Safer 1437 (Kasım 2016)
أعوذ بالله من الشيطان الرجيم , بسم الله الرحمن الرحيم
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…
Bizi yoktan var eden Allah’a sonsuz hamd, peygamberine ve âline salât ve selam olsun. Asıl konuya girmeden önce tasavvufun manası, gayesi ve faydasını zikredelim.
Tasavvuf; köken olarak sufi den gelip temiz, pak gibi manalara gelmektedir. Istılah da ise nefis terbiyesinde uygulanan metotlardır. Ayrıca tasavvuf; Allah’ın emirlerini harfiyen yerine getirip nehiylerinden ictinab etmektir. Başka bir ifadeyle tasavvuf; Peygamber Efendimiz’e (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) varis olmuş gerçek murabbilerin elinde, nefsin tezkiye, kalbin tasfiye edildiği manevi bir mekteptir. Tasavvuf; Müslümanları sevmek, Müslümanların sevgisiyle Peygamber’i (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sevmek, Peygamber’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sevgisiyle Allah’ın sevgisini kazanmaktır.
Günümüz deyimiyle tasavvufu şöyle tarif edebiliriz: Tasavvuf; insanları ıslah eden merkezlerdir. Bu ıstılahi manalardan anlıyoruz ki tasavvuf; insanların manevi olarak olgunlaşmasıdır. Bu metot Peygamber Efendimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) döneminden başlayıp bugüne kadar gelmektedir. Kişi tasavvuf edepleriyle kendisini manevi olarak olgunlaştırmaya çalışır. Dünya (mal, iktidar) açısından her hangi bir talebi olmaz. Dolayısıyla tasavvufa bağlı her hangi biri sadece manevi açıdan yönünü belirler.
Tasavvufun gaye ve faydasını şöyle özetleyebiliriz: Allah’ın rızasını kazanıp dünya ve ahiret saadetine kavuşmaktır. Tasavvufun bir nev’i olan Nakşibendilik, Peygamber Efendimiz’den (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Hazreti Ebubekir ve Selman-ı Farisî kanalıyla gelerek şeyh Bahauddin Nakşibend ile kurumlaşan zikr-i hafiyi metot edinen bir nefsi terbiye yoludur.
Bu yolun ibtidasında şu üç husus esas alınmıştır:
Birincisi; teslimiyettir; Teslimiyet, Nakşibendi ulemasınca şöyle tarif edilmiştir: Ölü ğassâlın (yıkayıcısının) elinde nasıl ise, mürid de üstâda karşı öyle olmalıdır. Çünkü üstâdına tam teslim olan bir mürid onun vermiş olduğu bütün dersleri kalbinde inkâr olmaksızın yerine getirecektir. Bu teslimiyet metodu Nakşibendiliğe has bir metot olmayıp bütün mesleklerde, ilim gibi hoca talebe arasında öğrenimi gerektiren her şeyde geçerlidir. Bir talebe hocanın ilminden ve ilminden istifade edeceğinden şüpheli ise (yani tam teslimiyet olmamışsa) o hocadan faydalanması mümkün değildir. Bir kişi okuduğu kitaba inanmazsa o kitaptan istifade etmesi mümkün olamaz. İlm-i kalb olan tasavvufta üstada tam teslimiyet oluşmazsa istifade hâsıl olmayacağı için Nakşibendilikte de teslimiyet birinci şart olarak kabul edilmiştir.
İkinci esas muhabbettir; Muhabbet; müridin üstadına karşı eksiksiz sevgi göstermesidir. Müritte üstadına karşı istenilen sevgi olmadığı zaman mürebbisi olan üstad, onu nefsî açıdan tam terbiye edemez. Bu sevginin hâsıl olabilmesi için, rabıta ders olarak konulmuştur. Rabıta müridin şeyhinin her zaman yanında olduğunu tasavvur etmesidir.
Bir başka rabıta şekli ise; şeyhinin alnından müridin kalbine feyz ve nur sirayet etmesidir. Bu metot müridin şeyhine karşı olan muhabbetini zirveye ulaştırır. Müridin üstadına olan muhabbeti müridi daha yüksek muhabbetlere götürür. Mesela müritte üstadına karşı tam muhabbet oluşunca “fenâ fiş’şeyh” makamı ona hâsıl olur. Bu makam sonucunda Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) aşk ve muhabbetini elde edip “fenâ fir’Rasûl” makamına ulaşır. “Fena fir’Rasûl” makamıyla da asıl gaye, maksadul a’lâ (en ulvi gaye) olan Mevla Teâlâ’nın sevgi ve muhabbetini elde etmektir. “Fena fillah” makamı bu muhabbetle elde edilir. Kalbî zikir de rabıta gibi insanın Allah’ı daima anmasını ve huzur içerisinde olmasını sağlar.
