08.02.2018 tarihli sohbet

Bu akşam İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin 268. mektubunu okuyacağız inşallâh. İmam-ı Rabbanî bu mektubu Hân-ı Hânân’a göndermiş; “peygamberlere varis olan âlimler kimlerdir” onu izâh etmiş. İnşallâh sohbetimiz bu konu ile alakalı olacak.

“Allâh’a hamd, seçilmiş kullarına selâm olsun. Buradaki fakirlerin halleri hamd etmeye layıktır. Bunun için Allâh’a şükretmek gerekir. Sübhan Allâh’tan dileğimiz, selâmette, sebat ve istikrarda olmanızdır. Veraset ilmine kimlerin sahip olduğu hakkında münakaşalar var; bu nedenle kimlerin ilimde peygamber varisi olduklarını izâh edeceğim. “

Her âlim peygamber varisi olabilir mi; veyahut her muttaki peygamberlerin varisi olabilir mi? İmam-ı Rabbanî şimdi okuyacağımız bu mektubunda bize izah edecek inşallâh. Hadîs-i şerîflerde şöyle bir şey vârid olmuş; وَإنَّ الْعُلَمَاءَ وَرَثَةُ اْلاَنْبِيَاءِ “Âlimler peygamberlerin varisleridir.”[1]

Bu büyük bir müjdedir; peygamberân-ı izâm hazretleri Yüce Allâh tarafından seçilmiş, vahye muhatap olmuş seçkin kullardır. Hazret-i Âdem’den son peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa’ya (sallâllâhu aleyhi ve sellem) kadar yüz yirmi dört bin peygamber gelmiş; bu peygamberlerin tümü ilahî vayhe muhatap olmuştur.  Bu peygamberler ile Allâh arasında Hazret-i Cebrail vahiy getirmiştir.  Peygamberler büyük insanlardır; belli vasıfları var, önemli sıfatlarından birisi masum olmaları yani günahsız olmaları, bu hususta Cenâb-ı Hakk’ın hususî koruması altında olmalarıdır. Bizim inancımıza göre, bütün peygamberler seçilmişlerdir; kesbî olarak peygamberliği elde etmemişlerdir. Allâh-u Teâla, bunları dünyaya gönderirken, onları günahlardan korumuş; onlara ilim, zekâ, feraset, sadakat vermiş; onlar da yeryüzünde Allâh-u Teâla’nın dinini kendi bölgesinde, kendi köyünde, kendi mıntıkalarında veya kendi evlerinde tebliğ ederek hem tebliğ hem de birer temsil insanı olmuşlardır.

Arapçada Resûl ve Nebi diye kısımları var; Türkçe’de biz hepsine peygamber diyoruz. Resûl kendisine vahiy gelen ve bu gelen vahyi bulundukları bölgeye yaymışlar. Bazı peygamberler bir köye gönderilmiş; bazı peygamberler bir mıntıkaya, bazı peygamberler bir kavme, Hazret-i Musa, İbrahim Peygamber, Nuh Peygamber gibi, bunlar daha kapsamlı. Bazı peygamberler ise sadece kendi hanesine/evine gönderilmiş; birkaç kişiden sorumlu olarak gönderilmişler. Bunlar Resûldürler. Nebi ise daha kapsamlı, daha umumîdir; resulü de içine alıyor. Tebliğ emr olunmamış peygamberler de var; O’nun tebliğ halkasında sadece kendisi var, kendisine peygamber. İşte yeryüzünde bu seçilmiş insanlardan daha eşref daha kimse yok; onlar meleklerden de üstündürler, hatta yeryüzünde kâinatta olan her şeyden daha üstündürler. Kendi aralarında birbirlerine üstünlükleri de var; ‘Ulu’l-azm Peygamberler var; Hazret-i Nûh. Hazret-i İbrahim, Hazre-i Musa, Hazre-i İsa ve Hazreti Muhammed Mustafa (aleyhimüssselâm); bunlar diğer peygamberlerden daha üstündürler. Hazret-i Peygamber, bütün peygamberlerden üstündür. İşte bu peygamberler böyle bir makama sahiptirler. Âlimler de o peygamberlerin varisleridirler.

Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor; علماء أمتى كأنبياء بنى إسرائيل “Ümmetimin âlimleri Benî İsrail’in peygamberleri gibidir.” Ben-i İsrail’in peygamberlerinin Allâh yanında dereceleri, vazifeleri ne ise benim ümmetimin âlimleri de o değerdedirler. Tabi bunu şöyle anlamak lazımdır; onların kendileri gibi değil, onların derecesine yakın dereceleri vardır; yoksa hiçbir evliya, hiçbir âlim peygamberlerin yerini dolduramaz, efdaliyet olarak. Kimse diyemez ki, İmam-ı Şâfî, İmam-ı Azam Hazret-i Musa ile efdaliyet açısından eşittir. Evet, üstündürler ama peygamberler gibi değil, aralarında mesafe vardır. Onlar, peygamberdir; bu ise âlimdir, velidir; bunu da bilmek gerekir.

“Âlimler peygamberlerin varisleridir.”

Peygamberlerden bize bildirilen iki çeşit vardır; ilmu’l-ahkâm, zahiri ilimler. Zahiri ilimler nelerdir? Fıkıh, tefsir, hadîs. Bir de ilm-u esrar, esrar ilmi, sır ilmi, yani manevî ilimler… Allâh’ı tanımak, dünyayı terk etmek, kalbin bütün basiretinin sadece Allâh’a bakması, gayesinin ise sadece Allâh olması, ilm-u esrar olarak tabir edilir. Bu ikisi birleşince şunu anlıyoruz; zahirî ilimlerde âlim; batıni ilimlerde de yani tasavvufta, kalbî ve rûhî hayatta da olgunluğa kavuşması. Demek ki bir insan sadece bir ilimde âlim olmakla o veraseti elde edemez.

“Varis olan âlim işte bu her iki ilimden de pay sahibi olan kimsedir. Hiç kimse bir peygamber kadar âlim olamaz; onun kadar muttaki de olamaz. Çünkü peygamberler Allâh’tan asla gafil olmazlar; hiç günah işlemezler. Bir âlim, hem ilm-i zahiriden, hem de ilm-i batından pay elde etmişse o hakiki varistir; sadece bir tanesinden pay alanlar değil.”

Kişi ilim okumuş, iyi biliyor; ancak amel yok; o ilmi hayatına tatbik etmiyor, bu insan nedir? O, peygamberlik nurundan az bir pay sahibidir.

İmam-ı Rabbani şuna benzetiyor:

“Bu şeriata münâfidir. Bir insan babası öldüğü zaman babasının bir tarlası var, bir dükkânı var, bir de nakit parası var, koyunları var; bu şahıs babasının bütün malından faydalanır. Kimse ona sadece koyunlar senindir, paradan pay sana düşmez, diyemez; zira kendisine hangi mal kalmışsa ondan istifade eder. İşte o âlim, eğer bir peygamberin hayatına, yaşantısına, ilim ve amelde uygun ise ancak ona peygamber varisidir denilebilir.”

O, peygamber gibi yaşamıyor, ilmi yok, ameli var ilmu’l-esrar var, ama ilmu’l-ahkâm yok bu durumda da kişi ben bu kadar muttakiyim, Allâh’tan çok korkuyorum, Allâh’ın bütün emirlerini hayatımda tatbik ediyorum, ben de peygamber varisiyim diyemez. Günümüzde “sözde” hiçbir şeyden payları olmayanlar, din adına –hâşa- programlarında üryan kadınları oynatıyor; bir diğeri hadîs-i şerîfleri inkâr ediyor, ondan sonra bunu bir görev biliyor. Sanki İslâm toplumu, 1500 senedir İslâm bayrağını taşıyanlar hiçbir şey bilmiyor.  Hangi misyonerlerden, hangi Yahudi locasından emir alıyor bilinmemekle beraber, -aslında biliniyor ama biz bilmiyoruz hangi locadan yardım alıyorlar- sonra kalkıyor, hadîs yok, mezheb yok, Kûr’ân tarihseldir zırvalıklarını serdederek kendilerine âlim diyorlar. Allâh aşkına, senin âlimlikle ne alakan var; sen âlim olmadığın gibi şeytana maskara olmuş müfsidsin, sen insanları ifsat ediyorsun.

