أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ , بِسْمِ ﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
Râhman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla…
Yüce Allah (celle celaluhu) , insanları İslam fıtratı üzerinde yaratmıştır. İslam fıtratı bireylerden; Allah’a (celle celaluhu) , kendi nefsine, bireye ve topluma karşı en iyi nasıl olması gerekiyorsa öyle olmalarını istemektedir. Fıtratın bu isteği yerine getirildiği zaman hem dünya saadeti hem de ahiret saadeti elde edilmiş olur. Çünkü yüce Mevla, insanları başıboş yaratmadığı gibi, dünyada yollarını iyi görmeleri için İslam fıtratı olan vahyi, peygamberler aracılığıyla göndermiştir.
Bu vahiy yoluyla; inanç ve ibadetle, Allah (celle celaluhu) ve ahiret inancı taşımakla kişiyi gelecekten ümit var etmek; ahlak ve muamelatla dünyasını en iyi bir şekilde geçirmek amaçlamıştır. Ahlak, toplumsal düzeni en iyi şekillendiren ana unsurlardan birisidir. Ahlakın alanı çok geniştir. Bunlar kişinin her açıdan iyi olmasından tutun da tüm insan ve mevcudatın haklarına kadar geniş bir alanı kapsamaktadır.
Bu iyi olma durumu, kişinin kendine çeki düzen vererek kendisini olgunlaştırmak suretiyle mükemmele doğru sürekli bir tekamül içinde olma durumudur. Bu İslami ahlakla kişi hem kendisine bir özgüven kazanmış hem de toplumda bir itibar elde etmiş olur.
İslam ahlakını cem eden Allah dostları bizler için önemli örneklerdir. Alçak gönüllülük, kendileri için istedikleri her güzelliği toplum için de istemeleri, sıla-i rahimleri, anne-baba haklarına riayetleri, komşuluk haklarını gözetmeleri ve sair ahlaki güzelliklerle zirveyi yakalamışlardır.
Günümüzde bazı insanlar İslam ahlakının zıddı hasletlerle hem kendilerine hem de topluma karşı güvenlerini yitirmişler ve dünya hayatını daha sıkıntılı dönemlerle geçirmişler. İslam ahlakının zıddı olan kibir, haset, buğz, riya gibi şeytani hasletler tarihte Müslümanların geri kalmasına sebebiyet verdiği gibi bu gün de halkı Müslüman olan ülkelerin en büyük problemini teşkil etmektedir.
Emrâz-ı kalbiyeden (kalp hastalıklarından) olan bu menfur hastalıklar asr-ı saadetten sonra tasavvuf yoluyla tedavi edilmiştir. Dolayısıyla toplum da, tasavvuf ve kurumlarının ihmal edilmeleri oranında hem ahlaki hem de siyasi alanda dejenere olmuştur. Çünkü insanı yok eden bu problemleri yok edecek reçete tasavvufta mevcuttur.
Bu bağlamda tasavvufu toplumdan söküp atmak yerine topluma yaymalı ve toplumda ve her bireyde kökleştirmeliyiz. Müslümanların çok güçlü olduğu dönemlere bakıldığında tasavvuf dersleri ile İslami ahlakın toplum ve bireyde revaçta olduğu görülmektedir. İstanbul’un fethi sırasında Fatih’in şeyhi Akşemsettin’in askerlerden İslami ahlakın dışına çıkmamaları için büyük görev üstlenmesi fethin en büyük etkenlerinden olmuştur.
