Tasavvuf kelimesinin birçok kökenden geldiği söylenmiştir. Ehli suffe den geldiği, yün giyenlerden, safi temizden geldiğini söyleyenler var. Köken olarak bu isim ister ‘saf’tan ister ‘yün’den ister ‘safi’den gelsin tasavvufta amaç, kişinin kendisini dünyadan gafil edip Yüce Allaha [ﷻ] yönelmesidir. Kendisi için değil Allah [ﷻ] için çalışmak, tüm bu kökenlerin vardığı yer burasıdır.

Tasavvuf nasıl yaşantı ise aynı zamanda bir ilimdir. Tasavvuf hakkında çok kitaplar yazılmıştır. Tasavvuf hakkında yollar belirlenmiş, adablar tayin edilmiş tabi bütün bunlar Allaha [ﷻ] yönelmenin yollarıdır.  Tasavvuf ne zaman başlamış, tarihi süreci nedir onu bu akşam inşallah burada müzakere edeceğiz.

Şimdi çok sorunun geldiği önemli bir yerden bahsedeceğiz. Çoğu kişi diyor tasavvuf niye İslamiyet’in doğuşundan başlamamış, Peygamber efendimiz, [ﷻﷺ] sahabe zamanında ilim tasavvuf diye bir ilim yoktu. Bu sahabe ve tabiinden sonra ortaya çıkmıştır. Böyle bir soru vardır. Cevap şudur. Tasavvuf aslında her zaman vardı. Tasavvuf zühttür, dünyayı terk etmektir. Tasavvuf dünyayla bağını koparmak kendi nefsi terbiyesi için çalışmaktır. Her şeyinin sadece Yüce Allah [ﷻ] ibadeti olsun, murakabesi, müşahedesi olsun hep Yüce Allaha [ﷻ] ait olmasıdır.

Sahabelerin tabiinlerin çoğu zaten bu durumdaydı. Sahabe Peygamber efendimizle [ﷻﷺ] müşerref oldukları için kendileri hem müçtehit idiler hem abid hem zahid idiler hem de safi idiler. Tabiinler de öyle idiler sahabeleri görmüşler, Peygamber efendimizi [ﷻﷺ] gören zatları görmüşler, o mükemmel zatları görmüşler onlarda aynen o durumda idiler. Tabiinler takvada, ilimde hemen sahabeden sonra geliyorlar. Sahabe ve tabiinden çok az insan var ki takva sahibi olmasın, zahit olmasın dünyayı terk etmiş olmasın. Tabi onlarında havasları var, Hazreti Ebubekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali (رصلله عنه اجماان) gibi, aşerei mübeşşire gibi. Onlar havas sahabelerdi ama diğerleri de rütbe, mertebe itibariyle Peygamber efendimizin [ﷻﷺ] nuru ile müşerref olmalarından dolayı [sonradan gelen Müslümanlara] çok büyük üstünlük sağlamışlardır. Onların devrinden sonra Müslümanlar çoğaldılar her tarafa dünyaya her bölgeye hâkim oldular dolayısıyla çok kesim Müslüman olunca bu sefer bu seçkin havas kişilere bir isim takmak gerekti. Günümüzde biz de deriz filan kişi çok muttakidir, çok ihlaslıdır. Çoklukta mutlaka bulanıklık olur iyi insanlara bir isim takmak gerekir. O isim işte sufi, ehli tasavvuf denmiş. Sahabelere niye ehli tasavvuf denmemiş, çünkü onlar Peygamber efendimizin [ﷻﷺ] ruhundan feyz almışlar, Peygamber efendimizin [ﷻﷺ] boyası ile boyanmışlar, Peygamber efendimizin [ﷻﷺ] adabı ile adablanmışlar. Onlar bir şekilde Peygamber efendimizden [ﷻﷺ] terbiye almış, nefsle mücadeleyi öğrenmişler.

