İmam-ı Gazalli, sözde felsefi bilimler diye tabir ettikleri İslam’a olan tehditleri Kur’an ile bertaraf etmiştir.
Osmanlının son döneminde Avrupa’ya gönderilen Müslüman gençler Avrupa’nın teknolojiden çok toplumsal yaşam tarzlarını, edebiyatlarını, ve felsefelerini elde etmeleri için gönderdiler. Halbuki İslam medeniyeti bütün medeniyetlerin üzerinde fevkaniyet gösteren, her toplumun ihtiyaç duyduğu bir toplumsal düzendir. Şayet teknolojilerini almak için gönderilmiş olsalardı daha sağlık, daha donanımlı bir şekilde dönerlerdi. Ancak İslam toplumlarının ihtiyaç duyduğu teknolojik gelişmelerin hiçbirisi İslam ülkelerine kazandırılamadı. İslam alemi, teknolojik olarak onlarla rekabet edemeyecek bir zaafa düşmüş ve en nihayetinde iş parçalanmaya kadar gitmiştir.
Sözde yeni modern sistem olarak adlandıran ise, daha büyük bir yanlışa düşerek, Tevhid-i Tedrisat kanunu ile eğitim kurumlarında sadece fen ilimlerini okutup, din ilimlerini tecrit etmiş; pek tabii bundan da hile, inkâr, sefahat, ahlaksızlık gibi birçok manevi hastalıklar türemiş ve insanları irşad edecek insan-ı kâmil modeline ulaşılamamıştır. Halbuki bu fen ilimlerin tümü Allah’ın varlığı ve büyüklüğünü göstermesine rağmen o hazırlanan kitapların bir tanesinde bile Allah’tan söz edilmemektedir.
Hâlbuki şarkın, yani bu coğrafyanın itaat ve inkişafında, din çok önemli bir unsurdur. Dinsiz bir sistem asla bu coğrafyada tutunamaz ve bir fayda temin edemez. Kalbi ve vicdanı aç kalan bu toplum, zararlı ve zehirli ideolojilerle gıdalandığı için, İslam alemindeki ihtilaf baş göstermiş; günümüze kadar devam eden bir nifak anlayışı zuhur etmiştir.
İslam medeniyeti ile küfür medeniyeti arasında şöyle bir mukayese yapabiliriz: İslam medeniyeti zahiren normal batinen şefkat ve merhamet doludur. Küfür medeniyeti ise zahiren süslü püslü batinen kin, nefret ve zülüm ile doludur. Bunu günümüz Müslüman ve küfür toplumunda şöyle ifade edebiliriz. Müslümanlar zahiren bir birlerinden uzak, ülfiyet, muhabbetten uzak olmalarına rağmen onlarda var olan iman nuru batinen birbirlerine şefkat ve merhamet doygularını taşımaktadırlar. Küfür toplumu ise zahiren şefkat, insan hakları, demokrasi ile donatılmış ama gerçekte kin, nefret gibi tüm olumsuz doygularla doludur. Günümüzde en çok silah yapıp satan; ortalığı en çok karıştıran Avrupa ve Amerika gibi din ve vicdandan yoksun küfür medeniyetleridir. Onların ağızlarında iyi niyet hak hukuk hiç eksilmez. İslam medeniyeti vahiy nuruyla bütün insanlığa huzur ve güven istemektedir.
Bugün geldiğimiz noktada asrımız büyük bir medeniyet krizi yaşıyor; dünyanın bu bunalımdan çıkmasının tek bir yolu var, o da İslam’ın gönüllere asr-ı saadet duruluğuyla yeniden duyurulması ve gönüllerde yer bulmasıdır. 14 asırlık tarihî tecrübeyle sabit olan İslam hakikatlerinin, kalbî ve rûhî olgunluğa erişmiş ve çağın öngördüğü donanıma sahip insanlar tarafından yeniden takdim edilmesi ise önemlidir. Bu hususta iddia sahibi bir yönetim, asırların tecrübesine sahip bu kurumları ihya etmelidir. Ancak bundan daha mühim bir husus ise insanımızın medrese, tekke ve zaviyelerle barışmasının ve bu alana insan kazandırmanın yolunun bulunmasıdır. Medrese, sadece okula gidemeyen, lise okuyamayan ve üniversite kazanamayan talebelerin -bari okusun da imam olsun türünden bir kolaycılığın yolu- değil; doktor, mimar, mühendis, hukuk, edebiyat… hâsılı siyasi, ekonomik ve toplumsal hayatın bütün ünitelerinde zirveyi tutacak insanlar açısından çok daha elzem bir ihtiyaçtır. Ancak bu şekilde topluma rehberlik yapacak insan yetiştirmek mümkün olur. Çağımızın ihtiyaç duyduğu âlim, fâzıl, âbid… şahsiyetlerin yetişmesinin bu suretle olacağı kanaatindeyiz, zira;
يُرِيدُونَ أَن يُطْفِؤُواْ نُورَ اللّهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَيَأْبَى اللّهُ إِلاَّ أَن يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ
“Cenâb-ı Hakk nûrunu muhakkak tamamlayacak,”[6] bunda şüphe olmadığına göre bize düşen ahir zamanda kendimize yer bulmak olmalıdır.
[1] İbn-i Mace, Mukaddime, 17.
[2]En’âm Sûresi, 35. Âyet.
[3]Fâtır Sûresi, 28. Âyet.
[4]Keşfü’l Hafâ, H. No: 1751.
[5] Hicr Sûresi, 9. Âyet.
[6] Tevbe Sûresi, 32. Âyet.