أعوذ بالله من الشيطان الرجيم , بسم الله الرحمن الرحيم

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın İsm-i Şerifi ile…

Kâinat, muazzam mânâların ifade edildiği muhteşem bir kitaptır. İnsan ise bu kâinat kitabının sayfalarında seyahat edebilme; tefekkür ufkuyla eşya ve hadislere Allah namına bakabilme kabiliyetinde yaratılan bir iman ve irfan yolcusudur. İmân ve irfân çizgisinde ihsâna uzanan bir hayatın ölçüleri için akıl nimetinin vahy ışığında nurlanmış olması ve terbiyesini de nebevî metotlarla görmüş olması bir zarurettir. İlahi vahyin ışığı olmadan tek başına akıl, metafizik sahanın ince meselelerini anlamaya, derin problemlerini çözmeye, hakikatlerini keşfetmeye kâfi gelmez; aklın iş görebileceği sahanın belli sınırları mevcuttur.

Akıl, “kâinatın nasıl yaratıldığı” konusunda bir şeyler söyleyebilirse de onun yaratılış gayesi, aklın sahasını aşar; her mahlûkun hikmetli ve gayeli yaratıldığını, kendisinin de başıboş olamayacağını aklıyla kavrayabilen insan, Rabbine karşı neler yapması gerektiğini kendisi karar veremez. Her nimetin şükür gerektirdiğini anlayabilir; ancak bunun nasıl yapılacağı konusunda tahminler yürütemez.

Ölüm ve ötesi; kabir, haşir, hesap, mükâfat, cezâ… ve bunlar gibi vahyin alanına giren konular hakkında akıl, Kur’an ve Sünnet’in açtığı tefekkür ufku noktasında ilâhî fermana ve imân hassasiyetinin yerleştiği nurânî bir kalbe teslim olmalıdır.

Dünyevî ve nefsânî şartlanmalar, idrâk zaafiyetine, hassâsiyet körelmesine ve kalbî hantallığa sebebiyet verdiğinde bu hastalığın en tesirli tedâvî yollarının başında, Kur’an ve Sünnet ışığında hakka ve hayra ulaştıracak şekilde programlanan aklın tefekkür etme keyfiyeti gelir. Tefekkür, insanın çoğu kez şuursuzca içine sürüklendiği hatâ ve isyanların farkına varıp telâfîsine yönelmenin en önemli vesilesidir.

Tefekkür nîmetini nefsânî arzu, heva ve heveslerine göre anlayıp rûhânî tefekkürden uzak kalanlar ve ilâhî hakîkatlere karşı duyarsızlaşanlar ise ahiret yurdunda ebedî bir körlüğe mahkûm olacaktır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

وَمَن كَانَ فِي هَذِهِ أَعْمَى فَهُوَ فِي الآخِرَةِ أَعْمَى وَأَضَلُّ سَبِيلاً

“Bu dünyada (gaflete dalmak sebebiyle) kalbi kör olan (yani ilâhî hakîkatlerin uzağında kalan), âhirette de kör ve daha şaşkındır.”1

Âlemlerin Rabbi olan Yüce Allâh’ın insanoğluna bir nimet olarak lütfettiği akıl nimetinin yanında imanın kabul noktası kalp ve sır, mühim bir rehber olarak yaratılmıştır.

Daha en başta insanı Rabbine ulaştıracak olan ilâhî nîmetlerin taşıyıcısı ve emanetçisi olarak kendisine îmân ve mârifet zirvesi emanet edilmiştir.

Bu hakikati ifade etmek açısından İslam âlimleri, canlı-cansız her şeyin “muhabbetullah ve marifetullah” tecellisiyle zahir olduğunu ifade etmişlerdir. Nitekim hadîs-i kudsîde buyrulur:

“كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيًّا فَخَلَقْتُ الْخَلْقَ لِيَعْرِفُونِى”

“Ben gizli bir hazîne idim; bilinmemi arzu ettim (mârifetime muhabbet ettim) de (bu) kâinatı yarattım.2

Rabbimizin bize ihsan ettiği hissiyat merkezi olan bu müstesnâ nîmet sayesinde muhabbet ve marifet ile olgunlaşan insan aklı/idrâki, kazandığı manevi tefekkür derinliği ile kâinatın ve varlıkların yaratılış sırrına erer. Rabbimizin kendi ilâhî sanat ve kemâline delîl ve âyine olarak yarattığı eşyanın ve hakikatin derinliğine âşık ve ârif bir kul olarak mârifet deryalarında kanat çırpar. Nitekim:

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ 

“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”3 âyetinde geçen  “لِيَعْبُدُونِ” “ibadet etsinler” ifadesini büyük sûfîler “beni tanısınlar” şeklinde yorumlamış ve ilâhî marifeti esâs almışlardır; zirâ âlemin yaratılış gayesi mârifet ve muhabbetullâh ufkunda fânîliğin idrâkini kazanıp Bakî olan Yüce Mevlâ’ya vuslattır.