Sahabeler zamanında bugün üstatların verdiği adab dersleri zaten veriliyordu. Sahabeden daha üstün bir isim yok ki, onlara sufi denilmiyordu zaten sahabe idiler en büyük isme sahiptiler, tabiinlerin için en büyük isim ancak tabiin olabilir ondan daha büyük isim yoktur. Hicretten 2-3 asır sonra Müslümanlar çoğaldılar bu sefer Mutezile, Bahaiye gibi fırkalar oluştu.  Değişik fikirler meydana geldi. Herkes kendi iyi insanlarına abid, zahid dediler. Bu sefer fırkayı naciye ile gayrı fırkalar ayrı ayrı isimler altında toplandılar. Bu sefer fırkayı naciye ehli sünnet ismi altında birleşti. İşte sufilerde, diğer kesimlerden ayırt edebilmesi için ehli tasavvuf adı altında toplandılar

Bir diğer şey ise bu kitabın (Tasavvufun Hakikatları) müellifi Şeyh Abdulkadir’de çok güzel bir örnekle bunu yani sahabe ve tabiinden sonra tasavvuf ismi alınmasını izah ediyor. Mesela sarf, nahiv, ulumi arabiye alet ilimleri günümüzde gramer olarak tabir ettiğimiz ilimler sahabeden sonra meydana çıkmıştır. Çünkü ondan önce bir Arap hatta bedevi olan bir Arap çölde yaşayan bir Arap bile, Arapçanın en derin edebiyatına sahipti. Ne ile sahipti kendi konuşmalarından, kendi şiirlerinden. O dönem Arapça hiçbir ırk ve dille karışmamıştı öz Arapça hiçbir kural ve kaideye tabi olmadan zaten bunu yaşıyordu ama Müslümanlar çoğalınca acemler yani Arapların dışında olanlar Müslümanlar olunca Arapça diğer dillerle karıştı ve bu sefer Arapça tehlikeye girdi bunun üzerine Hazreti Ali [كّرّمْاّللّْه وّجْهّ], Ebu’l-Esved gibi zatlar Kuran dilini korumak için bir gramer oluşturmaya karar verdiler ve nahiv ve sarfı meydana getirdiler.

Daha sonra nahiv, sarf gelişti Kufi Basri vd. alimler, diğer ekoller meydana geldi tek gaye Kur’an dilini muhafaza etmekti. Hadis dilini muhafaza etmek, böylece din kaynaklarını muhafaza etmiş olacaklardı. Sahabe ve tabiinler tasavvufun en derinliğini tasavvufta olan zikirler masivayı terk Allah’a [ﷻ] yönelmek gibi şeyleri zaten yaşıyorlardı. Ne zamanki İslam yayılıp Müslümanlar çoğalınca dediler ki biz bunu bir ölçü içerisinde kuralım nasıl ki, fıkıh ilmi içerisinde daha önce herkes alimdi, müçtehit idi herkes Kur’an’ı anlıyordu, hadisi anlıyordu dolayısı ile Kur’an ve hadisten fıkıh çıkarmak için fıkıh ilmine ihtiyaç duymuyorlardı. Ne zamanki gene böyle İslam’ın yayılması ile birlikte cehalet meydana geldi Kur’an ve hadisi anlamak için yine Kur’an ve hadis dairesinde fıkıh ilmini oluşturdular, meydana getirdiler. Tasavvufta aynıdır. Tasavvufta kitap haline getirildi, Asrı saadetten 200-300 yıl sonra daha doğrusu kurumsallaştırıldı.

İbni Haldun önemli bir sosyologdur. İlk sosyolog olarak kabul ediliyor. Kendisi milletlerin yaşantılarını tarihsel olarak mukaddimesinde dile getirmiştir. Kendisi tasavvufla ilgili şöyle bir analiz yapıyor. “Bu Tasavvuf ilmi dinde sonradan meydana gelen ser’i ilimlerdendir. Bu yolun aslı sahabe, tâbiin ve onlardan sonra ümmetin selefinin hak ve hidayet yoludur. Tasavvufun esası, dünyanın süs ve ziynetlerinden sıyrılarak Allah’a yönelip ibadetlerinden ayrılmamaktır. Lezzet, mal, mertebe ve kıymetten sıyrılıp Hakk’a dönmek, ibadet için halveti tercih etmektir. Bu durum sahabe ve sonradan gelen ehlullahın yoludur. İslâm’ın ikinci ve sonraki asırlarında dünyaya yöneliş çok yaygınlaştı. İnsanlar dünyaya karışıp meylettiler. Böylelikle ibadete yönelen kimselere sûfi ismi tahsis edildi.”

