11.01.2018 tarihli sohbet
اَلْحَمْدُ لِلهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَاصَّلَاةُ وَسَّلَامُ عَلٰى رَسُولِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى آلِهِ وَاَصْحَابِهِ أَجْمَعِينَ
Bu akşamki sohbetimiz -inşallâh- İmam-ı Rabbani’nin mektubatından[1] 237. mektup olacak; bu mektup Mele (molla) Muhammed Galip’e gönderilmiş; sünnet-i seniyyeyi teşvik hakkında ve Nakşibendî tarikatının büyüklüğü hususunu ifade etmektedir.
Cenâb-ı Allâh bizi Muhammed Mustafa’nın (salallâhu aleyhi ve sellem) nuranî caddesinde sabit eylesin inşallah-. Ey kardeşim! Bu Nakşibendî tarikatının büyükleri sünneti seniyyeye tabi olmuş; bütün hal ve hareketlerinde hep sünnete mutabık olmuşlardır.
Zaten bu tarikat-ı Nakşibendîye’de amaç sünnet-i seniyyeye ittibadır. Nefsle mücadele etmek, nefs-i emmareyi yok etmek, onu Rabbimiz’in razı olduğu şekilde dizayn etmek… amaç budur. Onunla birlikte şeriatın tümünü hayatında uygulama ve tatbik etmektir. İmam-ı Rabbani (ks) böyle buyuruyor: “Nakşibendî tarikatı büyükleri, sünnet-i seniyyeye tabi olmuşlar.” Yani onların bütün hareketleri sünnet-i seniyyeye uygun olmuş; hiçbirinde sünne-i seniyyeye aykırı hareketler olmamıştır. Biz bu zatları gördük -elhamdülillah-; bakınız, bir zat sekerât anında bizim küçük dediğimiz, pek önemsediğimiz bir sünnetle alakalı ne yapıyor: Onun çoraplarını çıkaracaklar sekerat anında, “malûm, biliyorsunuz çorap giyilirken sağdan, çıkarılırken soldan başlanır; keza elbise de öyle, giyerken sağdan, çıkarılırken soldan başlanır.” o zatın oğlu o anda unutmuş; heyecanlanmış; her neyse, çorabını sağdan çıkarmaya başlayınca ayaklarını yere yapıştırıyor; bırakmıyor ki oğlu sağ ayağından çorabını çıkarsın. Biz anladık ki orada, şeriat-ı garraya aykırı bir durum var; hemen kendimize geldik, çorabı çıkarmaya soldan başladık. Zira bu zatın bütün hayatı sünnete muvaffık geçmiş; sünnete muhalif hiçbir davranışı olmamıştır. Bu nedenle sekerâtın en zor anında bile sünnet-i nebevîden ayrılmıyor.
Tasavvuf derslerine ilk başladığımızda, üstadlarımızın bizlere söylediği ilk ders sünnete tabi olmaktır; sünnete tabi olmak sadece sünnet namazları değil ki. Şimdi Müslümanlar sünnet-i seniyyeyi o kadar unutmuş ki sadece sünnet namazları biliniyor; gerisi âdeta unutulmuş gibi. Sünnet öyle bir şey ki kişinin sabah uyanışından başlıyor; yemesi-içmesi, davranışına kadar bir düzen, bir kurallar manzumesi koyuyor ve âdeta bütün hayatı yeniden tanzim ediyor. Günde iki veya üç defa yediğimiz yemeğe, içtiğimiz suya bile Peygamber Efendimiz bir kural getirmiş; suyu tek nefeste içmemek, sıcaksa yemeğe üflememek, tam acıkmadan sofraya oturmamak, karnını tıka basa doldurmamak… bunların hepsi sünnettir. Düşünün, yürürken hızlı yürümemek, insanlarla karşılaşınca güler yüzlü olmak, güzel sözlü olmak, yatarken sağ tarafına yatmak, elbiselerini giyerken sağdan, çıkarırken soldan çıkarmak, eve girerken sağ ayakla girmek, evden çıkarken de sol ayakla çıkmak… bunlar hep nebevî sünnettir. İslâm sadece ahiret dini değildir; sadece ahiret yurdu için şunları yapın demez; evet, maksûd ahirettir; ancak insanın günlük hayatının tanzimiyle alakalı neler yapılacağı da âyet-i celile ve hadis-i şeriflerle bildirilmiş; dahası insanın doğumundan ölümüne kadar yapacağı her şey, İslâm, imân ve ihsân çizgisinde bir düzene kavuşmuştur.