Kalp, îmân nuruyla nurlanıp mârifet ve muhabbette derinlik kazandığı oranda, yine akıl nimeti manevî tefekkür yolunda kazandığı ruhânî kabiliyeti sayesinde Allâh’ın azamet, birlik ve varlığına delalet eden afaki, enfusi, ulvî ve dakik mânâları idrak ettiği nisbette mü’minin rûhu olgunlaşır.

Nasıl ki insan hayatının devamı nefisledir; ruhun hayatı da ubudiyet ve tefekkürle olur.

Kur’ân-ı Kerîm’de Allâh insanlara tefekkürü emreder ve şöyle buyurur:

لَوْ أَنزَلْنَا هَذَا الْقُرْآنَ عَلَى جَبَلٍ لَّرَأَيْتَهُ خَاشِعًا مُّتَصَدِّعًا مِّنْ خَشْيَةِ اللَّهِ وَتِلْكَ الْأَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ

“Eğer Biz bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara tefekkür etsinler diye veriyoruz.”4 Yine ilâhî beyân Kur’ânî tefekkürden mahrum olanları ise şöyle tasvir eder:

أَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ أَمْ عَلَى قُلُوبٍ أَقْفَالُهَا

“Onlar Kur’ân’ı tefekkür etmiyorlar mı? Yoksa kalpler üzerinde kilitler mi var?” 5

Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in emsâlsiz örnek hayatı, Yüce Allâh’ın kullarında görmeyi murâd ettiği mânevî tekâmül için tefekkürün ne kadar lüzumlu olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) geceleri ayakları şişinceye kadar gözyaşları içinde kulluk ve ibâdete devâm etmiş; gözleri uyusa bile kalbi dâimâ uyanık kalmış; Allâh’ın zikrinden, tefekkür ve murâkabesinden bir an bile uzaklaşmamıştır. Hatta risâlet vazifesinden evvel Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Hirâ mağarasındaki inzivâ ve tefekkür hayâtı ile atası Hazret-i İbrahim (Aleyhisselâm) gibi göklerin ve yerin melekûtundan -görünen âlemin ötesindeki kudret ve azamet-i ilâhîden- ibret almak ve Kâbe’yi seyretmek şeklinde dâima tefekkür halindeydi.6

Yüce Mevlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de akıl sahiplerinin tefekkür etmesini ve kâinatta cereyân eden harika işlerden ibret almasını emretmektedir. Koca kâinat, insan aklının önüne açılmış, Rabbimizin azamet ve kudretini tasdik eden okumakla bitmeyen delillerle doludur.

Âyette;

وَهُوَ الَّذِيَ أَنزَلَ مِنَ السَّمَاء مَاء فَأَخْرَجْنَا بِهِ نَبَاتَ كُلِّ شَيْءٍ فَأَخْرَجْنَا مِنْهُ خَضِرًا نُّخْرِجُ مِنْهُ حَبًّا مُّتَرَاكِبًا وَمِنَ النَّخْلِ مِن طَلْعِهَا قِنْوَانٌ دَانِيَةٌ وَجَنَّاتٍ مِّنْ أَعْنَابٍ وَالزَّيْتُونَ وَالرُّمَّانَ مُشْتَبِهًا وَغَيْرَ مُتَشَابِهٍ انظُرُواْ إِلِى ثَمَرِهِ إِذَا أَثْمَرَ وَيَنْعِهِ إِنَّ فِي ذَلِكُمْ لآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ

“O, Gökten su indirendir. İşte biz onunla her çeşit bitkiyi çıkarıp onlardan yeşillik meydana getirir ve o yeşil bitkilerden, birbiri üzerine binmiş taneler, hurma ağacının tomurcuğundan aşağıya sarkmış salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar çıkarırız; (Her biri) birbirine benzer ve (Her biri) birbirinden farklı. Bunların meyvesine bir meyve verdiği zaman bir de olgunlaştığı zaman bakın. Şüphesiz bunda inanan bir topluluk için (Allah’ın varlığını gösteren) birçok ibretler vardır.”7