Üçüncü esas; Şeriat-ı ğarrânın zahirini tam tatbik etmektir. İmam-ı Rabbanî (Kuddise Sirruhû) Mektûbât’ında:
“Bu Tarikat-ı Nakşibendiyye-i Aliyye’nin önemli düsturlarından birisi de; salikin şeriat-ı ğarrâyı hayatında tam tatbik etmesidir” buyuruyor. Yine Mektûbât’ında sünnetlere bağlılığın önemini ifade ederken bidatın her türlüsünü reddetmektedir. Nakşibendi meşayihından biri şöyle buyurmaktadır: “Tarikat; şeriattır, şeriattır, şeriattır.” Bu zatın üç defa, “tarikat şeriattır” demesi şunu amaçlamaktadır: Tarikat şeriatın uygulamasına bir araçtır. Meşayıhdan başka biri bunu teyid ederek şöyle buyurmaktadır: “Şeriatın tam tatbik edilmesi için tarikat, şeriatın düsturlarını daha disiplinli bir tarzda metot edinmiştir. Mesela; şeriat namahrem olan bir kadına bakmayı günah saymıştır. Tarikat ise şeriatın kişinin bu emri kendine tam uygulaması için kadına değil bakmayı onu kalbinden geçirmesini bile yasaklanmıştır.”
Nakşibendi tarikatı Allah yolunda sülûk edenler için mebde’ ve nihayet diye iki yol göstermiştir. Mebde’ başlangıçtır. Nihayet ise son aşamaya varmaktır. İmam-ı Rabbanî hazretleri: “Başka meşreblerin en sonda ulaştıkları makam, bizim mebdeimizdir” buyurmaktadır. Nakşibendilikte kalp ve bütün lataiflerin Allah lafzını zikretmesiyle kalbi hastalıkların tümü tedavi edilmektedir. Çünkü insanın dört ana unsurunun (hava, toprak, su ve ateş) insana galebe etmesiyle kibir, taatte gevşeklik, ikiyüzlülük, kin ve haset insanda hâsıl olur. Nakşibendi tarikatı bu dört unsurun etkinliğini yok etmek amacıyla insanların yaratıldığı diğer beş nurani havassı öne çıkarır. Bu beş nurani havas faaliyete geçmesiyle kişi yüksek makamlara ulaşır.
Tüm bunlardan anlıyoruz ki; Nakşibendilik veya her hangi bir tasavvuf kolunun amacı, manevi olarak kendilerini ıslah edip yükseltmektir. Tasavvufun hedefinde riyaset, iktidar, mal, mülk gibi dünyevi hususlarda yükselmek olmayıp bilakis insanı bu gibi maddi hastalıklardan arındırmak vardır. Tekkenin amacı, tekkede zikir, ibadet gibi ahiret faaliyetleri yapıp dünyevi konuşmamaktır. Şah-ı Nakşibend’den (Kuddise Sirruhû) bu güne kadar tekkeler siyaset ve iktidardan uzak kalmıştır. İktidardan uzak kalmakla beraber ona müdahale etmemiştir. Mutasavvıflar İktidarın kapısına hiçbir zaman el açmamışlardır. Bununla beraber söz geçirdikleri adil iktidarlara nasihat ve Allah’ı hatırlatmaktan da geri durmamışlardır. Adil olmayan iktidarlara da isyan etmeyip onların ıslahı için duada bulunmuşlardır. İslam’ın emri olan ülül’emre şer’i dairede itaat etmişlerdir. Yalnız adil olmayan idarecilerin döneminde bile insanların ıslahından geri durmamışlardır. En zor durumda bile halkı idareye karşı hiçbir zaman kışkırtmamışlardır.
