Müminlerin kardeşliğinden doğan en üst birliktelik olan ümmet kavramı, yeryüzündeki tüm Müslümanları kapsayan, ırklar ve bölgeler üstü ortak bir şuuru ifade eder. İman temeline dayanan bu şuurda, Ümmet-Peygamber-Kur’ân-Allâh münasebetlerini, tevhid akidesini esas referans kabul ederek yukarıya doğru taşıyan, birleştiren, ancak hiç ayrıştırmayan ve böylece çoğu bir yapan ortak hareket sistemi meydana gelir. Yüce Allâh ilâhî bir gaye uğrunda birleşen bu bahtiyar kullarını Kur’an-ı Kerim’de medhü senâ etmektedir. Ayet-i kerimede şöyle buyrulur: “Onların gönüllerini birleştiren Allah’tır. Eğer sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O Aziz’dir, hüküm ve hikmet sahibidir.”1 Peygamber Efendimiz de ümmet kavramına atıfta bulunarak şöyle buyurmuştur: “…Siz sonuncu ümmetsiniz. Siz ümmetlerin en hayırlısı ve Allah yanında en değerli olanısınız.”2

 

İslâm ümmetinin genel niteliği, Peygamber Efendimiz’in tebliğ buyurduğu ve asr-ı saadet serisinde sahabe-i kiram efendilerimizle temsil ettiği vahdet rûhunu kıyamete kadar ikame etmek üzerine müesses bir nizam olarak ifade edildiği halde ne yazık ki bugün Müslümanlar arasında suni tefrika meselelerinden dolayı vahdet rûhu zarar görmüş, vifak ve ittifak yerini, nifak ve şikaka bırakmıştır. Hem öylesine büyük nifak ve şikak hadiseleri zuhura gelmiş ki, tarihin ibret levhalarında kalması gereken ve büyük ayrılıkların fitilini ateşleyen sözüm ona meseleler, birtakım hadiselerle bilinçli olarak irtibatlandırılarak yeni yeni problem alanları üretilerek ümmet bilinci ağır bir şekilde tahrib edilmeye çalışılmaktadır. Rabbimiz ilahî emirle; “Toptan Allâh’ın ipine sarılın, ayrılmayın. Allâh’ın size olan nimetini anın: Düşmandınız, kalblerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi oradan kurtardı. Allâh, doğru yola erişesiniz diye size böylece ayetlerini açıklar.”3 buyurduğu sulh ve selamet yerine, adavet, kin ve düşmanlığa tenezzül eden birtakım şahısların, grupların yahut cemaatlerin ayrılıkçı faaliyetleri neticesinde hem Rabbimizin razı olduğu hem de İslâm âleminin her zamankinden daha çok ihtiyaç duyduğu ittifak rûhu bir türlü hâsıl olamamaktadır. İnanların son derece müteessir olduğu bu ayrılıkçı ve çatışmacı görünüm, netice itibariyle İslâm devletlerinin küfür cephesi karşısındaki durumunu ve konumunu etkilemekte, dünya siyasetinde muvazene unsuru olması gereken Müslüman devletler büyük idealleri dile getirip,  İslâm dininin gönülleri ihyâ eden  saadet muştularını ifade etmekten ziyade kendi iç problemleri ve bölgesel çatışma konularından dolayı enerji ve birikimleri berheva olup gitmektedir. Yeryüzünde kendini mümin olarak addeden herkesin yüreğinde kanayan bir yara olan, başta İslam’ın ilk kıblesi Mescid-i Aksa’nın bulunduğu Filistin topraklarının içler acısı durumu ve İslam coğrafyasının diğer sair bölgelerinde zulüm ve şiddet tufanının vardığı noktanın sebepler planındaki izahı, ancak bu birlik ve beraberlikten uzak durumun nihayeti olabilir.

 

 

 

İslam Peygamberi’nin tebliğ ettiği dinin temel esasları arasında, hiçbir ırkın veya rengin bir diğerine üstünlüğü söz konusu olamaz; üstünlüğün tek ölçüsü, takvadır; yani Yüce Allâh’ın emir ve yasaklarına uygun hareket etmek ve hayatın bütün nizamını, Rabbimizin rızası istikametinde örgülemekten geçer. Efendimiz’in Arapların içinden onlardan biri olarak gelmesi, Araplara ümmet içinde bir ayrıcalık getirmediği gibi Vedâ Hutbesi’nde Efendimiz tarafından böyle bir ayrıcalık bizatihi reddedilmiştir. Keza, Rabbimiz de farklı milletlerin hepsini bir babadan yaratmıştır ki o babanın aslı da topraktandır. O halde üstünlük vasıfları asla ve kat’a beşerî ölçülere göre değil, takva üstünlüğüne bağlıdır ve milletlerin, mezheplerin, meşreplerin çeşitliliği de bir manada yardımlaşma ve kaynaşmaya birer vesile olarak yaratılmıştır. İslam ümmetinin dâhilindeki her milletin kendi dili, edabiyatı, kültürü, şiiri ve pek çok farklı özellikleri bulunabilir; ancak bütün bu milletlerin ümmet olarak Rableri bir, Peygamberleri bir ve Kitap’ları birdir; yeryüzünün değişik bölgelerine yayılmış olan bütün Müslümanlar, namaz vakti aynı ezanın nidasına koşar, aynı  kıbleye dönerek bir Allah’a ibadet niyetiyle kulluk kapısını aşındırır ve aynı Kitab’ın sûrelerini terennüm ederler. İmkân bulunsaydı da kainatın değişik noktalarına yolculuk yapılsaydı bile kulluk edası, kâinatın her noktasında aynı usul ve esaslarla icra edilecekti; o halde Rabbimizin huzurunda bizi birleştiren, bizi birbirimize kardeş eyleyen ilahî nizamın ahkamı bizi ayrılığa sürükleyen değil, ortak kıblede buluşturduğu gibi hayatın bütün ünitelerinde de buluşturmalı ve bu ittifak rûhundan bir ahenk doğmalıdır. Mezheplerin birden fazla oluşunda dahi meşrep farklılıklarına göre hikmeti öğütleyen dinimiz, suni bölünmelere asla izin vermediği gibi, Kur’an ve Sünnet akidesi temelinde ümmet bilincinde buluşmayı gerektirir.