Sadat-ı Nakşibendî, nefsle mücadelede, evvela sünnet-i seniyyeye ittiba kuralı ile başlamış; onunla nefsini yok etmeye çalışmış ve nefs mücadelesi yapmışlardır. Bakınız, tarikat-ı aliyye de bir kural olarak “azimetle amel” etme meselesi tercih edilmiştir. Kolaylık sağlayan fetvalarla amel edilmemiştir. Yani dinin aslı neyse onlar bunu kendilerine düstûr edinmiş ve ruhsatlarla amel etmemişlerdir. İslâm’da kurallar var; bunlar azimettir, zorunlu durumlarda elbette ruhsatlar vardır; misal Şâfî mezhebinde seferde iki namazı birleştirmek -cem-i takdîm ve cem-i te’hir- ruhsattır, yani dinin yüsr kâidesine bağlı bir kolaylıktır; ancak her namazı vaktinde kılmak azimettir, sadât-ı Nakşibendî de mümkün mertebe, namazları birleştirmemiş, azimet yönünü tercih etmişlerdir. Onların önemsedikleri şey amellerde hep azimet olmuş; kolaylıklar olmamıştır. Bizatihi dinde var olanla amel etmişlerdir.
Azimetle, sünnet-i seniyyeye ittiba ile amel neticesinde onlara bazı haller olmuşsa bunu büyük bir nimet saymışlar; yani bu halleri Allah’tan bilmiş, bu nimete karşı yüce Allah’a şükretmişler. Azimetle, sünnete ittiba ile amel edince, onlarda kerametler, cezbeler, aşk-ı ilâhî, makamlar… velhasıl olağanüstü haller hasıl olmuşsa bunları kendilerinden bilme gafletine düşmemiş, Yüce Allâh’ın bir inamı olarak görmüş, kabul etmişler. Şayet sünnet-i seniyye yoluna ittiba edilmeden bu haller zuhur etmişse, bu durumda istidrac endişesiyle; “ben sünnete ittiba etmemişim; o zaman bu haller olsa olsa istidraçtır.” Demiş ve bu halleri, kerametleri kabul etmemişler. Onların en büyük hedefleri sünnete ittibadır; eğer bu kerametler, manevî haller sünnetle beraber olmuşsa güzel, sünnete tabi olmadan zuhur etmişse bunu kabul etmemişler. Bu hallerde perişanlık görmüşler, ancak kabul etmemişler. Bakmışlar, evet kendilerinde bir takım manevî haller meydana geliyor, fakat sünnete karşı gevşeklikleri de var; o zaman bu halleri birer mağlubiyet eseri olarak görmüş; onu perişanlık addedip, kendilerine meziyet olarak görmemişler. Bazı ilimler var, rûhî hallerle ilgilidir; psikoloji, felsefe gibi, bunlar dine bağlı ilimler değil; misal Hinduların Brahmanları gibi rûh ile ilgili bazı tecrübeleri var. Yunan felsefesi gibi, sihir gibi birtakım şeyler var, bazı suretler tecelli oluyor; fal vs. gibi bazı harikuladelikler onlara keşfolunuyor. İşte, bu onlar için musibettir; onlara bundan, musibetten başka bir şey yoktur. Eğer bir kişiye zikirden dolayı cezbe, ilahî aşk, keramet… hasıl olmuş, ancak kendisi sünnete bağlı değilse, sünnete karşı gevşekliği varsa bu Nakşibendî büyükleri bunu kabul etmemiş ve şöyle demişler; şayet, bir kişide bu durum olursa nefsine desin “bu senden kaynaklanıyor; senin gayen beni daha kötü durumlara sürüklemektir.” İşte onlar için mahrumiyetten başka bir şey yoktur.