Bu bağlamda İslam ülkelerinde idarenin devamının en sağlam kalesi, her durumda savunucusu tasavvuf ehli insanlar olmuşlardır. İslam ülkelerinde idarenin devamı bir anlamda tasavvuf ehli insanların omuzları üzerinde yükselmiştir. Ülkemiz ve diğer İslam ülkelerinde tasavvufun yaygın olduğu dönemlerde halk ıslah edildiği için devlet işleyişi daha rahat olmuştur. Çünkü İslami açıdan yetiştirilen toplum, devleti ve milletiyle uyum içinde yaşar. Allah korkusuyla eğitilen bir topluluk kimseye zararı olmadığı gibi Allah korkusunun ona vermiş olduğu ahlak sayesinde devlete ve insanlara faydalı olmaya çalışır. Toplumda tasavvufun, dolayısıyla İslam’ın olmadığı dönemlerde halk sahipsiz olup Allah korkusundan uzak kalmışlardır. Bunun maliyeti de hem devlet hem de topluma ağır olmuştur.
Biz bu hususları ifade ederken İslam tarihinin başlangıcından bugüne kadar gelen durumu göz önünde bulundurarak ifade ediyoruz. Tarihte ehli kalp olan dervişlerin devlete ve insanlara zarar verdikleri vaki değildir. Bunun dışındaki iddiaların hepsi iftiradan ibarettir. Günümüzde televizyonlarda İslam düşmanları çıkıp toplumumuza tasavvufu öcü göstermek için ellerinden gelen her iftirayı atmaktadırlar. Tek gayeleri insanlarımızı manevi düsturlardan uzaklaştırmaktır.
Yakın tarihte geçen Menemen ve Şeyh Sait gibi insanlarımız hakkında yanlış aktarılan hadiseler gerçek anlamda aydınlandığı zaman, müfterilerin tarih karşısında yargılanacağı bilinmelidir. Çünkü hiçbir Nakşibendi şeyhi devlete millete zarar verecek hissiyatta olmamıştır. Zaten tasavvufta var olan yetiştirilme âdâb ve ahlakı buna engeldir. 1. Dünya Savaşı’nda ülkemizin batısında var olan tarikat ehli, gönüllü olarak Çanakkale’ye gidip şehit düşmüşlerdir. İstanbul’da 1. Dünya Savaşı’nda talebe ve hocaların Çanakkale’ye gitmesinden dolayı medreseler boşalmıştır. Aynı durum ülkemizin doğusu için de geçerlidir. Doğu meşayihi mürit ve talebeleriyle beraber Ruslara karşı çetin bir mücadele vermişlerdir. Bu günkü tarih kitaplarında bu insanların kahramanlıkları geçmemekle beraber Batum’a kadar Rusları kovalayan bu ehli kalp insanları unutmamak gerekir.
Cumhuriyetin ilk kuruluşunda bu vatanperver insanlardan bazıları idam edilmek, bazıları da sürgün edilmek suretiyle cezalandırılmışlardır. O dönemde -haddi zatında olmasa bile- ehli tasavvuf bazılarınca devlete karşı gelme potansiyelinde olmalarına rağmen devletin kutsiyetine binaen karşı gelmemişlerdir. Sadece o dönemde devletten kırgın kalarak kendi ilim ve irşat faaliyetlerini devam ettirmişlerdir.
Tasavvuf ehli devlete alternatif olmadığı gibi halkı da maddi ve manevi olarak yalnız bırakmamışlardır. Ehlisünnet İslam anlayışının şekillenmesinde büyük bir payeye sahip olan tasavvuf mefkûresinde dünyanın riyaseti, iktidarı vs. gibi hususlar insanı meşgul eden dolayısıyla da kaçınılması gereken hususlar olmuştur. Dünya ve dünyaya taalluk eden riyaset, iktidar, güç gibi unsurlar, insanın seyr-u sülûkünü tamamlamasında birer engel olarak görülmüştür. Bundan dolayı tasavvuf kendisiyle güç ve riyaset arasına anlamlı ve makul bir mesafe koymuştur. İnsanın bu gibi durumlardan bedenen zihnen ve kalben uzak durması, seyr-u sülûkünü sağlıklı tamamlaması için en önemli şart olarak görülmektedir. Zaman zaman bunun aksine hususlar tasavvuf muarızlarınca durumdan vazife çıkarıp dillendirilse de gerçek, ifade ettiğimiz gibidir. Hulâsa; tasavvuf ehli insanlar hiçbir zaman iktidara alternatif olmadıkları gibi, emr-i bil’maruf ve nehyi anil münkerden de geri durmamışlardır.