Bu emrâz-ı kalbiyelerden olan enaniyet, çok abid olan iblisi melunlaştırmıştır. İblis, Bu enaniyet hastalığıyla Allah’ı bile haksızlıkla itham etmiştir. İblisin enaniyet yüzünden melekler mertebesinden şeytanlığa geçişi Kur’an’da şöyle anlatılmaktadır:
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُواْ أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلاَئِكَةِ فَقَالَ أَنبِئُونِي بِأَسْمَاء هَؤُلاء إِن كُنتُمْ صَادِقِينَقَالُواْ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا إِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُقَالَ يَا آدَمُ أَنبِئْهُم بِأَسْمَآئِهِمْ فَلَمَّا أَنبَأَهُمْ بِأَسْمَآئِهِمْ قَالَ أَلَمْ أَقُل لَّكُمْ إِنِّي أَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَأَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنتُمْ تَكْتُمُونَوَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلاَئِكَةِ اسْجُدُواْ لآدَمَ فَسَجَدُواْ إِلاَّ إِبْلِيسَ أَبَى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرِينَ
“Rabbin meleklere “Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim” demişti; melekler, “Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz” dediler; Allah “Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi. Ve Adem’e bütün isimleri öğretti, sonra eşyayı meleklere gösterdi. “Eğer sözünüzde samimi iseniz bunların isimlerini bana söyleyin” dedi. Cevap verdiler: “Sen münezzehsin, öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Sen hem bilensin, hem Hakim’sin”. Allah “Ey Adem onlara isimlerini söyle” dedi. Adem isimlerini söyleyince, Allah “Ben gökler ve yerde görünmeyeni biliyorum, sizin açıkladığınızı ve gizlemekte olduğunuzu da bilirim, diye size söylememiş miydim?” dedi. Meleklere, “Adem’e secde edin” demiştik, İblis müstesna hepsi secde ettiler, o ise kaçındı, büyüklük tasladı ve inkar edenlerden oldu.” (Bakara 30-34)
Allah (Celle Celaluhu), meleklerden yeryüzünde insanlardan bir halife yaratacağını, ona secde etmelerini ister. Tüm melekler secde ederken cinlerden olan İblis ise bunu kabullenmeyip secde etmekten kaçınır. Böylelikle büyüklük taslayıp inkar etmektedir. Burada İblis, bilgisizliğini Allah’a (Celle Celaluhu) karşı bile kabullenemiyor. Böylelikle Hazreti Adem’e secde etmekten kaçınıp melun olur. ِ
وَلَقَدْ خَلَقْنَاكُمْ ثُمَّ صَوَّرْنَاكُمْ ثُمَّ قُلْنَا لِلْمَلآئِكَةِ اسْجُدُواْ لآدَمَ فَسَجَدُواْ إِلاَّ إِبْلِيسَ لَمْ يَكُن مِّنَ السَّاجِدِينَقَالَ مَا مَنَعَكَ أَلاَّ تَسْجُدَ إِذْ أَمَرْتُكَ قَالَ أَنَاْ خَيْرٌ مِّنْهُ خَلَقْتَنِي مِن نَّارٍ وَخَلَقْتَهُ مِن طِينٍ
“And olsun ki, sizi yarattık, sonra şekil verdik, sonra meleklere, “Adem’e secde edin” dedik; İblis’ten başka hepsi secde etti, o secde edenlerden olmadı. Allah, “Sana emrettiğim halde, seni secdeden alıkoyan nedir?” dedi, “Beni ateşten onu çamurdan yarattın, ben ondan üstünüm” cevabını verdi.”(Araf 11,12)
Ayet-i kerimelerinde de İblis, yaratıldığı maddeyi Hazreti Adem’in yaratıldığı maddeden üstün görmekte ve secde etmekten kaçınmanın gerekçesi yapmaktadır. Burada İblis, kendi varlığını Allah’tan bağımsız olarak görüp kendisini Adem’den daha üstün olduğunu iddia etmektedir. Secde emrine verdiği tepki ise yine böyle bir psikoloji ile olmaktadır. Zaten enaniyette insanın varlığını her şeyden, herkesten, hatta Allah’tan bile bağımsız görüp tüm insanlara bu psikoloji ile davranmasıdır.
Ayrıca enaniyet, her şeyin merkezinde kendini görmesi ve her şeyi kendi menfaati için kullanmasıdır. Kendisinin dışında hiçbir şeyin onun umurunda olmaması, tabiri caizse; ‘’benim işim olsun, kime ne olursa olsun…’’ zihniyeti taşımasıdır. Böyle bir zihniyet, bir cemiyette yaygın hale geldiği zaman uzlaşma, yardımlaşma, şefkat gibi toplumsal değerler yok olur. Böylece o toplumda tedenni(- maddi-manevi gerileme) hasıl olur.
Enaniyet, insanın takvasını ve ihlasını yok edip insanı günaha sürükler. Bu gerçek, şu ayette ifade edilmektedir. ِ
وَإِذَا قِيلَ لَهُ اتَّقِ اللّهَ أَخَذَتْهُ الْعِزَّةُ بِالإِثْمِ فَحَسْبُهُ جَهَنَّمُ وَلَبِئْسَ الْمِهَادُوَمِنَ النَّاسِ مَن يَشْرِي نَفْسَهُ ابْتِغَاء مَرْضَاتِ اللّهِ وَاللّهُ رَؤُوفٌ بِالْعِبَادِ
“Ona: “Allah’tan sakın” denince, gururu kendisine günah işletir, artık ona cehennem yetişir, ne kötü yataktır! İnsanlar arasında, Allah’ın rızasını kazanmak için canını verenler vardır. Allah kullarına karşı şefkatlidir.” (Bakara 206-207)
Ayetteki bu hakikati, Said Nursi (kuddise sırrehu) bunu şöyle ifade eder:
“Ve hakkı, batılın saldırısından kurtarmak için nefsini, enaniyetini, yanlış düşündüğü izzetini ve ehemmiyetsiz rekabetkârane hissiyatını terk etmekle ihlası kazanır, vazifesini hakkıyla ifa eder.”