Şimdi Sadât-ı Nakşibendî’nin yolunu öğrendik; o zaman bize düşen onlara tabi olmaktır. İşte bu Sadât’ın yoluna girince, onlara tabi olmak gerekir. Onlara muhalif olmamak, hatta bir kıl kadar onlara muhalefet etmemek gerekir. Eğer biz bu yola girmişsek bir mürşi-i kâmilin elini tutmuş ve Yüce Allah’ın; يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَكُونُواْ مَعَ الصَّادِقِينَ “Ey îmân edenler! Allâh’tan sakının ve sadıklarla beraber olun.”[2] emr-i celiline uyarak, sadıklarla beraber olmuşsak; onları sadık olarak, rehber olarak kendimize kabul etmişsek, onlara mutabakat edip, onlardan bir kıl kadar dahi olsa ayrılmamak ve sünnet-i seniyye yoluna muhalefet etmemek icab eder; ki onların kemâl bulmuş rehberliklerinden istifade edilebilsin. Kişi bir üstada intisab edip bütün dikkatini onul kemal bulmuş hal ve hareketlerine bağlar ve teslim olursa -inşallah- ruhaniyet itibariyle ondan istifade eder; misal biz üstadımıza bağlandığımızda, Üstadımız abdest alırken bile O’nu takip eder, O’nun abdest alışını örnek alırdık. Zaten Üstadımızın bütün hal ve hareketleri tam manasıyla sünnet-i seniyyeye uygunluk arzederdi; O’nun oturması, kalkması, konuşması, yemesi… hep sünnet üzere idi; biz de bu yüzden ona uymaya özen gösteriyorduk; çünkü onların hal ve jareketlerine muhalif davranıldığı zaman -hafizanallâh- onların maneviyatlarından, himmetlerinden, derslerinden… istifade edilemez. Tasavvufta teslimiyet çok önemlidir; peki ya teslimiyet ne demek? Muhabbetle teslimiyet, yani üstâdını muhabbetle sevecek, hatta öyle bir sevecek ki verdiği bütün emirleri, tasavvufî dersleri harfiyen yapmak ve bunu seve seve yapmak… Bir insan birini aşırı derecede sevdiği zaman, onun her şeyini kabul eder; bunun içindir ki tasavvufta üstâdını sevmek çok önemlidir. Kişi üstadını sevdiği zaman, üstadının verdiği dersler, Allah’ın emri olan şeriata uyma, sünnet-i seniyyeye ittiba hususundaki bütün emirlerini yerine getirmeye çalışır. Teslimiyet olmadığı zaman, o muhabbet olmadığı zaman, sohbetinde oturur dinler; üstad anlatır ama onun için önemli değildir. Bir muhabbet, bir teslimiyet yok ya… Günümüzde çok misalleri olduğu gibi, der ki gittim, sohbeti dinledim, bitti; yani o duruma gelir. Halbuki onun her şeyini dinlemesi, emrini yerine getirmesi gerekir ki azamî seviyede ondan istifade edebilsin. Peki, Üstadı ona ne emredecek? Diyecek ki Kûr’ân’a tabi ol, sünnete tabi ol, bu zikirleri yap, adab ve erkan budur; bunun dışında üstadı başka bir şey istemez ki. Demez ki git çalış, bana para getir. Böyle bir şey var mıdır? Böyle bir şey yoktur. Hakiki tarikat/tasavvuf yolunda mürşid-mürid münasebetleri bu çerçevede cereyan eder; bu münasebetlerin tek bir gayesi vardır, o da Allah’a hakiki manada kulluk etmek ve asr-ı saadet duruluğunda İslâm, imân ve ihsân şuuruna ermektir. Mürşid-i kâmillerin hayatlarının bütün gayesi Allâh’a kulluk yolunda rehberlik yapmaktır; hepsinden önemlisi şeriat-ı garrayı bilip sünnet-i seniyye yoluna ittiba etmektir.
