Şaban 1438/Mayıs 2017
أعوذ بالله من الشيطان الرجيم , بسم الله الرحمن الرحيم
Rahman ve Rahim Olan Allah’ın İsm-i Şerifi ile…
Allah, insana manevi bir tefekkür bahşederek kalbî ve ruhî yolculuk yapmasını; ilâhî mârifet deryasında yakîne ulaşmasını murâd etmiştir. Allah, tefekkür ve tahassüs derinliği bakımından ilâhî feyizlerin en mükemmel tecellilerine mazhar kıldığı Efendimiz’e Kur’ân’ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır:
وَالشَّمْسِ وَضُحَاهَا وَالْقَمَرِ إِذَا تَلَاهَاوَالنَّهَارِ إِذَا جَلَّاهَاوَاللَّيْلِ إِذَا يَغْشَاهَاوَاللَّيْلِ إِذَا يَغْشَاهَاوَالْأَرْضِ وَمَا طَحَاهَاوَنَفْسٍ وَمَا سَوَّاهَافَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا قَدْ أَفْلَحَ مَن زَكَّاهَاوَقَدْ خَابَ مَن دَسَّاهَا
“Zat-ı ulûhiyetim hakkı için; Güneş’e ve onun kuşluk vaktindeki aydınlığına, Güneş’i takip ettiğinde Ay’a, onu açığa çıkarttığında gündüze, onu örttüğünde geceye, gökyüzüne ve onu binâ edene, yere ve onu yayıp döşeyene, nefse ve ona birtakım istidatlar/kâbiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini (fücûr ve takvâsını) ilhâm edene yemin olsun ki; nefsini kötülüklerden arındıran (maddî ve manevî kirlerden temizleyen) mutlakâ kurtuluşa ermiş; onu kötülüklere gömen de elbette hüsrâna uğramıştır.” (Şems,1-10)
Bu ayet-i celîlerde Cenâb-ı Hakk; insanın ebedî hüsrandan kurtuluşu için nefs tezkiyesinin ne derece zarurî olduğunu ifâde ederken yedi defa yemin etmektedir. Ardından mânâyı daha da kuvvetlendirmek için “mutlakâ”( te’kid) edatını kullanmak suretiyle kurtuluşun ancak ve ancak nefsi tezkiye etmeye bağlı olduğunu; onu günah bataklığında kirleten kimselerin de hüsrâna uğrayacaklarını haber vermektedir.
Rabbimiz; murâdının azamet ve ehemmiyetini ilân etmek suretiyle; nefisle mücadele, nefsi tezkiye, kalbî tasfiye, rûhu inkişâf ettirme yani ilâhî mârifete erme meselesini Kur’an’da belirtmiştir. Böylece ehl-i imanın; ilim, iman ve amel sahasında ortaya koyacağı zahirî ve bâtınî esâslar; bunları tatbikte vicdanî ve rûhî rükünler, kısacası gönül âlemini nurlandıracak temel hususiyetleri iman bütünlüğü içinde ortaya koymuş oluyor.
İlâhî emanetin taşıyıcısı, en mükerrem varlık olan insan; Kur’ân’ın muhtevasındaki bu öz ve rûhu, amele/aksiyona inkılâb ettiği ölçüde feyz, muhabbet ve vecd vasıflarından istifade eder. Böyle olursa irfan mektebi olan tasavvuf, kalbî ve rûhî hayatın yaşandığı bir mektep olur. Kur’ân’dan çıkmış ve Rasûlullah’ın sünnetini yaşama olan tasavvuf; gönül erlerinin hizmet verdiği geniş ve pek büyük bir cadde-i kübrâdır.
Kur’ânî ve Nebevî ölçüyü takip ve muhafazaya, tatbike ve tebliğe yönelen mürşid-i kâmiller; Tefsir, Fıkıh, Hadis, Kelâm gibi yüksek İslâmî ilimlerin bir yandan muallimleri olurken, bir yandan da gönüllerde daha iyi yer etmesi için çalışmışlardır. Böylece imanî hakikatler daha derinden tanınmış; nefisle mücadelede Kur’ân’nın prensipleri en temel ve birinci ölçü olarak kabul edilmiştir. Mürşitler, marifetullahın tahsilinde ve ibadet hayatının İslam’a uygun olmasında rehberlik vazifesi görmüşler.
İslâmî hayatı temsil eden Tasavvuf, kalbe ve ruha derinlik kazandırmak; keyfiyetli mü’min olmak; insanı nefs-i emarenin kötülüğünden kurtarmak için rûhu inkişâf ettirip ve manevi eğitimi kullanmıştır. Ortaya koyduğu prensiplerle tasavvuf; insana -idraki nispetinde- İslâm’ı tatbik etme dirayetini kazandırdığı, kulluktaki rehavet ve gevşekliği izale ederek manevî hayatın zindeliğini devam ettirdiği bir gerçektir. Tasavvuf, insanın manevi hayatı ile rûhun münasebetini;
وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِ قُلِ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبِّي وَمَا أُوتِيتُم مِّن الْعِلْمِ إِلاَّ قَلِيلاً
“Rûh, Rabbimin emrindedir.” (İsrâ, 85. Ayet) ayetinin ışığında tahlîl etmiştir. Mürşitler, rûhun özü, esası ve iç yüzü ile alâkalı hiçbir metafizik tartışmaya girmeden O’nu bir seyyâh, manevî kalbi de onun özel seyrângâhı ve en hayatî uzvu olarak görüp ilâhî âşk ile tevhîd ve mârifetullâhı gaye edinmişlerdir.