Otosansürden kastımız ise insanların ayıbını örtbas edip araştırmaya geçmemektir. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vessellem) bir hadisi şeriflerinde;
“Bir müminin ayıbını örten kişinin, Yüce Allah da kıyamet gününde ayıbını (günahlarını) örter.” (Müslim) buyurarak birbirimize karşı saygılı olmak, birbirimizin ayıplarını araştırmamak, birbirimize sevgi çerçevesinde davranmak gerektiğini belirtmektedir.
İslam fıkhına bakıldığında müeyyidelerin gerçekleşmesi için adil şahitler istenirken, İslam hâkimi bu şahitleri şahitliklerinden vazgeçmeleri için telkinlerde bulunur. Zina yapan bir insana şahit olan, sadece bir kişi ise bunun şahitlik etmemesi telkin edilir. Çünkü tek kişinin şahadeti zina suçunun isnadında kabul edilmemektedir. O kişinin bu günahı saklayıp ifşa etmemesi emredilir. Aksi bir durumda, yani ifşa etmesi durumunda ise kendisine müeyyide uygulanır. Bundan anlıyoruz ki, Müslüman olarak birbirimizin peşine düşmeyip casusluk yapmamalıyız.
Mutlaka bilinmeli ki, peygamberlerin dışında veli olsa dahi kimse günahlardan masum değildir. Bu hususta ehl-i sünnetin ittifakı mevcuttur. Dolayısıyla her insanın bir şekilde yüce Allah’a (Celle Celaluhu) karşı bir ayıbı söz konusudur.
Kişi ile Allah (Celle Celaluhu) arasında kalması durumunda Allah’ın (celle celaluhu) o kimseyi o günahtan dolayı bağışlaması kuvvetli bir ihtimâldir. Ayrıca husn-ü zannı, İslam ahlakından sayan Kur’an ve Sünnet, tüm Müslümanlardan her Müslümanı iyi ve doğru bir kişi olarak görmesini, kendi nefsi için istediğini Müslüman kardeşi içinde de istemesini emretmektedir. Bununla toplumsal birleşmeyi, kaynaşmayı ve güveni hedef almaktadır.
Hata eden bir insanın hataları ifşa edildiği zaman, bazen ailevi bir takım sıkıntılar meydana gelmektedir. Bazen de onun akrabaları bir şekilde toplumdan dışlanır. Toplumsal güvensizlik ve toplumsal çözülmeler hasıl olur. Halbuki Kur’an ve Sünnet; güveni, birleşmeyi, yardımlaşmayı, kardeş olmayı temel esas alan kuralların tümüdür.
İslam, hüsn-ü zannı emrederken, işlenen günahlara karşı mücadele etmeyi de emretmiştir. Kişi yanında yapılan zulme, gözünü kapatıp görmemezlikten gelemez. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vessellem) ;
“Gördüğünüz bir hatayı elinizle, gücünüz yetmezse dilinizle, gücünüz yetmezse kalbinizle engel olmaya çalışınız.” (Müslim) buyurmaktadır.
İslam şeriatı, kişiyi, insanlardan kesin bir şekilde göreceği zararlara karşı uyarır ve gerekirse tedbir alır. Yoksa “bana değmeyen yılan bin sene yaşasın” anlayışını kabul etmemektedir. Bunun dışında kişilerin günah ve ayıplarını araştırmayı yasaklamaktadır.
Hazreti Ömer (radıyallahu anh), istihbaratı, halkın devletten razı olup olmadığını tesbit etmek için yaptırıyordu. Bundan amaç ise; halkın gördüğü eksiklikleri tamamlamaktı. Bu sistem daha sonra İslam şeriatı ile idare edilen diğer İslam devletlerinde de kısmen de olsa uygulanmıştır.
Hulasa; enaniyet sahibi (egoist) kendisinin dışında kimseyi görmez, herkesi eksik ve kusurlu görür. Onlarda var olan bir başarı, onu haset hastalığına mübtela eder. Bu haset hastalığı ise onu iftiraya, ayıbını araştırmaya, toplumda onu düşürmeye çalışarak egosunu tatmin eder. Fakat bunu yaparken maalesef Allah’a (celle celaluhu) karşı suç işlemekte, toplumsal dengeyi bozmaktadır. Yine üzülerek belirtmek gerekir ki bu gün İslam âlemi, bu hastalığa yakalandığından dolayı sırtını bir türlü doğrultamamaktadır
Recep 1435 Mayıs 2014