Başka bir âyette ise;

الَّذِي خَلَقَ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ طِبَاقًا مَّا تَرَى فِي خَلْقِ الرَّحْمَنِ مِن تَفَاوُتٍ فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِن فُطُورٍثُمَّ ارْجِعِ الْبَصَرَ كَرَّتَيْنِ يَنقَلِبْ إِلَيْكَ الْبَصَرُ خَاسِأً وَهُوَ حَسِيرٌ

“Yedi kat göğü birbiriyle tam uyum içinde yaratan O’dur. Rahman’ın yaratmasında hiç bir nizamsızlık göremezsin. Gözünü çevir de bak: Her hangi bir kusur görebilir misin? Sonra tekrar tekrar gözünü çevir de bak, gözün bir kusur bulamadığından, eli boş ve bitkin döner.”8 buyrulmuştur.

Basiret sahibi her insan, kâinatta cereyân eden, bu ilâhî sahifelerde tecelli eden âyet ve ilahi hikmetleri görür, okur ve onu yazan Yüce Allâh’ın mevcudiyetini bilir; O’nun azamet ve kudretini elbette tasdik eder.

Bu konuda Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur: “Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku! Yoksa hayvan ve camid 9 hükmünde insan olmak ihtimali var.”10

Bişr bin Hâris el-Hâfî Hazretleri ise şöyle buyurur: “İnsanlar Allâh Teâlâ’nın azameti hakkında tefekkür etseler, O’na isyân edemez, günah işleyemezlerdi.”11

Kulları Rabbine yaklaştıran tefekkür, mârifetullâh ve muhabbetullâha kapı açması yönüyle büyük bir ibadettir; kezâ Hazret-i Peygamber’e en çok etki eden ayetlerden biri de tefekkürle ilgili olanlardır. Peygamberimizin bu durumunu Hazret-i Aişe şöyle ifade etmiştir:

“Rasûlüllâh bir gece kalktı, abdest alıp namaz kıldı; namazda çok ağladı; gözlerinden akan yaşlar sakalını ve secde yerlerini ıslattı.

Sabah ezanı için gelen Hazret-i Bilal: “Ya Rasûlallâh! Geçmiş ve gelecek bütün günahlarınız affedildiği halde, sizi ağlatan nedir?” deyince, O: “Bu gece Allâh bir ayet indirdi; beni ağlatan odur.” buyurdu ve şu ayeti okudu: “Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.”12 bu ayeti okuyup da üzerinde tefekkürde bulunmayan kişilere yazıklar olsun” buyurdu.

Nitekim ilahî kudret ve azamet tecellîleriyle dolu bir hikmet kitabı olan Kur’ân-ı Kerîm’de;

إِنَّ شَرَّ الدَّوَابَّ عِندَ اللّهِ الصُّمُّ الْبُكْمُ الَّذِينَ لاَ يَعْقِلُونَ

“Şüphesiz ki Allah katında, yürüyen canlıların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.”13 buyrulmuştur.

Yüce Mevlâ bize hakîkatleri kavrayacak idrâk ve anlayış ihsan eylesin; kalblerimizi muhabbetiyle doldursun; bizleri Kur’ân’ın ilmi ile ziynetlendirsin ve Kur’ân’ın sonsuz tefekkür iklîminde ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbet deryasında gönüllerimizi dipdiri eylesin inşallâh.

1 İsrâ Sûresi, 72. Âyet.

2 İ. Hakkı Bursevî, Kenz-i Mahfî

3 Zâriyât Sûresi, 56. Âyet.

4 Haşr Sûresi, 21. Âyet.

5 Muhammed Sûresi, 24. Âyet.

6 Aynî, Umdetü’l-Kârî Şerhu Sahîhi’l-Buhârî.

7 En’am Sûresi, 99. Âyet

8 Mülk Sûresi, 3-4. Âyet.

9 Ruhsuz, cansız.

10 Risâle-i Nur Külliyatı, Sözler Mecmuası.

11 İbn-i Kesîr, I, 448, Âl-i İmrân 3/190 tefsirinde

12 Bakara Sûresi, 164. Âyet.

13 Enfâl Sûresi, 22. Âyet.

WhatsApp'ta paylaş