Bakınız, İmam-ı Rabbanî Hazretleri devam ediyor;
“Lazım olan ilk şey şudur; ehl-i sünnet ve’l-cemaat akidesine tabi olmak.”
Bir kişi tasavvuf mektebine başladığı zaman en evvel akidesini düzeltecek; eh-i sünnet akidesine tabi olacak; Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) tebliğ buyurduğu İslâm akidesi neyse onu kendisine düstûr edinecek. İslâm akidesini öğrenmek ve ona göre inanmak en önemli meselemiz olmalıdır.
Peki, İslâm akide nedir?
Allâh’a inanmak, meleklere inanmak, kitaplara inanmak, peygamberlere inanmak, âhiret hayatına inanmak, kaderin, hayrın ve şerrin Allâh’tan geldiğine inanmaktır.
Elimizde ehl-i sünnet akaidine ait kitaplar mevcuttur; sahih kaynaklara müracaat ederek tam olarak öğrenmek gerekir. Amelden evvel önemli olan akaidi öğrenmektir. Neden akide önemlidir? Çünkü kişinin akidesinde çok küçük bir sıkıntı varsa, bu kişi sabahtan akşama kadar ibadet etse, amel etse ona faydası olmaz. Bir insan bir sûrenin, bir âyetin Kûr’ân’dan olmadığına inanırsa veyahut farz olmayan bir şeye farz diye inanırsa, haram olan bir şeye haram değil diye inanırsa -hafizanallâh- dinden çıkmış olur.
Seyda Şeyh Abdurrahman-ı Tâğî’nin (k.s.) hayatını anlatan kitaplar şöyle anlatıyor:
-Seyda bir köye irşâd için gittiğinde, evvelâ onların bozuk akidelerini düzeltiyor; Allâh’ın sıfatlarını öğretiyordu. Allâh’a inanç nasıl olmalı; bilhassa onu öğretiyordu. Bu sadece Seyda-yı Tâğî’ye has olmayıp, bütün Nakşibendî meşâyıhının usullerindendir. Neden? Çünkü bu konu çok önemlidir; bir kişi hayalinde -hafizanallâh- Allâh’a ait bir şekil belirlemişse bunu kabul etmek mümkün değil; Allâh’ın sıfatlarından birisi de “muhalefetun li’l-havâdis”[3]tir. Muhalefetun li’l-havâdis, Allâh her şeye muhaliftir; yani zihninde olan, hayalinde olan neyse Allâh o değildir. Çoğu kişi bunu bilmiyor; akaid kitapları bu şirktir diyor. Eğer, kişi hayalinde -haşa- Allâh’a bir şekil verir, O’na o şekilde ibadet edersen o ibadet olmadığı gibi şirk olur. Bunları güzel bir şekilde öğrenmek gerekir.
İkinci bir mesele de farz olan ilmi elde etmeyiz. Peki farz ilim nedir? Farzı, sünneti, mendûbu, müstehabı, mekruhu fıkıh ilminde olan her şeyi bilip öğrenmek gerek. Bunları bildikten sonra yani akaidi, fıkhı bildikten sonra bunlarla amel etmek; farzları, sünnetleri yapmak, haramları yapmamak, sonra da tasavvuf ilmini öğrenmek icab eder. Demek ki önce akaid sonra fıkıh sonra amel sonra da tasavvuf ilmini öğrenerek bu amelleri Allâh rızası için yapmak. Zaten ihlâs kısmı tasavvufa giriyor. İlim ve amel olmazsa, Allâh’ın rızâsına ulaşmak muhaldir. Bu iki şey olmadan insanda manevî haller oluşursa bu bir helakettir, -hafizanallâh- kişi helak olur.