Burada insanlara şunu diyoruz: Ey Müslümanlar! Bu insanların peşine düşmeyin; çünkü bu insanlar Kûr’ân elimizde, hadîsler elimizde, bu Kûr’ân’ı yorumlayan milyonlarca âlim, ilimde mütebahhir âlimler yetişmişler, hepsi Kûr’ân’ı Kerîm’i açıklamışlar. Onlar hem vahye yakın olmaları itibariyle, zaman itibariyle -misal, İmam-ı Ebû Hanife Hazretleri tabiînlerdendir- o dönemde Kûr’ân’ı Kerîm’i yorumlamışlar. Biz, efendim, İmam-ı Ebû Hanife hata etmiştir dersek, birisi bize aklen, mantıken der ki, “kardeşim sen deli misin; o yakın tarihte âlimlerin  bol olduğu bir zamanda ve İslaâm’ın asr-ı saadet duruluğuyla yaşandığı, hükümlerinin uygulandığı bir zamanda, Kâr’ân’ı Kerîm’i, hadis-i şerîfleri tevil etmiştir; sen ahir zamanda, fitne zamanında geldin, bütün sefahetleri biliyorsun, bu zamanın bütün pisliklerine bulaşmışsın, Amerika da yaşıyorsun veyahut Türkiye’nin en güzel yerlerinde sefahet aleminde yaşıyorsun; kalbinde îmân o kadar zayıflamış; Allâh korkusu kalmamış; sen kalkıyorsun, geçmiş tarihte olan bütün ilmi tek bir defada reddediyorsun; adama deli misin derler.” Aslında onların fikirlerinin yanlış olduğu apaçık biliniyor; 1500 sene sonra ilimleri olmayan dediğim insanların en büyük olarak kabul ettikleri bu sefih insanlar gelsinler, şu an burada İmam-ı Rabbani okuyoruz; bu kitabın bir satırını doğru okusunlar, iki satırına mânâ versinler; hayır, ilimleri yok ki yapamazlar. Ben bunların birini müşahede ettim; bir Arapla konuşuyor, sözde meal yazmış; hep galat meâl yazmış. O yeni fikirlerden bahseden, Araba diyor ki “efendim, kusura bakmayın; ben Arapça bilmiyorum.” Bütün din Arapça olan Kûr’ân’dan, hadîsten gelmektedir; sen bu dinin kaynaklarını bilmiyorsun, peki bu yorumları nasıl yapıyorsun? Sen cahilsin; onlar cahildirler, onların hiçbir payları yoktur. Onlar sadece belli localardan ücret almış; İslâm dinini ifsâd etmek üzere görev almış birer kukladan ibarettirler. Gün geçtikçe bunların sayıları çoğalıyor; onlar zaten “dallîn”dirler; ama bununla kalmıyorlar, insanları da dalalete götürüyor, -hafizanallâh- yuvarlıyorlar. İşte ona üzülüyoruz; adam aklını başına getirmiyor. Bu bir dindir, felsefe değil; bu bir beşerî ideoloji değil. Efendim, filan şöyle dedi, ben onu taklit edeyim, bu öyle değil ki, vahiyden sapmak veya birini vahiy ve sünnet yolundan saptırmak büyük bir vebali gerektiriyor. Bu insanın yeri cehennemde “esfel-i safilîn”dedir. Bu insanları uyaralım, insan hayret ediyor; üryan kadınlar, kızlar kullanılıyor, televizyonlarda böyle sıraya diziliyor; alenî olarak Yahudilik, Masonluk propagandası yapılıyor. Müslüman kadınların iffet ve ahlaklarını bozuyorlar. Bir ideoloji olarak halkın içerisine çıkıyor ve benimseniyor; bu delilikten, dalaletten, sapkınlıktan başka nasıl izah edilebilir! Bunun adı başka ne olabilir?