Burada üzerinde duracağımız şu tespittir, ikinci asırda insanlar dünyaya yöneldiler ve insanlar dünyayla karıştılar bu defa ubudiyeti iyi gerçekleşen, takva sahibi insanlar bunlar sufi ismini aldılar. Bu her zaman olmuştur, Peygamberlerden sonra 2 ve 3. Asır gevşeme oluyor bununla birlikte muttaki insanlar sabit kalıyorlar işte diyor o dönem onlara sufi, ehli tasavvuf ismi verilmiştir. Daha sonra ehli zühd, ehli takva, daha sonra ehli sufi ve birkaç asır sonra tarikat ismi altında İslamiyet’e hizmet etmişlerdir. Tabi bunlar ne yaptılar? Bunların tek hedefleri Allaha [ﷻ] kul olmaktı. İmam-ı Rabbani [قُدِّسَ سِرُّهُ] şöyle buyuruyor. Tasavvufta ihlas boyutu hedef alınıyor yani en önemli olan yapılan ibadeti Allah için yapmak.

Tarikatta sahabeden sonra zühd ve takvanın öne çıkarılması Peygamber efendimizin [ﷻﷺ] dinin ahkamları üç tanedir demesindendir. Biri İslam’dır, diğeri imandır üçüncüsü de ihsandır bu ihsan boyutunu tarikat ehli kendilerine seçmişler ve onu da şu şekilde belirtmişler, Allah’ı [ﷻ] görür gibi ona ibadet etmek, eğer buna sahip değilsen O seni görüyor hissi ile Allah’a [ﷻ] yönelmek işte Peygamber efendimizin [ﷻﷺ] bu hadisi şerifi üzerine bu tarikat, tasavvuf meydana gelmiştir. Buda tarikatın vahiy ile olduğunu, semavi olduğunu, sonradan bir topluluğun kalkıp böyle bir şey meydana çıkarmadıklarının göstergesidir.  Çünkü tasavvufun bütün gayesi Kur’an’ı yaşamak, sünnetleri yaşamak yapılan bütün ibadetleri Allah’ı [ﷻ] görecek gibi yapmak, kendilerinin Allaha [ﷻ] yönelmeleri.

Ben Hindistan’a da Pakistan’a da gittim Budizm’in tarikatla hiçbir ilgisi yok ve hatta oradaki insanlar diyorlardı “buradaki vahabiler diyorlar siz bu tarikatı başka bir fikirden çıkarmışsınız.” Onlarda putperestlik var mesela Hinduizm de onlar putperesttirler putlara tapıyorlar tanrı olarak o putları görüyorlar ama tasavvufta tek Allaha [ﷻ] yönelmek var, evet üstadı sevmek ona rabıta yapmak var ama rabıta maksudu bizzat değildir. Rabıta ile Yüce Allah’a [ﷻ] ulaşmak hedeflenir haşa üstadını bir ilah olarak görmez, üstadı sadece bir Allah’ın [ﷻ] yoluna yönlendiren olarak görür. Dolayısıyla putperestlik ayrı, tasavvuf ayrıdır.

Tasavvuf kitaplarındaki menakıblarında şunu görürüz mesela Şeyh Ubeydullah Ahrar [قُدِّسَ سِرُّهُ] Allah’tan hiç gafil olmamış. Her şeylerini Allah’a [ﷻ] bağlamışlar. Akıllarında Allahtan [ﷻ] başka bir şey olmamış hatta bir gün kendisi ayakkabıları çamurda kalmış, ayakkabılarını giyerken birkaç saniye Allah’tan [ﷻ] gafil olmuş bundan dolayı nefsine teessüf etmiş. Seyda Şeyh Abdurrahman-i Taği [قُدِّسَ سِرُّهُ] şöyle buyuruyor; Ben Arafat’ta bir insan gördüm çok meşgul idi Arafat’ta bir şeyler satıyordu ben üzüldüm, kendi kendime dedim bu mukaddes mekânda mukaddes saatlerde herkes Allah’a yönelmiş iken bu kişi alışveriş yapıyor Allah Teâlâ beni onun kalbine vakıf eyledi kalbini gördüm kalbini görünce baktım kalbi bir saniye Allahtan gafil değildir. İşte tasavvuf budur o kalp Allah’la [ﷻ] olacak, o kalpte tek Yüce Allah’ın [ﷻ] anılması zikr edilmesi lazımdır. Bunun neresi hatadır?