Allah’ın veli kullarının yolu olan tasavvuf, Kâinatın İftihâr Tablosu Peygamber Efendimiz’in Risâlet’inin gölgesinde ilâhi hükümlerin mânâ ve hakikatlerini yaşamaktır. Allah’ın mârifet ve muhabbetine ulaşmak maksadında olan tasavvuf; Hak ve hakikat yolunun yolcuları olan saliklerine, müsamaha, rahmet, merhamet… gibi engin bir anlayış ve davranış tarzını kazandırmaktadır. Tasavvuf yolu, müntesiplerini“yaratandan ötürü yaratılanı hoş görmek” kıvamına getirmeye çalışır. Öyle ki günah işleyen beşerin bizatihi kendisine değil; onun hata ve günahlarına cephe açmıştır.
Tasavvuf, insanın beşerle olan münasebetini şefkat çerçevesinde ele almaktadır. Tasavvuf insandan sadır olan hataların bizzat insanın özünden değil; imanın henüz kalpte tam yeşermemesinden ve insanın Allah’tan gafil kalmasından kaynaklandığını kabul etmektedir. Bu bağlamda tasavvuf, insandan sadır olan hata ve günahlardan kaynaklanan huzursuzluk, ızdırap ve manevî buhranları Kur’ân’ın rehberliğinde tedavi etmektedir. Toplumda ortaya çıkan iktisâdî ve ictimâi sorunlar, savaş ve istilaların ortaya çıkardığı çöküşler; toplumsal hayatı yozlaştırarak rûhî dinamikleri zaman zaman sükûta uğratmıştır. Ancak Kur’ân’ı kendilerine rehber edinip nefis terbiyesini esas olan tasavvuf erbabları bu gibi kritik dönemlerde ayakta kalabilmişlerdir. En zor zamanlarda bile tasavvuf yolunun salikleri ve kâmil mürşidleri hiçbir zaman İslâm Şeriatı’nın dışında bir arayışa girmemiş; haddi aşan dava ve iddialarda bulunmamışlardır.
Nefsi tezkiye etmeyip şeytanın iğvâsına kapılanlar hem kendileri zarar görmüş hem de başkalarının ölçüyü kaçırmalarına, şatahat ve kibre girmelerine sebep olmuşlardır. Tarihte hiç olmadığı kadar günümüzde menfi temsilcileri olan bu cahiller grubu, hakiki/gerçek tasavvuf yolunda yürümedikleri ve Şeriat’ın terazisini elden düşürdükleri için kendilerini –haşa- Meryem oğlu Hazreti İsa Mesih Aleyhisselâm, Hazreti Mehdi, Hazreti Hızır olduklarını iddia edip ve daha pek çok laubaliliğe düştüklerinden sahabenin yolundan sapmışlardır. Sünnet-i seniyeden uzak yaşayan bu nevi insanların dünya-ukbâ, mülk-melekût, fizik-metafizik âlemlerine dair İslam dışı bilgi ve uygulamaları; Kur’ân ve Nebevî Sünnete göre değerlendirildiğinde hakikat ortaya çıkar. Ancak şu da unutulmamalıdır ki; hakiki hayat kaynağı olan Kur’ân’ın yolunda olan Allah’ın veli kulları birer ilahi ihsân olarak hep var olmuşlardır.
İbadette zirveyi tutan, mü’minlere tevâzu ve mahviyet telkin eden, nefsin; gurur, kibir ve ucub oyunlarına karşı Kur’an’ın esaslarına bağlılığı öğütleyip mârifetullâh, muhabetullâh, tezkiye-i nefs, tasfiye-i kalb… gibi manevi halleri talim eden ve aynı zamanda Peygamberin varisleri olan meşayihler dünden bu güne toplumda vazifelerini yapmaya çalışırken, manevi bir takım zuhuratlarda bulundukları da bir gerçektir.
Efendimizin taliminden geçen sahabe-i kiramdan, onların nurlu izini takip eden tabiin, tebe-i tabiin, Şah-ı Geylani, Şah-ı Nakşibendi, İmam-ı Rabbanî, Mevlana Halid hazretlerine ve bu davayı asrımıza kadar ulaştıran muhterem üstatlarımıza kadar sayısız Hak dostunun varlığı ve zuhuratları Kur’ân’ın bir bereketi olarak değerlendirilmesi gerekir.
Allah insanlara akıl nimetini bahşetmiştir. Allah, insanın rabbanî bir mürşid olması için akl-ı selîm mertebesine ulaşmasını murâd etmiştir. İnsana; maddi âlemin sınırlarını aşıp manevi âleme açılması için aklı, kalbin emrine vererek esrara açılma imkanı vermiştir. Dünyevî ve maddî değerlerin ötesinde rûhî ve vicdanî bir duyuşun hâsıl olması için mutlaka kabuktan öze ulaşılmalıdır. Bu durum da ancak peygamberimizden tevarusen gelen tasavvuf eğitimiyle gerçek anlamda elde edilir.
Pişmanlık yaşamamak ve dünyevî hayatın darlığından sıyrılarak kalbî ve rûhî hayat mertebelerine çıkmak için akl-ı selîmle hareket edip kâmil bir mürşid bulmak gerekir. Bu hususlara tam riayetle beraber meselenin dua boyutunu da ihmâl etmemeliyiz.