Din tahrif edilmemiş, ana kaynakları elimizde sapasağlam duruyor; bir harfi bile değiştirilmemiş din var, Kûr’ân var, hadîs-i nebevî var, mezhepler var. Bunların tek bir kelimesi bile değişmemiş. Peki, ne oldu da bunlar din adına kendilerini değiştiriyorlar? Sadece bu değil, günah ve sevapla ilgili, haram ve helalle ilgili; günümüzde bakıyorsunuz adam tefecilik yapıyor, bunu sözde -hâşâ- İslâm’a uyduruyor, kumar oynatıyor/oynuyor, eroin kullanıyor, esrar kullanıyor, bunu bir de kılıfına uyduruyor. Böyle bir şey olabilir mi? Başına ufak bir şey kapatıyor, bütün vücudu açık veya kot pantolon giymiş; İslâm’a yeni bir şekil getirmeye çalışıyorlar, ama onlar ne yaparlarsa yapsınlar muvaffak olamayacaklar. Medreselerde müderrisler, talebeler, Kûr’ân ve sünnete bağlı o kadar çok insan var ki bu yeni fikirler gelip geçecek; bunda şüpheniz olmasın. İslâm tarihinde nice sapık fikirler ortaya çıktı ve kayboldu gitti. Bu modernistlerden ölenler -ben isimlerini söylemiyorum- isimleri bile unutuldu; sapık fikirleri unutuldu gitti; İlâhî Kelâm’ın karşısında, iffetsizlikleri ve hayasızlıklarıyla şeytanın, paranın, şehvetin ağına düşmüş bu zavallı piyonlar da elbette unutulup gidecek; Kûr’ân ebedî olarak hayat nizamını tesis edecektir; bizim bunda asla şüphemiz yoktur.

Bakınız asr-ı saadet duruluğuyla, Kûr’ân ve sünnet metodları ışığında İslâm dinini bize kadar getiren seleflerimiz unutuldu mu; İmam-ı Azam Ebû Hanife Hazretleri’ni hangi beşerî güç unutturabilir. Hakiki varisleri hiç kimse gönüllerden silemez; çünkü bir kere peygamberlik varisi olarak alınan ilim bereketli olur, kaybolmaz. Şimdi benim bilgim hocama dayanıyor; hocalarım hayattadır, -Allâh onlara uzun ömürler ihsân eylesin- onlar da o ilmi kendi hocalarından almışlar; tâ ki Peygamber Efendimiz’e kadar giden asıl ilimdir bu. İşte dinin gerçeği budur; sonradan saptırılmış din o tutmuyor, bizim üzüldüğümüz taraf, onların peşinden giden insanların ebedî felaket ve helaketlere sürüklenmesidir. Her insan kendisinden sorumludur şimdi bir karn/kavim geldi cehennemlik oldu; onları sapıttılar cehenneme gittiler; bu demek değildir ekol olarak kalacak Mutezile bir tarihte İslâm devletinin mezhebi idi; peki şimdi okumamış kesimden kaç kişi Mutezile mezhebini biliyor? Kimse bilmiyor, bitti gitti. Bahaiye, Kaderiye, Cebriye… birçok akım geldi ve kayboldu. Onlar böyle sapık değillerdi; şimdikiler gibi belirli konularda cumhura aykırı idiler, sadece o kadar; ama günümüzün sapıkları o kadar çok ileri gittiler ki, namaz da kılmıyor, gusül gerekiyor gusül de yapmıyorlar. Kalpleri kapkara olmuş; onların işi sadece din ile oynamaktan ibarettir. Onlar kâfirlerden daha zararlıdırlar; bu kadar desek yeterlidir. Bu yeni din, yeni anlayış, hakiki din olan İslâm’da makbul değildir. Gerçek din İmam-ı Rabbani’nin de buyurduğu gibi “ilim, şeriatın tümü, amel, bir de bunları yapmak için tasavvuf ilmi,” işte ilim budur. Bir insan olgunlaşmak istiyorsa, bu ilimlerin tamamında olgunlaşması gerekir. Yoksa birkaç tane bilgi şuradan buradan, internetten, bilgisayarlardan alarak ben çok iyi biliyorum demesinler; kimse çok iyi bilmez, takvası olmayan bir insan bir defa hiçtir.

Allâh-u Teâla bizi, bütün İslâm âlemini muvaffak kılsın; İslam’a sapkın fikirler sokmaya çalışanları ıslah eylesin; hidayet ihsân etsin; eğer ıslah olmuyorlarsa İslâm toplumunun içerisinden onları irtihal etsin. Hepinizi Allâh’a emanet ediyorum

[1] Ebû Dâvud, İlm 1; Tirmizî, İlm 19; İbnu Mâce, Mukaddime 17

 

WhatsApp'ta paylaş