Allâh-u Teâla bizi muhafaza buyursun, bizi sadât-ı kîrâmın nurlu yolundan, haktan, hakikatten, sünnet-i seniyyeden ve şeriat-ı garradan ayırmasın inşallah. Hepinizi Allah’a emanet ediyorum.
[1] Mektubât-ı İmam-ı Rabbanî: Mektubat, üç cild olup, beş yüz yirmi altı mektubunun toplanmasından meydana gelmiştir; kelam ve fıkıh bilgilerini, tasavvufun marifetlerini açıklayan uçsuz bir derya gibi eşsiz bir eserdir. Mektubat’ın birinci cildi 1616 (H.1025) senesinde talebelerinin meşhurlarından Yar Muhammed Cedid-i Bedahşi Talkani tarafından toplanmıştır. Birinci cildde üç yüz on üç (313) mektup vardır. Bu cildin son mektubu, Muhammed Haşim-i Keşmi’ye yazılmıştır. İmam-ı Rabbani Hazretleri birinci cildin son mektubunu yazınca; “Muhammed Haşim’e gönderilen bu mektupla resullerin, din sahibi peygamberlerin ve Eshab-ı Bedr’in sayısına uygun olduğundan, üç yüz on üç mektupla birinci cildi burada bitirelim” buyurmuştur. İkinci cildi ise 1619 (H.1028) senesinde yine talebelerinden, Abdülhay Pütni tarafından toplanmıştır. Bu cildde Esmâ-i Hüsnâ yani Allahu Teâlâ’nın Kûr’ân-ı Kerîm’de geçen doksan dokuz ismi sayısınca doksan dokuz (99) mektup vardır. Üçüncü cild de İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin vefatından sonra 1630 (H.1040) senesinde talebelerinden Muhammed Haşim-i Keşmi tarafından toplanmış olup, bu cildde de Kûr’ân-ı Kerîm’deki sûrelerin sayısınca yüz on dört (114) mektup vardır. Her üç cildde toplam beş yüz yirmi altı (526) mektup vardır. İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin vefatından sonra on mektubu daha üçüncü cilde ilave edilmiş; böylece toplam mektup adedi beş yüz otuz altı olmuştur. Mektubat’daki mektupların birkaçı Arabî, geri kalanların hepsi Farisî’dir.
[2] Tevbe Sûresi, 119. Âyet.
[3] Muhalefetun li’l-havâdis: Allâh`ın, sonradan vücûd bulan varlıklara benzememesi demektir. Allâh Teâlâ ne zâtında, ne de sıfatlarında kendi yarattığı hiçbir varlığa benzemez. Biz Allah`ı nasıl düşünürsek düşünelim, O, hâtır ve hayâlimize gelenlerin hepsinden başka ve münezzehtir. Zira hâtıra gelenlerin hepsi hâdis, yani, sonradan yaratılmış, yok iken vâr edilmiş şeylerdir. Allâh Teâlâ ise, vücûdu vâcib, kadîm ve bâkî; her şeyden müstağnî, her türlü noksandan uzak, bütün kemâl sıfatlara sahip olan İlâhî ve mukaddes bir zâtdır. Şüphe yok ki, böyle yüce bir Zât, önce yok iken sonra vâr olan, bil`âhare tekrar zevâl bulan varlıklara benzemez. Nitekim Cenâb-ı Hak kendi zâtını Kur`ân-ı Kerîm`de: “O’nun -Hak Teâlâ`nın- benzeri yoktur; O, her şey`i işitici ve görücüdür” [Şûra Sûresi, 11. Âyet.] sözleriyle tavsîf etmiştir. Peygamber Efendimiz de (sallallahu aleyhi ve sellem) bu mânâyı te`yiden: “Her ne ki senin aklına geliyor, işte Allah Teâlâ onun gayrısıdır.” buyurmuştur.