Tasavvuf şeriatın bütün kurallarını tatbik etmekle beraber günahları hayal bile etmeyi red eden bir yoldur. Tarikat diyor ki; Ey salik sen günahları kalbinden bile geçirmeyeceksin bu bile sana haramdır (tasavvufi olarak haram) diyor. Tasavvuf sünneti seniyyeye ittiba etmektir. Bunu bilmeyenler gitsinler İmamı Rabbani’ninin, Mevlâna Halid’in, Seydayi Taği’nin, Hazretin mektubatlarını okusunlar. Orada ne diyorlar sünneti seniye ile hareket edilmelidir, sünneti terk eder bid’a ile hareket ederse o tasavvuf ehli değildir, tasavvufun şartlarından üstadın müridine talim ettiği şeylerden biri sünneti seniyeyi tam tatbik etmektir. İmamı Rabbani [قُدِّسَ سِرُّهُ] diyor ki; Tarikat adabında teheccüd namazı farzdır, Seydayi Taği [قُدِّسَ سِرُّهُ] Murat köprüsünü yaparken halifelerine, saliklerine yönelerek diyor, bu köprünün temelini bir yıl içerisinde Duha namazını kaçırmayan birisi atsın, kimse yanaşmıyor demek herkes bir iki gün de olsa Duha namazını kaçırmış kendisi temeli atıyor buda şunu gösteriyor kendisi bir yıl içerisinde hiç Duha namazını kaçırmamış.  Duha namazı nedir Peygamber efendimizin en önemli sünnetlerinden biridir. Evliyaullah, tasavvuf ehli bir yıl boyunca Duha sünnetini terk etmemiştir. Bunun neresi hatadır? Tabi bunu kimse hakikatine dalan inkâr edemez. Hele hele dini koruyan, dini muhafaza eden, tekkeleri ile, medreseleri ile bu dini koruyan kimlerdir gene bu insanlardır? Gidin araştırın ben ülkemiz için demiyorum dünyada nerde alim varsa, din profesörü varsa mutlaka hocası ehli tasavvuf, değilse de hocasının hocası ehli tasavvuftur.

Mutlaka muttaki olan Allah [ﷻ] kendisini adayan bahsettiğimiz ehli-tarik bugüne kadar ilmi muhafaza etmişlerdir. Bunu muhafaza ederken sadece kendi saliklerine değil, onların ilimleri, feyzleri, bereketleri bütün bölgeyi kapsamış. Ben bazen başka beldelere gidiyorum inanın tasavvufun hâkim olduğu ve hele 100-200 yıl eskiden tasavvufun kökleştiği yerlerde dinin, insanlığın her açıdan daha mükemmel olduğunu gösteriyor. Demek ki bunlar ilim marifet, kültür, sanat her açıdan herkesten farklı insanlar yetiştirmişler buda İslamiyet’e verdikleri en büyük hizmettir.

15 KASIM 2018 tarihli sohbet

NOT: Üstadımızın pek çoğu cami-î şerîf sohbeti olarak irâd ettiği va’az-u nasihatler yazı diline aktarılırken mümkün olduğunca üslubuna dokunulmayıp orijnalitesi muhafaza edilmeye çalışılmaktadır. Ancak malum olduğu üzere irticalî sohbet formatları ile müstakil yazılı beyânların veya sohbetlerin formatları aynı olmamakta; ilkinde dinleyicilere hitapla beraber hitabette esneklik ve sadelik esâs olduğu gibi ikincisinde de yazılı metin üzerinde tashih yapma ve uslüba çekme meselesi mevzû bahistir. Dolayısıyla irticâlin esnekliğinde irâd edilen sohbetlerdeki yer yer tekrar ve yinelemelere bu bilgi ve hoşgörü ile bakılması ve öyle mütalaa edilmesi hususunu muhterem okuyucularımıza arzla beraber duâlarını istirham ederiz.

 

WhatsApp'ta paylaş