 

 

 

İslam, ümmet dâhilindeki her milletin kendi dilini, edebiyatını, şiirini, kültürünü yaşayıp devam ettirmesini çok tabii olarak kabul etmiştir. Ancak ümmet olarak Müslümanların ibâdet dili Arapçadır. Ezanı, namazdaki sûre ve duaları Arapça okurlar. Kur’ân ve sünnetin Arapça olması, bu dilin ümmet içinde tabii bir şekilde yükselmesini sağlamıştır. Öyle ki iman dairesinde birleşen müminler, şuurlu bir ümmet olmanın en mühim gereği ve şartı olarak tahkiki imana yaslanır ve bu minval üzere hareket ederler, tabiri diğerle şuurlu bir ümmetin temelinin tesis için müminlerin hakiki imanda birleşmeleri elzemdir. Kamil müminlerin en büyük vasfı, kendi çıkarı ve menfaati için değil, ümmetinin ve milletinin çıkarı ve menfaati için çabalar ve gayret eder. Efendimiz’in Ümmeti! Ümmeti! Sırrını ve hikmetini kavrayan hakiki müminler; “İnsanların en hayırlısı onlara en faydalı olandır.”4 hadis-i şerifi-nin mülahazası ile hareket edip, kendi benliğini ümmetin benliğinde eritir. Hiç şüphe yok ki bu şekilde hareket edildiğinde İslam âlemi Allâh’ın izin ve inayetiyle güçlü ve zengin olur. Tarih şahittir ki beşer ne zaman kendi çıkarını ve benliğini düşünüp kamu ve ümmet yararını unutmuş ise o zaman gerileme ve fakirleşme başlamıştır. Allâh Teâla Ayeti Kerîme’de şöyle buyurmuştur; “Biz sizi öyle dengeli, ölçülü bir ümmet yaptık ki insanlığa önder, imam olasınız, Resulullah da size önder, imam olsun diye.”5 Hazreti Peygamber, çölün ortasındaki bedevilerden yeryüzünün bütün medeni milletlerine üstadlık yapacak muallimleri bir Kur’ân mucizesi olarak insanlığa sundu; Efendimiz’in gönül ikliminde kıvamını bulan bu sahabe neslinin örneği, problemin -haşa- İslamî değerlerde olmadığının en büyük kanıtı olarak tarihin altın sayfalarında duruyor. Bugün de aynı ilahî kaynaklara yönelme gerçekleşir ve ümmeti ümmet yapan ana değerlerle tekrar ümmet kıvamı kazanılırsa mezhep, ırk, cemaat ve grup çıkarları yerini, hâlis ümmet bilincine ve mümin kardeşliği esasına bırakır. Aksi takdirde hadis-i şerifte buyrulan “Bir zaman gelecek aç insanların sofraya üşüştüğü gibi diğer ümmetler sizi yağmalamak için sizin üzerinize üşüşecekler.” buyurdular. O zaman soruyorlar. “Ya Resullah o zaman biz az mı olacağız?” diye. “Hayır az olmayacaksınız, aksine çok olacaksınız. Fakat siz sel sularının sürüklediği çer çöp gibi kalitesiz olacaksınız.” buyurmuşlar. “Yani Allah, düşmanların gözünden sizin heybetinizi alacak. Düşmanlarınız sizi ciddiye almayacak.” durumu -hafizanallâh-, bundan sonra da yaşanmaya devam edecektir.

 

 

 

Rabbimiz, İslam ümmetine muvazane unsuru olacak güç ve kuvvet ihsan eylesin. Aynı kıbleye yöneldiğimiz mümin gönüllerle ümmetin dertleriyle dertlenmeyi, vifak ve ittifak hasıl edecek ulvi gayelerde buluşmayı nasip eylesin.

 

 

 

Dipnotlar

 

  1. Enfal Suresi, 63. Âyet. 2. Tirmizî, Tefsir Âl-i İmrân, hadis no: 3004; İbn Mâce, Zühd 34, hadis no: 4288.   3.  Âl-i İmran Sûresi, 103. Âyet.  4. el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:463; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 3:481, hadis no: 4044. 5.  Bakara Sûresi, 143. Âyet.
WhatsApp'ta paylaş